EN’AM SURESİ
Adı: Bu sure, adını putperest Arapların bazı büyükbaş hayvanları helâl, bazılarını da haram sayan bâtıl inançlarını reddeden 136, 138 ve 139’uncu ayetlerinden almaktadır.
Nüzul Zamanı: İbn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre, Sure’nin tamamı bir defada Mekke’de vahyedilmiştir. Yezid’in kızı ve Hz. Muaz İbn Cebel’in ilk yeğeni Esma şöyle der: “Bu surenin indiği (vahyedildiği) sırada Hz. Peygamber (s.a.) dişi bir deve üzerinde bulunuyor ve ben de devenin yularını tutuyordum. Deve öylesine bir ağırlık hissetti ki, Peygamber’in (s.a.) altında sanki kemikleri kırılıyordu.” Daha başka rivayetlerden, Hz. Peygamber’in (s.a.) surenin tamamını indiği gece yazdırdığını öğreniyoruz.
Surenin konusu, onun Hz. Peygamber’in (s.a.) Mekke’deki son yılında indiğini açıkça göstermektedir. Yezid’in kızı Esma’dan (s.a.) gelen rivayet de bunu doğrulamaktadır. Esma Ensar’dan olduğuna ve İslâm’ı Hz. Peygamber’in (s.a.) Medine’ye hicretinden sonra kabul ettiğine göre, onun Hz. Peygamber’i (s.a.) Mekke’de ziyareti Peygamber’in Mekke’deki hayatının son yılında olsa gerektir. Çünkü bundan önce Peygamber’in (s.a.) Ensar’la ilişkisi, Ensar’dan bir kadının kendisini Mekke’de ziyarete geleceği düzeyde içten değildi.
Nüzul Sebebi: İndiği dönemi tesbit ettikten sonra, Surenin gerisinde yatan gerçeği görmek kolaydır. Hz. Peygamber’in (s.a.) insanları İslâm’a çağırmaya başlamasının üstünden oniki yıl geçmişti. Kureyş’in düşmanlığı ve yaptığı işkenceler en çekilmez ve vahşi bir durum almış, bu yüzden müslümanların çoğunluğu yurtlarını bırakıp, Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmışlardı.
Bütün bunların ötesinde, Hz. Peygamber’in (s.a) iki büyük destekcisi olan Ebu Talip ve Hz. Hatice artık ona daha fazla yardım edecek ve güç verecek durumda değillerdi. Peygamber (s.a.) tüm dünyevi desteklerden yoksun kalmıştı. Fakat, buna rağmen muhalefetin keskin dişleri arasında görevini sürdürüyordu. Sonuçta, bir yandan da bir bütün olarak Mekke toplumu inat ve inkârın içine girmiş bulunuyordu. İslâm’a karşı bir eğilim gösteren herkes alay, eğlence, kınama, işkence ve sosyal boykota maruz bırakılıyordu. Bu kara günlerdeydi ki, Mekke’de İslâm’ı kabul eden Evs ve Hazrec’in bir takım etkili kişilerini çabalarıyla İslâm’ın serbestçe yayılmaya başladığı Yesrib’den bir ümit ışığı belirdi. İslâm’ın başarıya giden yolunda mütevazi bir başlangıçtı bu ve kimse bu başlangıcın gizlediği büyük potansiyeli kestirebiliyor değildir. Çünkü, sıradan bir gözlemciye göre bu zamanda henüz İslâm zayıf bir hareketti; yalnızca, Peygamber’in (s.a.) kendi ailesi ve hareket’in birkaç yoksul bağlısının zayıf desteği dışında hiçbir destek yoktu. Açıktır ki, yoksul müslümanların da, düşmanları haline gelen ve kendilerine işkence yapan kendi kavimlerince terkedildiklerinden, yapabilecekleri fazla bir yardım olamazdı.
Konular: Bu sure nazil olduğu zaman şartlar böyleydi işte. Sure’de işlenen konular yedi başlık altında toplanabilir:
1) Şirk’i red ve tevhid akîdesine çağrı.
2) Ahiret’e imanın ilânı ve dünya hayatından sonra başka bir hayat olmadığının reddi.
3) O zaman geçerli olan bâtıl inançların reddi.
4) İslâm toplumunu kurmak için gerekli temel ahlâkî ilkelerin açıklanması.
5) Hz. Peygamber’in (s.a.) şahsına ve misyonuna yöneltilen itirazlara cevaplar.
6) O zaman görevin görünürde başarısız kalması nedeniyle endişe ve ümitsizliğe kapılan Hz. Peygamber’i (s.a.) ve izleyicilerini teselli ve teşvik.
7) Düşmanlık ve kendini beğenmişliklerini bırakmaları için kâfirlere ve muhaliflere uyarı ve tehditler.
Bu konuların ayrı başlıklar halinde ele alınmadığı açıktır. Sure tam bir bütünlük içinde gitmekte ve verdiğimiz konular yeni yeni ve farklı yollarla tekrar tekrar ortaya konmaktadır.
Mekkî Surelerin Gerisinde Yatan Gerçek: Bu, Kur’an’da da yer aldığı sırayla ilk uzun Mekkî Sure olduğundan, okuyucunun Mekkî sureleri ve bu surelerle getirdiğimiz yorumla bağlantılı olarak bu surelerin farklı aşamalarına telmihlerimizi kolayca anlayabilmesi için, genel olarak Mekkî surelerin indiği ortamı açıklamak yararlı olacaktır.
Herşeyden önce belirtilmelidir ki, Medeni surelerin nüzul zamanı bilinir veya az bir çabayla tesbit edilebilirken, Mekkî surelerin indiği ortam ve geride yatan gerçekle ilgili pek az malzeme vardır. Medeni surelerdeki çoğu ayetlerin nüzul sebebi hakkında bile güvenilir rivayetlere sahip olduğumuz halde, Mekkî surelerle ilgili olarak elimizde böylesi ayrıntılı bilgi bulunmuyor. Nüzul sebebi ve zamanı hakkında güvenilir rivayetler bulunan yalnızca birkaç sure ve ayet vardır. Mekkî dönemin Medeni dönem gibi ayrıntılarıyla ortaya konmadığındandır bu. Bu yüzden, iniş dönemlerini tesbit etmek için surelerin kendilerine ve içten içe verdiği delillere bağlı kalmak durumundayız; tartıştıkları konular, ele aldıkları sorunlar, taşıdıkları üslup veya nüzul sebeplerine ve ilgili olaylara doğrudan veya dolaylı telmihleri gibi. Sahip olduğumuz deliller ancak bu kadar olduğundan, şu veya bu sure veya şu ya da bu ayetin şu veya bu nedenle indiğini kesinlikle söylemiyoruz. En fazla yapabildiğimiz, bir surenin verdiği iç delili Hz. Peygamber’in (s.a.) Mekke’deki hayatını dolduran olaylarla karşılaştırıp, sonra surenin döneme ait olduğu hakkında azami ölçüde doğru bir sonuca varmaktır.
Bütün söylediklerimizi gözönüne alırsak, Hz. Peygamber’in (s.a.) Mekke’deki misyonunun tarihini dört döneme ayırabiliriz:
Birinci Dönem: Onun risaletle görevlendirilmesiyle başlar ve üç yıl sonra peygamberliğini açıkça ilân etmesiyle sona erer. Bu dönemde, mesaj gizli gizli bazı seçkin kişilere götürülüyor ve genelde Mekke halkı bundan habersiz kalıyordu.
İkinci Dönem: Peygamberliğinin ilanından sonra iki yıl sürer. Bireysel karşı çıkışlarla başlar ve yavaş yavaş düşmanlık, alay, eğlence, suçlama, kötü sözler söyleme ve sahte propaganda şeklini alır. Sonraları nisbeten yoksul, zayıf ve çaresiz müslümanlara işkence etmek üzere gruplar oluşturulmuştur.
Üçüncü Dönem: İşkencelerin başlangıcından Peygamberliğin onuncu yılında Hz. Hatice ve Ebu Talib’in ölümüne kadar sürer. Bu dönem müslümanlara yapılan işkenceler öylesine vahşi ve zalimce bir durum almıştı ki, çokları Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmışlardı. Hz. Peygamber’e (s.a.) ve ailesi üyelerine karşı sosyal ve ekonomik boykot uygulanıyor ve Mekke’den ayrılmayan müslümanlar kuşatma altına alınan Şi’b-i Ebî Talib’e sığınmaya zorlanıyorlardı.
Dördüncü Dönem: Peygamberliğin 10. yılından 13. yılına kadar üç yıl sürmüştür. Bu, Hz. Peygamber (s.a.) ve izleyicileri için zorlu sınavlar ve elem verici işkenceler dönemiydi. Mekke’de hayat çekilmez hale gelmişti. Mekke dışında bile sığınılacak bir yer görünmüyordu. O kadar ki, Hz. Peygamber (s.a.) Taif’e gittiğinde, kendisine ne sığınma hakkı ne de koruma sözü verilmişti. Bunun yanısıra, hacc nedeniyle İslâm çağrısını kabul etmeleri için her Arap kabilesine başvuruyor ve her cepheden açık redle karşılaşıyordu. Aynı zamanda Mekke halkı; ya öldürerek, ya tutuklayarak, ya da kentlerinden sürerek kendisinden kurtulmak için danışmalarda bulunuyorlardı. İşte bu en kritik zamanda Allah Yesrib’de Ensar’ın kapılarını İslâm’a açtı ve Hz. Peygamber (s.a.) buraya hicret etti.
Hz. Peygamber’in (s.a.) Mekke’deki hayatını bu şekilde dört döneme ayırdıktan sonra, bizim için herhangi bir Mekkî surenin nüzul zamanını mümkün olduğu kadarıyla tesbit etmek artık kolaylaşmış olmaktadır. Çünkü, belli bir döneme ait olan sureler diğer dönemlere ait olanlardan konuları ve üslûplarıyla ayırt edilebilmektedirler. Bunun yanısıra, inmelerine neden olan durum ve olaylara ışık tutacak telmihler de içermektedir. Bundan sonraki Mekkî surelerde, herbir surenin nüzul zamanını o dönemin ayırıcı özelliklerine dayanarak tesbit edecek ve ‘Giriş’te belirteceğiz.
ÖZET
Ana Konu: İslâm inancı.
Bu sure, İslâm inancının tevhid, ahiret ve nübüvvet gibi belli başlı ilkelerini ve onların günlük hayata uygulanışlarını farklı yönlerden tartışır. Bunlarla birlikte muhaliflerin yanlış inançlarını reddeder, itirazlarına cevap verir, kendilerini uyarır ve o zaman çeşitli işkencelere uğrayan Hz. Peygamber’i, (s.a.) izleyicilerini teselli eder. Kuşkusuz bu temalar ayrı başlıklar halinde ele alınmakta, olağanüstü güzellikte birbirleriyle iç içe incelenmektedir.
Konular ve Birbirleriyle Olan Bağlantıları:
1-12: Bu ayetler giriş ve uyarma niteliğindedir. Kâfirler, İslâm inancını kabul etmezler ve Her Şeyi-Bilen ve Her Şeye-Kadir’den gelen Vahy’in gösterdiği ‘Işığı’ izlemezlerse, kendilerinden önceki kâfirlerin uğradıkları aynı kötü sonuca uğrayacakları konusunda uyarılmaktadırlar. Peygamber’i (s.a.) ve ona indirilen Vahy’i reddetmek noktasındaki delilleri reddedilmekte ve kendilerine tanınan süreye aldanmamaları için ikaz olunmaktadırlar.
13-24: Bu ayetler tekrar tekrar tevhid’in üzerinde durmakta ve onun kabülü yolunda en büyük engel olan şirk’i reddetmektedir.
25-32: Bu ayetlerde, kâfirleri iman ilkeleri’ni reddetmelerinin doğuracağı sonuçlar karşısında uyarmak için ahiret hayatının tasviri bir manzarası sunulmaktadır.
33-73: Başlıca konu, Hz. Peygamber (s.a.) açısından tartışılan Nübüvvet (Peygamberlik), onun misyonu, gücünün sınırları, izleyicilerine karşı tavrı ve bunların kâfirler açısından da ele alınışıdır.
74-90: Aynı konuya devamla, İbrahim Peygamber’in hikâyesine dönülmekte ve böylece putperest Araplara, karşı çıktıkları Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a) misyonunun İbrahim Peygamber’inkiyle (a.s) aynı olduğu hatırlatılmaktadır. Araplar kendilerini İbrahim’in izleyicileri kabul ettiği, (özellikle Kureyş) onun soyundan olmakla övündüğü için böyle bir tartışma çizgisi benimsenmektedir.
91-108: Hz. Peygamber’in (s.a) Peygamberliğinin bir diğer delili kendisine Allah tarafından indirilen Kitap’tır. Çünkü bu kitabın öğretileri akide ve uygulama açısından doğru yönü göstermektedir.
109-154: Putperest Arapların bâtıl sınırlamalarına karşılık ilâhî sınırlamalar ortaya konulmakta ve böylece ikisi arasındaki çarpıcı farklılıklar gösterilerek Kur’an’ın vahyedilmiş Kitap olduğu ispatlanmaktadır.
160: Putperest Arapların yanısıra 144-147. ayetlerde eleştirilen Yahudiler Kur’an’ın öğretilerini Tevrat’inkilerle karşılaştırarak, aradaki benzerliği görmeye ve Kur’an karşısındaki geçersiz mazeretlerini bırakarak, kıyamet günü’nün azabından kurtulmak için onun hidayetini benimsemeye çağrılmaktadır.
165: Sure’nin sonucu buradadır: Güzel ve zorlayıcı bir biçimde Hz. Peygamber’e (s.a.) korkmadan İslâm inancının ilkelerini ve anlamlarıyla birlikte sonuçlarını ilân etmesi emredilmektedir.
Rahman Rahîm olan Allah’ın adıyla
1 Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah’adır. (Bundan) Sonra bile küfre sapanları, Rablerine (birtakım varlıkları ve güçleri) denk tutuyorlar.1
2 Sizi çamurdan yaratan,2 sonra bir ecel belirleyen O’dur. Adı konulmuş ecel,3 O’nun katındadır. Sonra siz (yine) kuşkuya kapılmaktasınız.
3 Göklerde ve yerde Allah O’dur. Gizlinizi ve açığınızı bilir; kazanmakta olduklarınızı da bilir.
4 Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyiversin, mutlaka ondan yüz çevirirler.
5 Kendilerine hak gelince, onu yalanladılar; fakat alaya almakta olduklarının haberleri onlara gelecektir.4
6 Kendilerinden önce nice kuşakları yıkıma uğrattığımızı görmüyorlar mı? Biz, sizi yerleşik kılmadığımız bir biçimde onları yeryüzünde (büyük bir güç ve servetle) yerleşik kıldık; gökten üzerlerine sağanak (bol yağmurlar) yağdırdık, nehirleri de altlarından akar yaptık. Ama günahları nedeniyle biz onları yıkıma uğrattık ve arkalarından başka kuşaklar (inşa edip) oluşturduk.
7 Biz Kitabı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek ve onlar ona elleriyle dokunsalar bile, küfredenler, tartışmasız: “Bu apaçık bir büyüden başkası değildir” derler.
AÇIKLAMA
1. Ayetin, yer’in, göklerin, ay’ın ve güneş’in yaratıcısı olarak gündüzü ve geceyi meydana getiren Allah’ı kabul eden müşrik Araplara seslendiği hatırda tutulmalıdır. Bu Araplardan hiçbiri, bütün bunların Lât veya Hübel veya Uzza, ya da bir başka tanrı veya tanrıçaları tarafından yaratıldığına inanıyor değildi. Bu bakımdan Allah kendilerine sanki, “Ey aptal insanlar! Kendiniz göklerin ve yer’in yaratıcısının Allah olduğunu kabul ederken, nasıl olur da daha başka tanrılar edinir ve önlerinde secde ederek, kendilerine kurbanlar keser ve ihtiyaçlarınızı sunar ve yardımlarını dilerseniz?” demektedir. (Bkz. Fatiha, an: 2 Bakara, an:163)
Zulm’ün çoğul şekli olan zulümat’ın nur’un karşıtı olarak kulanıldığı vurgulanmalıdır. Çünkü “karanlık” nurun (ışığın) yokluğudur ve pek çok türleri vardır.
2. Allah, insan vücudunun her parçası topraktan meydana geldiği için, “O sizi toprak (çamur)dan yarattı.” diyor.
3. “Ecel-i Müsemma”, tek tek her insanın yeniden hayata getirilip yeryüzündeki hayatından hesap vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkarılacağı ‘ahiret günü’dür.
4. Buradaki ‘haber’ Hz. Peygamber’in (s.a.) Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra olacaklara işarettir. Bu ayetin indiği zamanda, ne kâfirler, ne de müminler alacakları haberin niteliğini hayal bile edemiyorlardı. Öyle ki, Hz. Peygamber bile, Müslümanların yakın gelecekte kazanacakları başarıdan habersizdi.
8 Ve derler ki: “Ona bir melek indirilmeli değil miydi?”5 Eğer bir melek indirilseydi, elbette iş bitirilmiş olurdu da sonra kendilerine göz açtırılmazdı.6
9 Onu eğer bir melek kılsaydık, elbette erkek (suretinde bir melek) kılardık ve mutlaka katmakta oldukları (şüpheleri) yine katardık.7
10 Andolsun, senden önceki peygamberler de alaya alındı da kendisini alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi.
11 De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra yalanlayanların sonu nasıl oldu, bir görün.”8
AÇIKLAMA
5. Cahil itirazcılar; eğer Muhammed (s.a) gerçekten Allah tarafından bir elçi (rasûl) olarak gönderilmiş olsaydı, gökten bir melek inmeli ve halka “Bu Allah’ın Elçisidir, bu bakımdan kendisine itaat edin, yoksa cezalandırılacaksınız” diye ilân etmeli iddiasında bulunuyorlardı.
Cahil itirazcılar, göklerin ve yerin Yaratıcısının, Elçisi’ni kendisine hakaret edilecek ve düşmanları tarafından taşlanacak bir durumda nasıl bırakabileceğini anlayamıyorlardı. Böylesi büyük bir Hakim’in (Egemen) Rasûlü’nü düşmanlarından korumak, halka heybet vermek, kendisinin peygamberliğine inandırmak ve bir takım tabiat üstü yollarla emirlerini yerine getirmeleri için büyük bir ‘hassa’ ordusu veya en azından yanında bir melekle gelmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı.
6. Bunların itirazına verilecek birinci cevap şudur: Allah bir melek göndermiş olsaydı, kendilerini düzeltmek ve ıslah etmek için onlara hiçbir süre tanınmazdı. Kendilerine inanmaktan başka bir seçenek bırakmayacak şekilde hakikati çıplaklaştırmak için melek gönderilmemiş ve böylece onlara bir fırsat tanınmıştır. Açıktır ki, meleğin gelmesi dünyadaki hayatlarının amacı olan tutuldukları imtihanın boşa çıkması demek olurdu. Bu yüzden, herhangi bir melek gönderilmemiştir. İnsan imtihandan geçmeli ve görülmez hakikati onu çıplak gözle görmeden aklını ve düşünme güçlerini doğru yolda kullanarak keşfetmeli, sonra da bu hakikatin gerekleri doğrultusunda nefsini ve şehvetini kontrol altına almalıdır. İşte bu yüzden, ‘Görünmeyen’in (Gayb) imtihan gereği görünmez olarak kalması gerektiği açıktır.
İkincisi, imtihan dönemi olan dünya hayatı, “Görünmeyen” görünmez kaldıkça böyle olacaktır. “Görünmeyen (Gayb)” açık bir duruma gelir gelmez ‘bu dönem’ kendiliğinden sona erer ve imtihan yerini, imtihanın sonucunu görme zamanı alır. Bu yüzden, Allah size bir meleğin görünmesi isteğinize olumlu karşılık vermiyor. Çünkü Allah imtihan dönemi sona ermeden önce, sizi imtihan etmeyi bırakmak istemiyor. (Ayrıca bkz. Bakara, an: 228)
7. Geriye kalan tek seçenek insan şeklinde bir melek göndermekti. Allah, insan şeklinde bir melek göndermiş olsaydı, Hz. Muhammed’i (s.a) tanımakta duydukları güçlüğün aynısını onu tanımak için de duyacaklardı. Bu da kendilerini daha çok şüpheler içine itecekti. Bu bakımdan, Allah’ın Elçisi’nin bir melek ile gönderilmemesi onların yararınaydı.
8. Yani, “Mesaj”la alay edenler yeryüzünde dolaşıp kalıntıları görmeli ve önceki halkların tarihini incelemelidirler. Bunlar daha önce onların Hz. Muhammed’e (s.a) davrandıkları gibi davranmış bulunanların korkunç sonlarına tanıklık edecektir.
12 De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” De ki: “Allah’ındır.”9 O, rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizi kendisinden kuşku olmayan kıyamet gününde tartışmasız toplayacaktır. Nefislerini hüsrana uğratanlar, işte onlar inanmayanlardır.
13 Geceleyin de gündüzün de barınan her şey O’nundur. O, işitendir, bilendir.
14 De ki: “O, gökleri ve yeri yaratırken ve O, (hep) besleyip (hiç) beslenmezken, ben Allah’tan başkasını mı veli edineceğim?”10 De ki: “Bana gerçekten müslüman olanların ilki olmam emredildi ve: Sakın müşriklerden olma.” (denildi.)
15 De ki: “Şüphesiz ben, Rabbime isyan edersem o büyük günün azabından korkarım.”
16 O gün, kim ondan (azabtan) alıkonursa, elbette, O, onu esirgemiştir. İşte apaçık olan ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.
17 Şayet Allah sana bir zarar dokunduracak olursa, O’ndan başka bunu giderecek yoktur. Sana bir iyilik de dokunduracak olursa O, her şeye güç yetirendir.
18 O, kulları üzerinde kahredici olandır. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır.
AÇIKLAMA
9. Müşrikleri köşeye sıkıştırmanın güzel bir yoludur bu. Önce Allah, Rasûlü’ne onlara “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” diye sor diyor, soru soruluyor ve cevap bekleniyor. Fakat, cevap ne olumlu ve ne de olumsuz olacağından karşıdakiler sessiz kalıyor. “Her şeyin Allah’a ait olduğuna” inandıkları için inkâr yoluna da gidemiyorlar. Karşılarındakine, kendi şirk inançları aleyhinde delil vermiş olacakları için olumlu bir cevap da vermiyorlar. Allah böylece onları kritik bir duruma soktuktan sonra, Rasûlü’ne “Her şey Allah’ındır de.” emrini veriyor.
10. Burada ince bir delil vardır: Müşriklerin Allah’ın yanısıra tanrılar olarak kabul ettikleri herşey kendi bağlılarını beslemek yerine, onlardan beslenmek durumundadır. Hiçbir Firavun uyruğundan vergi almadıkça çevresini kuramaz; hiçbir aziz, kendisine tapınanlar onun için bir mozole inşa etmedikçe tapınmaya değer görülmez. Hiçbir tanrı, bağlıları putunu yapıp, onu büyük bir tapınağa yerleştirip süslemedikçe bir tanrı olamaz. Demek oluyor ki, tüm yapay tanrılar hizmetçilerine muhtaçtır. Kimseye muhtaç olmayıp, her şeyin kendisine muhtaç bulunduğu yalnızca O Allah’tır, hiçbir destekçisinin desteğine muhtaç değildir.
19 De ki: “Şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Allah benimle sizin aranızda şahiddir.11 Sizi -ve kime ulaşırsa- kendisiyle uyarıp-korkutmam için bana şu Kur’an vahyedildi. Gerçekten Allah’la beraber başka ilahların da bulunduğuna siz mi şahidlik ediyorsunuz?”12 De ki: “Ben şehadet etmem.”13 De ki: O, ancak bir tek olan ilahtır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.
20 Bizim kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu, çocuklarını tanır gibi tanırlar14 kendilerini hüsrana uğratanlar işte onlar inanmayanlardır.
21 Allah’a karşı yalan düzüp-uydurandan15 veya O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir?16 Hiç şüphesiz o zalimler kurtuluşa ulaşamazlar.
22 Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: “Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?”
23 (Bundan) Sonra onların: “Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik” demelerinden başka bir fitneleri (mazeretleri) olmadı (kalmadı).
AÇIKLAMA
11. Yani, “Allah, benim kendisi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğuma, söylediğim her şeyin de O’ndan olduğuna şahittir.”
12. Onlara, Allah’ın ortağı veya ortakları bulunduğu hakkında bilgileri olup olmadığı sorulmaktadır ki, yalnızca tahmin veya zan hiçbir şeyi doğrulamaya yetmez ve kimse, hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığı bir şeye kesin bir tanıklıkta bulunamaz. Daha sonra ortaya şu konulmaktadır: Allah’tan başka otorite sahibi bir başka Hâkim bulunduğu konusunda hiçbir bilgiye sahip değilsiniz, o halde, Allah’tan başkasına hizmet etmeniz veya tapınmanız doğru değildir.
13. Yani, “İsterseniz bilgi sahibi olmadan da yalan şahitlikte bulunabilirsiniz; bana gelince, ben böyle bir şahitlikte bulunmam.”
14. Burada, Vahyedilmiş Kitaplar’ın bilgisine sahip olanların, ilâhlığında hiçbir ortağı bulunmayan tek bir İlâh’ın bulunduğunu kesinlikle bildikleri belirtilmektedir. Bir insanın kendi oğlunu binlerce başka çocuk arasında kolayca seçebilmesi gibi, onlar da Allah hakkındaki yığınla değişik inanç ve teori arasından doğru olan inancı görebilirler.
15. “Yalan iftira”; ilâhlığında Allah’a ortaklar bulunduğu ve onların da tapınmaya değer olduğu iddiasıdır. Bizzat Allah’ın şunu veya bunu kendi özel çevresi yaptığı ve ilâhî niteliklerin onlara da verilip, onlara da Allah’a gösterilen saygı vs. gösterilmesi gerektiğini emrettiği (veya en azından onayladığı) da ‘yalan iftira’dır.
16. “Allah’ın ayetleri”, kâinatta tek bir ilâhın bulunduğu ve başka her şeyin O’nun kulları olduğu gerçeğini gösteren işaretlerin tümüdür. Bu ayetler tüm kâinata yayılmış bulunmaktadır. Bizzat insanın kendisinde ve peygamberlerin karakterleri ve en büyük başarılarıyla birlikte Vahyedilmiş Kitaplar’da da bulunur. Bu yüzden, tüm bu ayetlerin karşısında İlâhî nitelikleri başka şeylere de veren ve onları İlâhî haklara değer gören gerçekte büyük bir zulüm suçu işlemiş demektir. Hiçbir delil, bilgi, gözlem ve tecrübeye sahip olmadan yalnızca zan veya tahmin veya ataların geleneklerine dayanarak başka şeylere de İlâhî nitelikler vermek cidden büyük bir zulümdür. Böylesi bâtıl bir inanca sahip kişi, Hakk’a, Hakikate, bizzat kendisine ve kâinat’ta ilişki içinde bulunduğu her şeye ve herkese zulmetmektedir.
24 Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup-uzaklaştı.
25 Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık.17 Onlar, hangi ‘apaçık-belgeyi’ görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o küfretmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: “Bu, öncekilerin uydurma-masallarından başka bir şey değildir” derler.18
26 Onlar, hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar. Onlar, yalnızca kendi nefislerinden başkasını yıkıma uğratmazlar ama şuurunda değildirler.
27 Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: “Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık.”
28 Hayır, önceden saklı tuttukları kendilerine açıklandı.19 Şayet (dünyaya) geri çevrilseler bile, kendisinden sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten kâfirlerdir.
AÇIKLAMA
17. Burada Allah, onlardaki anlama, görme ve işitme bozukluklarının nedenini kendisine vermektedir. Çünkü, Tabiat Kanunu adı altında dünyada olup biten her şey gerçekte, bu Kanun’un yazanı olduğundan Allah’ın emriyle olmaktadır. Bu yüzden, bu Kanun’un işlemesi sonucu ortaya çıkan etkiler Allah’ın emri ve iradesiyle meydana gelir. İnatçı kâfirler, Elçi’nin mesajını dinler de görünseler, inatları, önyargıları ve isteksizlikleri tabiat kanununa göre melekelerini işlemez hale getirdiğinden gerçeği anlamaz, duymaz ve görmezler. İnada binen ve doğru, müttakî insanların tavrını benimsemeyen bir kişinin kalbinin tüm kapılarını tutkularına aykırı gelen her türlü gerçeğe karşı kendiliğinden kilitleneceği bir kanundur. Bu tabiî işlem insan diliyle tanımlandığında şöyle denir: “Şu falanca veya filancanın kalbinin kapıları kilitlenmiş.” Fakat, emri ve izni olmadan hiçbir şeyin meydana gelemeyeceği Allah aynı olguyu,” Falanca veya filancanın kalbinin kapılarını kilitledik” şeklinde tanımlayacaktır. Çünkü, insan bir şeyi meydana geldiği şekliyle tanımlarken, Allah meydana gelişin gerçek niteliğini ifade eder.
18. Bu aptal insanların mesajı red için ileri sürdükleri özür budur. Onlar, “Elçi’nin bizi çağırdığı mesaj’da yeni hiçbir şey yok. Bu daha önce de işitip durduğumuz mesaj’ın aynısı” derler. Bu aptal kişilere göre, eski, gerçek olamayacağından, gerçek olması gereken mesajın, yeni olması gereklidir. Oysa, mesaj her zaman için birdir, aynıdır ve böyle olmaya devam edecektir. İnsanların hidayeti için en eski zamanlardan beri gelen Allah’ın Elçileri daima aynı mesajı iletegelmişlerdi; aynı şekilde Hz. Peygamber de (s.a.) aynı eski mesajı sunuyordu. Kuşkusuz, yalnızca İlâhî Işık’tan yoksun olanlardır ki, bu sonsuz hakikati göremezler, yeni şeyler icat edebilirler ve uydurdukları teorileri “bizden önce kimsenin iletmediği yeni bir mesajımız var” diyerek gerçekmiş gibi sunabilirler.
19. Yeniden dünyaya dönebilirlerse Mesaj’a inanacakları şeklinde ortaya koydukları arzu, herhangi bir doğru düşünme ve akıl yürütmenin veya kalplerinde ve zihinlerinde herhangi bir gerçek değişimin değil, artık en inatçı kâfirin bile inkâra yeltenemeyeceği hakikat’e şahit olmanın sonucudur.
29 Onlar dediler ki: “Bu dünya hayatımızdan başkası yoktur. Ve bizler diriltilecekler değiliz.”
30 Rablerinin karşısında durdurulduklarında onları bir görsen: (Allah:) “Bu, gerçek değil mi?” dedi. Onlar; “Evet, Rabbimiz hakkı için” dediler. (Allah:) “Öyleyse küfredegeldikleriniz nedeniyle azabı tadın” dedi.
31 Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır. Öyleki, saat (kıyamet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: “Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar bize…” derler. Dikkat edin, o işleyip-yüklendikleri ne kötüdür.
32 Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değil.20 Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?
33 Kesin olarak biliyoruz ki, onların söyledikleri seni gerçekten üzüyor. Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler, Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar.21
34 Andolsun senden önce de peygamberler yalanlandı; onlara yardımımız gelinceye kadar yalanlandıkları ve eziyete uğratıldıkları şeye sabrettiler. Allah’ın sözlerini (va’dlerini) değiştirebilecek yoktur.22 Andolsun, gönderilenlerin haberlerinden bir bölümü sana da geldi.
AÇIKLAMA
20. Bu, dünya hayatının gerçek dışı, boşuna ve ciddî hiçbir amaç taşımadan yalnızca bir oyun ve eğlence olduğu anlamına gelmez. Demek istenen; sonsuz ahiret hayatına oranla geçici dünya hayatının, kişinin dinlendikten sonra yeniden döndüğü ciddi bir iş arasında verilen dinlenme ve eğlence gibi olduğudur. Bunun yanısıra, burada sağ duyudan ve doğru görüşten yoksun kişileri yanlış anlayışlara itebilecek ve hayatı yalnızca oyun ve eğlenceden, oyalanmadan ibaret sayılabilecek şekilde yanlış kanaatlere götürebilecek pek çok aldatıcı görünümler bulunduğundan dünya hayatı oyun, eğlence ve oyalanmaya benzetilmiştir. Sözgelimi, dünya hayatında bir hükümdarın rolü; sahnede kral rolü oynayan, taç giyip gerçek bir kralın emirleri gibi uyulması gereken emirler veren, gerçekteyse bir kralın hiçbir gücüne sahip olmayıp, rejisörün emriyle tahtından indirilen, hapsedilen ve öldürülen bir aktörünkünden hiç de farklı değildir. Çevremizde gece gündüz dünya sahnesinde bu türde çok sayıda oyun sergilenmektedir. Bir ‘aziz’ veya bir ‘tanrıça’nın ihtiyaçlarının giderildiği bir ‘saray’ı vardır, oysa gerçekte bu sarayın hiçbir gücü yoktur. Sonra, bir başka aktör, hiç kimse bu tür bilgiye sahip değilken, gayb ve gelecekle ilgili kehanette bulunur. Yine bir başkası, kendi dışındakileri besler pozu takınır, gerçekteyse kendisi başkaları tarafından beslenmeye muhtaçtır. Yine bir diğeri daha vardır ki, sanki başkalarına onur ve yarar ya da zarar ve leke verme gücüne sahipmiş gibi, çevresindeki herşeyin mutlak hakimi benim dercesine kibirli davranır; oysa kendisi güçsüz ve zavalı bir biçaredir. Şans rüzgârı dönüverdi mi, yüksek ululanma basamaklarından en derin aşağılık çukurlarına yuvarlanıp gider.
O kadar ki bir despot olarak üzerlerine hükmetiği insanların ayakları dibine düşer. Hayat sahnesinde sergilenen tüm bu oyunlar ölümle birden kesiliverir. Sonra, bir başka dünyaya geçer ve herşeyi gerçek rengiyle görür. O zaman dünya hayatında varılan tüm yanlış anlayışlar giderilecek ve herkese ölümden sonraki hayat için kazandığının gerçek değeri gösterilecektir.
21. Allah’ın vahyettiklerini karşılarında okumaya başlamadan önce tüm kabile halkının Hz., Peygamber’i (s.a.) doğru ve dürüst bir insan olarak kabul ettiği gerçektir. Ne zaman Allah’ın Mesaj’ını tebliğe başlamış, o zaman yalanlanmıştır. Fakat, o zaman bile kimse Hz. Muhammed’i (s.a) sahtekârlıkla suçlamaya cür’et edememiş, en azılı düşmanları bile hiçbir zaman onu dünyevî bir konuda yalan söylemekle töhmet altına alamamıştır. Yalanlanan peygamber Hz. Muhammed’di; (s.a.) öyle ki, Hz. Peygamber’in (s.a.) düşmanlarının en azılısı olan Ebu Cehl, Hz. Peygamber’le (s.a.) olan bir konuşmasında “Biz sana yalancı demiyoruz, fakat ileri sürdüğün şeye sahte diyoruz” demiştir. Bedir savaşında Ahnes bir Şerik, Ebu Cehl’e gizlice sordu: “Burada ikimizden başka üçüncü bir kişi yok. Doğru söyle, Muhammed’i bir yalancı olarak mı görüyorsun, yoksa gerçekten doğru biri olarak mı?” Ebu Cehl’in cevabı şöyle oldu: “Allah’a yemin olsun ki, Muhammed doğru bir insandır ve hayatı boyunca tek bir yalan bile söylememiştir. Fakat, zâten kabilenin bayrağını taşıma, hacılara su verme ve Kâbe’nin anahtarlarını ellerinde bulundurma ayrıcalığına sahip olan Kusay Oğulları Peygamberliğin alıcıları olarak da kabul edilirse, Kureyş’ten geriye kalanlara ne düşer?” İşte bu nedenle Allah, “Yalancı olarak reddettikleri sen değilsin, onlar bizim mesajımızı reddediyorlar; biz her şeye sabreder ve onlara süre üstüne süre verirken, sen ne diye kaygılanırsın?” diye Rasûlü’nü teselli etmektedir.
22. Burada sözü edilen Allah’ın kelimeleri, doğruyla yanlış arasındaki çatışmayla ilgili olan kanun’dur. Bu kanun’a göre, doğru ve takvâ sahibi insanların sabır, dayanıklılık ve doğruluklarını, fedakârlık ve vefakârlıklarını, imanlarındaki sağlamlığı ve Allah’a olan güvenlerini kanıtlamaları için uzun bir süre imtihana tabi tutulmaları gerekmektedir. Böylece onlar zorluklara ve musibetlere uğrayacaklar; ancak bu zor ve engebeli yoldan geçmekle öğrenilen yüksek ahlâkî nitelikleri geliştirecekler ve ancak bu silâhlarla küfr karşısındaki savaşı kazanabileceklerdir. Yine, bu kanun’a göre, yeterliliklerini kanıtladıklarında, kendilerine desteklemek üzere Allah’ın yardımı tam zamanında gelir ve hiçbir zaman bu yardım, zamanı dolmadın elde edilemez.
35 Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsan (öyle yap).23 Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidayet üzere toplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma.24
36 Ancak dinleyenler icabet eder. Ölüleri (ise,)25 onları da Allah diriltir. Sonra O’na döndürülürler.
37 “Ona Rabbinden bir ayet indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Şüphesiz Allah, ayet indirmeye güç yetirendir.” Ama onların çoğu bilmezler.26
AÇIKLAMA
23. Ne zaman Hz. Peygamber (s.a.) sürekli tebliğine rağmen kavminin mesajı kabul etmediğini hissetse, o zaman mesajı kabul etmekten başka bir seçenekleri kalmasın diye Allah’ın açık bir ayet göndermesini arzulardı. Bu ayette Allah Resulü’nü (s.a.) uyarmakta ve şöyle demektedir: “İnatları karşısında sabırsızlık gösterme, görevini bizim çizdiğimiz yolda ısrarla yerine getirmeye devam et. Eğer bu görev mucizelerle yerine getirilecek olsaydı, bunu bizzat kendimiz yapamaz mıydık? Fakat, istenilen zihni ve ahlakî devrimin gerçekleşmesi ve senin oluşturmak üzere bir elçi olarak atandığın müttaki toplumun kurulması için bu yöntemin uygun olmadığını biz biliyoruz.
Bununla birlikte, eğer kayıtsızlıklarının ve inkârlarının yol açtığı gönlünün acısına katlanamıyorsan ve kabul edebilecekleri apaçık bir ayetin onların zihinlerindeki katılığı kırabileceğini düşünüyorsan, o zaman kendin öyle bir ayet getirmeye uğraş; gücün yeterse yer katmanlarını del geç veya göklere çık. Fakat sünnetimizde böyle bir şeye yer olmadığından bu arzunu yerine getirmemizi Biz’den bekleme.”
24. Bu, Allah’ın amacının tek tek her insanın şu veya bu şekilde hidayet’i kabule zorlanması olmadığını vurgulamak içindir. Allah’ın amacı böyle olmuş olsaydı, o zaman insanları melekler gibi, ta doğumlarından muttakî olacak şekilde yaratırdı. Peygamberler ve kitaplar göndermeye, Allah’ın Yolu’nun yavaş yavaş yerleşmesi için müminleri kâfirlerle çatışmaya sokmaya hiç gerek kalmazdı. Allah Hakk’ın, insanlara akli yoldan sunulmasını ister. Öyle ki, akılları Hakk’a yatanlar onu zorlanmadan kabul etmeli ve sonra kâfirlere karşı ahlakî üstünlüklerini kanıtlayacak şekilde Hakk’a (Gerçeğe) uygun olarak karekterlerini oluşturmalıdırlar. Hakk’ın bağlıları bu yolla insanlar içindeki en iyileri Hakk’a çekerler ve yüksek idealleri, en güzel hayat prensipleri, temiz karakterleri, güçlü delilleri ve kâfirler karşısındaki yılmaz mücadeleleriyle Yol’u kurmayı başarırlar. Sonra Allah hidayeti kendilerine garanti eder ve muhtaç olup hak ettikleri her aşamada da yardımını gönderir. Buna karşın, bu tabiî süreç yerine Allah’ın tabiatüstü bir yöntem benimseyip, halkın zihninden bâtıl fikirleri çıkararak, yerlerine doğru olanları getirmesini ve böylece şer medeniyeti yerine hayır medeniyeti kurmayı isteyen varsa bilmelidir ki, böyle bir istek, Allah’ın insanı yaratma düzeninin hikmetine aykırı olduğundan yerine gelmeyecektir. O insanı sorumlu bir varlık olarak yaratmış, kendisine eşyayı kullanma gücü bahşetmiş, hem iyi, hem kötü yolda davranma özgürlüğü vermiş, imtihanına hazırlanması için belli bir süre tanımış ve imtihanın sonucunu ameline göre ceza veya mükâfat şeklinde açıklama zamanını da belirlemiştir.
25. “İşitenler”, vicdanları uyanık olanlar, doğruyla yanlış arasındaki aklî yargıda bulunmaya çalışanlar, kasden ve inatla kalplerinin kapılarını kilitlemeyenlerdir.
“Ölüler” ise, körü körüne bir yola girip, onu bırakarak, apaçık olduğu halde Doğru Yol’u izlemeye hazır olmayanlardır.
26. Burada, “Ayet” apaçık bir mucize demektir. Gücü yetmediğinden değil, fakat anlamadıkları bir hikmetten dolayı Allah’ın bir ayet göstermeyeceği ifade olunmaktadır. (Bkz. an: 6)
38 Yeryüzünde hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap’ta hiç bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır.
39 Bizim ayetlerimizi yalan sayanlar karanlıklar içinde sağırdırlar, dilsizdirler.27 Allah, kimi dilerse onu şaşırtıp-saptırır, kimi dilerse de onu dosdoğru yol üzerinde kılar.28
40 De ki: “Düşündünüz mü hiç; eğer size Allah’ın azabı gelirse ya da saat (kıyamet) gelip çatarsa, Allah’tan başkasını mı çağıracaksınız? Eğer doğru sözlüler iseniz (çağırın bakalım.)”
41 Hayır, yalnızca O’nu çağırırsanız, dilerse kendisini çağırdığınız şeyi açar (giderir) ve şirk koşmakta olduklarınızı unutursunuz.29
42 Andolsun, senden önceki ümmetlere (peygamberler) gönderdik de onları dayanılmaz zorluk (yoksulluk) ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye.
43 Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi.
AÇIKLAMA
27. Yani, “Eğer bu peygamberin getirdiği mesajın gerçek veya sahte olduğuna karar vermeniz için bir ayet görme isteğinizde gerçekten ciddi iseniz, çevrenizde bol bol görülen sayısız ayetleri görmeli ve üzerlerinde düşünmelisiniz. Sözgelimi, hayvanların hayatına baktığınızda, yer hayvanları ve kuşlar içindeki her bir türün beden yapısının fonksiyonuna ne kadar da uygun düştüğünü göreceksiniz; fıtratlarına kazınan karakter ve nitelikler tüm ihtiyaçlarını gidermede yardımcı olamakta, harika bir şekilde beslenmeleri sağlanmakta ve hayat süreleri şu veya bu biçimde sınırlarını aşmayacak şekilde önceden tesbit edilmiş bulunmaktadır. Yine Allah, bırakın tek tek her kuşun, en küçük bir sineğin bile bakımını, korunmasını, nerede olursa olsun yolunu bulmasını, kendisi için tesbit ettiği fonksiyonların yerine gelmesini sağlamaktadır. Kısaca bu sineğin yapısı, taşıdığı fonksiyonla uyum içindedir. Onun ihtiyaçlarını giderecek güçler verilmiştir. Yemesi için seçkin gıdalar hazırlanmıştır. Doğumu, üremesi ve ölümü düzenli ve sâbit bir plan dahilinde olmaktadır. Yalnızca bu ayet üzerinde olsun dikkatle düşündüğünüzde, şu peygamberin Allah’ın birliği, sıfatları ve bunlar üzerine kurulu hayat biçimiyle ilgili öğretilerinin ne kadar da doğru olduğunu kavrayacaksınız. Fakat, ne açık sözlerle bu ayetleri görmeye çalışıyorsunuz, ne de peygamberin getirdiği mesajı dinlemeye. Bunun sonucunda da cehalette yuvarlanıyor, bu yüzden de sadece vakit geçirmek için harika mucizeler görmek istiyorsunuz.”
28. Allah’ın onları sapıtması şöyledir: 1- Cehalet içinde kalmak isteyene ayetlerini gözlemleme fırsatı tanımaz; 2- Ayetlerini görmesi gerekse bile önyargılarının kurbanı olan kişiden gerçeğin işaretlerini gizler, onu yanlış anlamalar içine yuvarlar, böylece gittikçe gerçek’ten daha çok uzaklaştırır. Öte yandan, gerçeği arayanı ise, ona bu gerçeği bulabilmesi için bilgisini kullanma fırsatı tanıyıp, gerçeğe götüren işaretleri göstererek Doğru Yol’a iletir.
Günlük hayatımızda bu türleri görür dururuz. Gözlerinin önünde, gerek kendi üzerlerinde, gerekse kâinata sayısız ayetler yayılmış bulunduğu halde, hayvanlar gibi ne onları gözlemleyen, ne de onlardan ders almaya bakan milyonlarca insan vardır. Yine, zihinlerini ve kalplerini imanla aydınlatabilecek olan bu ayetleri gözlemledikleri halde, salt maddi kazançlar uğruna incelemelere önyargılı zihinlerle başladıklarından gerçeğe götürücü hiçbir ayet görmüşe benzemeyen fizikçiler, kimyacılar, hayvanbilimciler, botanikçiler, biyologlar, jeologlar (yerbilimcileri), astronomlar (gökbilimcileri), fizyologlar, anatomiciler, tarihçiler, arkeologlar…vardır. Gerçeğe varmak şöyle dursun, her ayet bunları ateizme, inkara materyalizme ve tabiata tapınmaya götürmektedir.
Fakat, bütün bu tiplere karşılık, kâinattaki harikaları ve tabiattaki olguları açık göz ve açık kalplerle gözlemleyip, çevresini Allah’ın ayetleriyle kuşatılmış bulan, öyle ki, tek tek her yeşil yaprakta bile O’nun ayetini görenler de vardır.
29. ‘Ayet’ isteklerine göre cevap olarak kafirlere, çevrelerinde bir değil, sayısız ayetin bulunduğu anlatılmış ve ayet-38’de dikkatleri, bir kuşun, bir yer hayvanının hayatındaki esrara çekilerek, böylece Allah’ın ayetlerini görecekleri belirtilmişti. Burada, 40-41. ayetlerde ise, kafirler bizzat kendi üzerlerinde görebilecekleri bir başka ayete çekilmektedirler. Başına bir musibet geldiğinde veya tüm korkunçluğuyla ölümle karşılaştığında insan Allah’tan başka sığınacak hiçbir şey bulamaz. Böyle durumlarda, en katı putperestler bile kendi tanrılarını unutarak, Allah’ın yardımına can atarlar. Aynı şekilde en inatçı ateistler çaresizlik anında kurtuluş için ister istemez Allah’a yalvarırlar. Bu ayette insanın kendi zihni durumu burada gerçeğin bir göstergesi olarak sunulmaktadır. Çünkü bu, bir Allah’ın varlığına ve her insanın kalbinin derinliklerinde yatan Allah’a ibadet ihtiyacına açık bir delildir. Bu ihtiyaç ve eğilim gaflet ve cehaletle perdelenebilse de, zaman zaman musibetlerin etkisiyle yüzeye çıkar.
İslâm’ın başdüşmanlarından Ebu Cehl’in oğlu İkrime böyle bir ayeti gördüğünde İslâm’a geçmiştir. Hz. Peygamber Mekke’yi fethettiği zaman İkrime Cidde’ye kaçmış, oradan da deniz yoluyla Habeşistan’a geçmişti. Yolculuk esnasında gemiyi batıracak şiddette bir fırtına çıktı. Önce yolcular yardım için tanrı ve tanrıçalarına yalvarmaya başladılar. Fakat, geminin batmak üzere olduğu korkusuna kapılacakları derecede fırtına şiddetlenince hep bir ağızdan, “Şimdi Allah’tan başkasına yalvarmanın zamanı değil, çünkü bizi ancak o kurtarabilir” diye bağırdılar. Bu İkrime’nin gözlerini ve kalbinin kilitlerini açtı: “Eğer burada bize Allah’tan başka yardım edecek yoksa, bir başka yerde nasıl olabilir, Muhammed’in (s.a) yirmi yıldır bize öğrettiği ve bizim de kendisiyle savaşa tutuştuğumuz da bu” diye düşündü. İkrime’nin hayatında en önemli andı bu an. Allah’la şu şekilde sağlam bir ahd yaptı: “Eğer bu fırtınadan kurtulursam doğruca Peygamber Muhammed’e (s.a) gidecek ve onun izleyicisi olacağım.” Allah onu fırtınadan kurtardı ve o da ahdini yerine getirdi. Yalnızca müslüman olmakla kalmadı, hayatının kalan bölümünü de cihad’la İslâm’ın hizmetinde geçirdi.
44 Derken kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyleki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.
45 Böylece zulmeden topluluğun kökü kurutuldu. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’adır.
46 De ki: “Düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alıverir ve kalplerinizi mühürlerse,30 onları size Allah’tan başka getirebilecek ilah kimdir?” Bak, biz nasıl ayetleri ‘çeşitli biçimlerde açıklıyoruz da’ sonra onlar (yine) sırt çevirip-engelliyorlar?
47 De ki “Düşündünüz mü hiç; size Allah’ın azabı apansız ya da açıktan geliverse, zulme sapan kavimden başkası mı yıkıma uğrayacak?”
AÇIKLAMA
30. “..ve kalpleriniz üzerine mühür vursa”, “sizi düşünme ve anlama güçlerinden yoksun bıraksa” demektir.
48 Biz elçileri müjde vericiler ve uyarıp-korkutucular olmaktan başka (bir nedenle) göndermiyoruz. Şu halde kim iman ederse ve (davranışlarını) düzeltirse, artık onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak değildirler.
49 Ayetlerimizi yalanlayanlara, fıska sapmalarından dolayı azab dokunacaktır.
50 De ki: “Size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben, bana vahyedilenden başkasına uymam.”31 De ki: “Kör olanla, gören bir olur mu?32 Yine de düşünmeyecek misiniz?”
51 Rablerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’an’la) uyarıp-korkut; onlar için ondan başka ne veli’leri vardır ne şefaatçileri. Umulur ki korkup-sakınırlar.33
52 Sabah akşam -O’nun yüzünü (rızasını) dileyerek- Rablerine dua edenleri kovma.34 Onların hesabından senin üzerinde birşey (yükümlülük), senin hesabından da bir şey (yükümlülük) yoktur ki onları kovman gereksin. Yoksa zalimlerden olursun.35
AÇIKLAMA
31. Bu ayet peygamberlik hakkındaki aptalca düşünceleri silip atmakta ve Hz. Muhammed’in (s.a) peygamberlik iddiasına karşı yöneltilen saçma itirazları cevaplamaktadır. Akılsız kişiler her zaman bir peygamberin tabiat üstü bir kişi olması ve çeşitli harikalar göstermesi gibi aptalca düşünceler besleyegelmişlerdir. Sözgelimi, onun emriyle bir dağın altın kütlesine dönmesini, yerin dışarı hazineler fırlatmasını, peygamberin tüm insanlara geçmişlerini ve geleceklerini haber vermesini, kayıp bir şeyi bulmasını ve hasta bir kişinin iyileşip iyileşmeyeceğini, hamile bir kadının erkek mi, kız mı doğuracağını söylemesini bekliyorlardı. Peygamberlik iddiasında bulunan bir kişinin ortak insani eğilimlerinin olması gerektiğine de inanmıyordu onlar. Açlık veya susuzluk çeken, uyuma ihtiyacı duyan veya karısı çocukları olan, alış-veriş için pazara çıkan, zaman zaman ödünç para almak zorunda kalan ve yoksulluğa düşen bir kişinin peygamber olacağını düşünemiyorlardı.
Hz. Muhammed (s.a) Allah’ın Rasûlu olduğu iddiasını ortaya atınca, çağdaşları açıkladığımız türden aptalca düşünceleri ölçü kabul ederek kendisinden iddiasını doğrulamasını istediler. Kendisine gayble ilgili sorular soruyorlar ve tabiat üstü mucizeler göstermesini istiyorlardı. Onun kendileri gibi yiyeceğe ihtiyaç duyan ve su içen, karısı ve çocukları olan ve pazara çıkan, normal bir insan olduğu itirazını yükseltiyorlardı. Bütün bunlara cevap olarak Allah, peygamberine kendisinin hiçbir zaman tabiat-üstünlük iddiasında bulunmadığını, iddiasının yalnızca Allah’tan aldığı vahyi izlemek olduğu ve yalnızca bu ölçüye göre değerlendirilmesi gerektiğini ilân etmesini söylemektedir.
32. Buradaki soru onlara şu gerçeği hatırlatma amacı taşımaktadır: “Ben size sunduğum gerçekleri kendi gözlerimle görüyorum; yine ben onlar hakkında vahy yoluyla bilgi sahibi olmuş bulunuyorum. O halde, benim bu şekilde gözlerimle şahit olmam bir delildir. Buna karşılık siz bu gerçekler karşısında körsünüz.
Onlarla ilgili tüm düşünceleriniz yalnızca zanna, tahmine veya başkalarını körükörüne izlemeye dayalıdır. Dolayısıyle, sizinle benim aramdaki fark, görenle kör arasındaki fark gibidir. Sizin karşınızda bana üstünlük veren işte budur. Yoksa benim Allah’ın hazinelerine sahip olmam veya gaybı bilmem, ya da normal insanların ötesinde bulunmam değildir.
33. Yani, “Yalnızca bir gün yaptıklarının hesabını Allah önünde vereceklerine inananlara ve bir başkasının şefaatinin kurtulmalarında yardımcı olacağı şeklinde batıl ümitler beslemeyenlere karşı ilgi göstermelisin. Çünkü, bu ‘uyarı’ ancak bu tür kişiler üzerinde etki yapabilir. Yoksa ölüm ve bir gün Allah’ın huzuruna çıkacaklarını hiç düşünmeyecek derecede dünya hayatının zevklerine dalıp gitmiş olanlar üzerinde değil. Yine şu veya bu azizle olan ‘Mânevi’ ilgilerinden veya şu ya da bu kutsal kişinin kendi adlarına Allah önünde şefaatçilik yapacağından, ya da falancanın günahlarının kefaretini ödeyip gitmiş olduğundan dolayı ahirette kendilerine hiçbir zarar dokunmayacağı inancına kapılarak, bu dünyada neşelenmeye bakanlar üzerinde de bu ‘uyarı’nın herhangi olumlu bir etkisi olmayacaktır. Açıktır ki, böyle insanlara hiçbir uyarı fayda etmez.
34. Bu ayette Allah, Kureyş şeflerinin Hz. Peygamberin (s.a.) izleyicileriyle ilgili olarak yönelttikleri itirazları cevaplamaktadır. İslâm’ı köleler, hizmetçiler ve benzerlerinden oluşan toplumun aşağı kesiminin kabul ettiğini söylüyorlardı; onlar: Bilâl, Ammar, Suheyb, Habbab vs. (Allah onlardan razı olsun) gibi arkadaşları olduğu için peygamberi kınıyorlar ve alay ederek, bunlar mıdır Allah’ın içimizden lâyık gördüğü (şerefli) kişiler?” diye soruyorlardı. Onların içinde bulunduğu durumla eğlenmekle yetinmiyorlar ve yoksulluklarından dolayı onları iğneleyerek, “Bugün müminerin ‘dindar’ grubunu oluşturan şu kişilerin geçmişlerine bakın bir de” diyorlardı. Allah Peygamber’ine (s.a.) Kureyş şeflerinin bu tür kabalıkları karşısında şevkinin kırılmamasını öğütlemektedir.
35. Yani, “Onları kovman için hiçbir neden yok. Eğer geçmişte kötü bir şeyi yapmışlarsa, bunun hesabını verecek olan yine kendileridir, sen değilsin, çünkü herkes yaptığı hayr ve şerr’in karşılığını görecektir. Bu bakımdan ne senin işlediğin hayırlı ameller onların hesabına yazılacak, ne de sen onların herhangi bir kötü amelini yükleneceksin. Yalnızca gerçeğin arayıcıları olarak geliyor onlar sana; ve böyleyken, kendilerine tepeden bakman ve huzurundan kovman bir zulüm olur.”
53 Böylece: “Allah içimizden bunlara mı lütufta bulundu?” demeleri için onlardan bazısını bazısıyla denedik.36 Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi?
54 Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: “Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır, esirgeyendir.”37
55 Suçlu-günahkârların yolu apaçık ortaya çıksın diye, ayetlerimizi işte böyle birer birer açıklamaktayız.38
56 De ki: “Ben, sizin Allah’tan başka tapmakta olduklarınıza tapmaktan nehyedildim.” De ki: “Ben sizin heva (istek ve tutku)larınıza uymam; yoksa bu durumda ben şaşırıp sapmış ve doğru yolu bulmamışlardan olurum.”
57 De ki: “Ben, gerçekten Rabbimden kesin bir belge üzerindeyim, siz ise onu yalanladınız. Sizin kendisine acele ettiğiniz (azab) da yanımda değildir.39 Hüküm yalnızca Allah’ındır. O doğru haberi verir ve O ayırd edenlerin en hayırlısıdır.”
58 De ki: “Kendisine acele etmekte olduğunuz şey benim yanımda olsaydı, benimle aranızda iş elbette bitirilmiş olurdu. Allah zulmedenleri en iyi bilendir.”
AÇIKLAMA
36. Yani, “İslâm nimetini yoksullara, kimsesizlere ve toplumda aşağı mevkileri işgal edenlere vermekle zengin ve kibirli sınıfı imtihana çekmekteyiz.”
37. Allah, Rasûlüne ‘Cahiliyye’ günlerinde çirkin günahlar işlemiş izleyicilerini, Allah’ın kendilerini affedeceğini ve tevbe edip yollarını düzeltenlere hoşgörülü davranacağını ve dolayısıyle, İslâm düşmanlarının kınamalarının daha önce yaptıkları konusunda onları üzmemesini belirterek teselli etmesini söylüyor.
38. 55. ayetin anlamını iyi kavramak için, müşriklerin “Bu Peygambere Rabbinden bir ayet indirilmeli değil mi?” şeklindeki sorusunu söz konusu eden 37. ayeti göz önünde bulundurmalıyız. Bu ayeti izleyen bölümde (38-54. ayetler) bol bol ayet (mucize) bulunduğunu fakat kafirlerin onları görmek istemediğini göstermek için çok sayıda apaçık ayet (delil) sayılmıştır. Sonra 55. ayette bu tür kişiler sanki şöyle denilerek uyarılmaktadır: “Böylece biz ayetlerimizi apaçık ortaya koyuyoruz ki, bu ayetlere rağmen küfürlerinde direnenler suçluluklarını kanıtlamaktadırlar. Çünkü onlar, Doğru Yol’u gösterecek ayetler olmadığından değil, kendileri bu ayetleri görmek istemediklerinden bile bile sapıklık yolunu seçmektedirler.”
39. Burada muhaliflerin tehdit edildikleri Allah’ın azabını istemelerine işaret olunmaktadır. Onlar, “Biz seni açıkça inkâr ve red edip dururken, neden bize bir azap gelmez? Eğer sen gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydın, o zaman seni inkâr edeni, sana hakaret edeni yer yutmalı ve yıldırım çarpmalıydı. Nasıl olur da, Allah’ın elçisi ve onun peşinden gidenler akla gelmedik işkenceler görürken, onlara işkence edenler neşeyle hayat sürüp duruyorlar?” diyorlardı.
59 Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka hiç kimse onu bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü o bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptır.
60 Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün ‘güç yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı’ bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra ‘en son dönüşünüz’ O’nadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir.
61 O, kulları üzerinde kahredici (kahhar) olandır. Size koruyucular gönderiyor.40 Sonunda sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun ‘hayatına son verirler’. Onlar (bu işte, ne eksik ne fazla) kusur etmezler.
AÇIKLAMA
40. İnsanın tek tek düşündüğü ve yaptığı herşeyi iyi gözetsin ve herşeyin tam olarak kaydını tutsunlar diye Allah bu melekleri tayin etmiştir.
62 Sonra da gerçek mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Haberiniz olsun; hüküm yalnızca O’nundur. Ve O, hesap görenlerin en süratli olanıdır.
63 De ki: “Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: -Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.”
64 De ki: “Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.”41
AÇIKLAMA
41. Yani, “Allah’ın herşeye Kadir olduğuna bizzat kendiniz şahitsiniz. Otorite yalnızca O’nun elinde, sizin rahatınız ve sıkıntınız bütünüyle O’nun gücü dahilinde ve kaderinizi belirleyen yalnızca O. Bu yüzdendir ki, hiçbir kurtuluş çaresi bulamadığınız sıkıntı anlarında O’na yönelirsiniz. Böylesine apaçık bir ayet ortadayken, ama daha başka rızık vericiler de kabul ediyorsunuz. İhtiyacınız anında O’ndan yardım istiyor, fakat daha başka yardımcı ve koruyucular ediniyorsunuz. Sizi her türlü dertten kurtaran O iken, siz kalkıp O’ndan başka kurtarıcılar da var sayıyorsunuz. Sıkıntı anında yalnızca O’nun önünde boyun eğdiğiniz halde. O bu sıkıntıyı giderdiğinde yine daha başka şeylere adaklarda bulunuyorsunuz. Kısaca, gece gündüz O’nun tek bir ilah olduğunun delilleri şahit olup dururken, başkalarının da önünde boyun eğip hizmet sunmaktan geri durmuyorsunuz.
65 De ki: “O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azab göndermeye veya sizi parça parça birbirinize kırdırıp kiminizin şiddetini kiminize taddırmaya güç yetirendir.” Bak, iyice kavrayıp-anlamaları için ayeteri nasıl çeşitli biçimlerde açıklamaktayız?42
66 Senin kavmin, O (Kur’an), hak iken onu yalanladı. De ki: “Ben, üzerinize bir vekil değilim.”43
AÇIKLAMA
42. Görünürde Allah’tan bir azap olmadığı için Hakka düşmanlıkta küstahlaşanlara bir uyarıdır bu. Allah’ın azabının gelmesi uzun zaman almaz diye uyarılmaktadırlar. Ani bir fırtına hepsini birden helâk edebilir. Oluverecek bir deprem tüm konutlarını yere geçirebilir. Bir kıvılcım silah depolarını ateşe verebilir ve kabileleri, halkları ve ülkeleri sonu gelmez bir kanın içine çekebilir. Bu yüzden, “eğer şimdi bir azap gelmiyorsa, bu çiğnediğiniz yolda onun doğru mu yanlış mı olduğuna bakmadan körükörüne yürüyüp gidecek kadar küstah ve gafil olmanızı gerektirmez. Böyle yapacağınıza, size tanınan süreyi ve önünüze serilen ayetleri iyi değerlendirmeli ve gerçeği tanıyarak, Doğru Yol’u izlemelisiniz.”
43. Yani, “benim görevim, görmediğinizi size göstermek ve anlamamakta direndiğinizi illâ da size anlatmak değildir. Siz görüp anlamadıktan sonra ben üzerinize azap getirmekle de yükümlü değilim. Bana verilen görev Hakk’la bâtıl arasındaki farkı açıkça ortaya koymaktadır. Ben görevimi yaptığım siz de Hakk’ı reddettiğinize göre, uyarıda bulunduklarımın kötü sonuçları gelmesi gerektiği zaman mutlaka gelecektir.”
67 Her bir haber için ‘kararlaştırılmış bir zaman (müstakar)’ vardır. Siz de bileceksiniz.
68 Ayetlerimiz konusunda ‘alaylı tartışmalara dalanlar:’ -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa,44 bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma.
69 Korkup-sakınanlar üzerinde onların hesabından herhangi bir şey (sorumluluk) yoktur. Ancak (bu,) bir hatırlatmadır. Umulur ki korkup-sakınırlar.45
70 Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur’an’la) hatırlat ki, bir nefis,kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah’tan başka ne bir velisi, ne de bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır.
71 De ki: “Bize yararı ve zararı olmayan Alahtan başka şeylere mi tapalım? Allah bizi hidayete erdirdikten sonra, şeytanların ayartıp-iğdiş ederek yerde şaşkınca bıraktıkları, arkadaşlarının da: “Doğru yola, bize gel” diye kendisini çağırdığı kimse gibi topuklarımız üzerinde gerisin geri mi döndürülelim?” De ki: “Hiç şüphesiz Allah’ın yolu, asıl yoldur. Ve biz âlemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk;”
72 Bir de: “Namazı kılın ve O’ndan korkup-sakının (diye de emrolunduk.) Huzuruna (götürülüp) toplanacağınız O’dur.
AÇIKLAMA
44. Yani, “eğer şu geçen emri unutur da, böyle insanların yanında oturmaya devam edersen.”
45. Buradaki muttaki kişilerin oldukça önemli ve en önde gelen görevi Allah’a karşı her türlü itaatsızlıktan kaçınmaktır; itaatsizliklerinden sorumlu olmadıkları isyancı kişiler için de boşu boşana üzülmemelidirler. Bu yüzden, böylelerini itaat yoluna girmeleri için ne pahasına olursa olsun delillerle ikna etmeyi bir görev olarak üzerlerine yüklememelidirler. Müminlerin görevi karşılarındakilerin saçma itirazlarına cevap vermek değil, yalnızca onlara Hakk’ı sunmaktır. Bundan sonra yine onlar kabul etmemekte direnirlerse, yararsız polemiklere, tartışmalara girerek zamanlarını ve enerjilerini tüketmek dindar kişilerin yapacağı şey değildir. Bunun yerine, zamanlarını ve enerjilerini Hakk’ın içten arayıcılarını eğitmek, öğretmek ve düzeltmekte harcamalıdırlar.
73 O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır.46 O’nun “ol” deyiverdiği gün (her şey) oluverir, O’nun sözü haktır. Sur’a üfürüldüğü gün,47 mülk O’nundur.48 O, gaybı da müşahede edebileni de bilendir.49 O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır.
74 Hani İbrahim, babası Âzer’e (şöyle) demişti: “Sen putları ilahlar mı ediniyorsun?50 Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.”
AÇIKLAMA
46. Allah’ın gökleri ve yeri “hakk’la” yarattığı Kur’an’da çok yerde geçer. Bu ifadenin oldukça kapsamlı anlamları vardır:
1) Gökler ve yer salt eğlence olsun diye yaratılmamıştır. Herhangi bir tanrının fantazilerinin yarattığı veya eğlenmek için oynayıp da, doyunca kırılan çocuk oyuncağı da değildir onlar. Gerçekte alem oldukça ciddi bir olgudur; yaratılışında büyük hikmetler ve yüksek amaçlar vardır. Bu yüzden belirlenen zamanda sona erecek ve sonra Yaratıcı’nın onda işlenen herşeyin hesabını sorup bu hesap üzerine ahiret alemi’ni kurması için yeniden dirilecektir.
Yaratılışın amaçsız olmadığı Kur’an’da başka yerlerde de daha değişik şekillerde anılır:
a) Rabbimiz, bunu bâtıl yere yaratmadın…” (Ali İmran-191)
b) “Biz gökleri, yeri ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (Enbiya-16)
c) “Siz sanıyor musunuz ki, biz sizi boş yere yarattık ve bize hiç döndürülmeyeceksiniz?” (Müminun-115)
2) Tüm kâinat Hakk’ın sağlam temelleri üzerine kurulmuştur. Ondaki herşeyin temelinde adaletli, hikmetli ve doğru kanunlar yatmakta olup kök atıp meyve verecek hiçbir zulüm, boşunalık ve bâtıl söz konusu değildir. Bununla birlikte, bâtılın kısmi ve geçici başarısı bizi yanlışa götürmemelidir. Zaman zaman bâtılın tapınıcılarına, tüm çabalarının sonunda boşa gittiğini görsünler ve her bâtıla tapınan son hesap’ta bu kötü amaç uğruna harcadığı tüm gayretlerin hiçbir sonuç vermediğini görsün diye bâtılın, zulmün ve yanlış yolların başarısı için ellerinden gelen her kötülüğü yapmaları için fırsat tanınabilir.
3) Kâinatı yaratmak Allah’ın hakkıdır ve bu hakkla O kâinata hakimdir. Yaratıcısı olduğu için Allah kâinat üzerinde otoritesini sürdürür ve bu nedenle dünyada daha başkalarının da otorite sahibi olduklarını görmek kişiyi yanlış yollara sürüklememelidir. Gerçekte, burada kimsenin yönetim ve otorite hakkı yoktur ve kimse yönetiminin sınırlarını bir saniye için bile olsa Gerçek Yönetici’nin çizdiği çizgilerin ötesine taşıramaz.
47. Sûr’un üfürülmesinin gerçek mahiyeti bizim anlayış kapasitemizin dışındadır. Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla, Sûr’un Allah’ın emriyle ilk üfürülüşünde herkes ve herşey yok olacaktır. Sonra (bu sonranın ne kadar olduğunu ancak Allah bilir) Sûr ikinci kez üfürülecek ve yaratılışın başından sonuna gelip geçmiş herkes hayata döndürülerek Haşr Meydanı’nda toplanacaktır. Kısaca, Sûr’un ilk üfürülüşünde tüm kâinat yıkılacak ve ikinci üfürülüşünde değişik şekilde ve farklı kanunları olan yeni sistem yaratılacaktır.
48. Buradan, “bugün mülkün, hakimiyetin O’na ait olmadığı” anlamı çıkmamalıdır. İfadenin anlamı, “O gün şu anda gerçeği örten perde kalkacak ve bugün otorite sahibiymiş gibi görünenlerin hepsinin gerçekte hiçbir otoritelerinin olmadığı ve Hakimiyetin yalnızca Kâinat’ın yaratıcısı Allah’a ait bulunduğu apaçık meydana çıkacaktır” şeklindedir.
49. Gayb, çıplak gözden gizli olan ve görülemeyen herşey; şehadet ise çıplak gözle görülebilen demektir.
50. İbrahim Peygamber’in (a.s) hayatında geçen olay şöyle bir delil getirmek için anlatılmaktadır.: “Nasıl bugün Peygamber Hz. Muhammmed (s.a) ve izleyicileri Allah’ın hidayetiyle şirki reddetmişler ve yapay tanrıları bırakarak Kâinatın Tek Sahibi’ne teslim olmuşlarsa, daha önce İbrahim Peygamber (a.s) de aynısını yapmıştı. Ve nasıl bugün cahil insanlar Hz. Muhammed (s.a) ile tartışıyorlarsa, daha önce de İbrahim’in kavmi aynı şekilde İbrahim’le tartışmıştı. Ve dün İbrahim’in (a.s) kavmine verdiği cevabın aynısını bugün Hz. Muhammed’in (s.a) izleyicileri karşılarındakilere vermektedirler. Bunun yanısıra Hz. Muhammed (s.a) Nuh, İbrahim ve İbrahim’in soyundan gelen tüm diğer peygamberlerin (selam üzerlerine olsun) gittiği yoldan gitmektedir. Bu bakımdan onu inkar edenler bilmelidirler ki, Peygamberlerin yolundan sapmakta ve yanlış yolda yürümektedirler.”
Bu bağlamda, hemen hemen tüm Arap yarımadası halkı kendisini öncü ve kılavuz kabul ettiğinden, İbrahim Peygamber’in (a.s) akidesinin anılmasının oldukça anlamlı olduğu belirtilmektedir. Özellikle Kureyş onun soyundan gelmek ve onun yaptığı Kâbe’yi korumakla övünür dururdu. Bu yüzden, onun tevhid akidesine, şirki reddedişine ve kavmiyle olan mücadelesine değinmek büyük anlam taşımaktadır. Böylece Kureyş’in İbrahim Peygamber’le (a.s) ilişki iddialarının boşluğu açığa çıkmakta ve şirk akidesinde buldukları doygunluktan yoksun bırakılmaktadırlar. Yine, Hz. Muhammed (s.a) ve izleyicilerinin İbrahim’in yerinde karşıtlarının da İbrahim’in kavmi yerinde olduğu gösterilmektedir. Delil öylesine incedir ki, deyiş yerindeyse yelkenlilerinin rüzgarını almakta ve kendilerini cevap veremeyecek kadar şaşkın durumda bırakmaktadır. Açıkça görülmektedir ki, müşrikler, büyük saygı duydukları, ataları ve peygamberleri saydıkları İbrahim Peygamber’inkinin (a.s) aksi bir yolda gitmektedirler. Böylece, müslümanlar karşısında da şaşkın bir duruma düşmektedirler. Örneğin günümüzde Abdülkadir Geylâni hazretlerinin izleyicileri ve onun adına kurulan Kadiri tarikatının şeyhleri Abdülkadir Geylani’nin ömrü boyunca karşı çıktığı hurafeleri, şimdi onun adına savunmakta ve yapmaktadırlar. Öyle ki, kişi, Abdulkadir Geylani ne yapmıştı, bunlar ne yapıyor, diye şaşırıp kalıyor.
75 İşte böyle İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk51 ki, yakîn sahiplerinden olsun.52
76 Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: “Bu benim rabbimdir.” Fakat (yıldız) kayboluverince: “Ben kaybolup-gidenleri sevmem” demişti.
77 Ardından ay’ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: “Bu benim rabbim” demiş, fakat o da kayboluverince: “Andolsun” demişti. “Eğer Rabbim beni doğru yola eriştirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum”
AÇIKLAMA
51. Yani, “nasıl tabiattaki olgular her gün gözlerinizin önündeyse ve Allah’ın ayetleri size gösteriliyorsa, aynı şekilde İbrahim’in de önündeydi. Fakat, İbrahim bunlar üzerinde derinden derine tefekkür edip gerçeği gördüğü halde, siz kör insanlar gibi onlara bakıyor ama görmüyorsunuz. Aynı yıldızlar, aynı ay ve aynı güneş gözlerinizin önünde doğup battığı halde, doğuş zamanlarında siz gerçekten ne kadar uzaktaysanız, batış zamanlarında da onlar aynı ölçüde sizi gerçekten uzaklaştırıyor. Fakat, İbrahim akıl gözüyle tabiattaki aynı olguları gördüğünde üzerlerinde düşünmüş ve gerçeğe varmıştı.
52. Buradaki Kur’an ayetlerinde anlatılan İbrahim Peygamber’le (a.s) kavmi arasındaki tartışmanın gerçek niteliğini anlamak için devrin dinî ve sosyal şartlarını gözönünde bulundurmak gerekir. İbrahim Peygamber’in doğum yeri olan Ur kentinin arkeologlarca kazılıp toprak üstüne çıkarılmasıyla dönemin gerçek şartlarını öğrenmemiz kolaylaşmıştır, Sir Leonardo Wooley araştırmalarının sonucunu 1935’te Londra’da ‘Abraham’ adlı kitabında toplamıştır. Bazı bölümleri aşağıda sunulmaktadır:
Bugün bilginlerce İbrahim Peygamber’in yaşadığı dönem olarak kabul edilen İ.Ö. 2100 yıllarında Ur’un nüfusunun 250.000 hattâ 500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. O zamanlar Ur gelişmiş bir endüstri ve iş merkeziydi. Bir yandan ticaret mallarını Pamir ve Nilgiri gibi uzak yerlerden kendine çekerken, bir yandan da Anadolu’yla ticari ilişkilerde bulunuyordu. Başkenti olduğu devletin sınırları günümüz Irak’ının kuzeyine uzanıyordu. Halk çoğunlukla el işçisi (zanaatkâr) ve meslekten tüccardı. Arkeolojik kalıntılardan okunan çağın yazıtları materyalist bir hayat görüşüne sahip olduklarını göstermektedir; hayatlarının ana amacı servet yığmak ve eğlenmekti. Faiz alıp verirlerdi ve bütünüyle işlerine dalmışlardı. Birbirlerine şüpheyle bakarlar ve en ufak sorunlardan dolayı hemen mahkemeye koşarlardı. Tanrılarına olan duaları genellikle uzun hayat, zenginlik ve işlerinde başarı istemekten ibaretti. Halk üç sınıfa ayrılıyordu:
1) Amelu: Bu sınıf din adamları, devlet memurları ve askeriyeden oluşuyordu.
2) Nuşkenu: Tüccarlar, zanaatkârlar ve çiftçiler bu sınıfa dahildi.
3) Ardu: Bunlar da kölelerdi.
Amelu sınıfının özel ayrıcalıkları vardı; hem medeni hukuk, hem de ceza hukuku alanında diğer insanlardan daha fazla haklara sahiptiler ve hayatlarıyla mülkleri kutsal ve kıymetli tutulurdu. İbrahim Peygamber’in gözlerini açtığı kentin ve toplumun durumu buydu işte. Talmud’a göre kendisi Amelu sınıfına dahildi ve babası devletin en önde gelen görevlilerindendi. (ayrıca bkz. Bakara, an: 290)
Ur’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan tabletlerde 5000 tanrının adı geçmektedir. Her kentin kendine özgü tanrısı ve baş tanrı, ya da kent tanrısı kabul edilen ve kendisine diğerlerinden daha çok saygı gösterilen özel bir tanrısı vardı. Ur’un kent tanrısının adı, ‘Nennar’ (Ay tanrısı)’dı ve bu tanrının adıyla sonraki çağların bilginleri bu kente ‘Kamerina’da demişlerdi. Bir diğer büyük kent, sonradan Ur’un yerine başkent yapılan ‘Larsa’ idi; buranın baş tanrısının adı ise ‘Şemeş’ (Güneş tanrısı)’ti. Bu baş tanrıların altında, çoğunlukla yıldızlarla gezegenlerden ve bir kaçı da yeryüzü nesnelerinden seçilen çok sayıda küçük tanrılar vardı. Halk daha önemsiz şeyler için yaptıkları duaların bu küçük tanrılarca karşılık verildiğine inanırdı. Tüm bu gök ve yer tanrı ve tanrılarının putlar halinde sembolleri dikilmişti ve dua vs. tapınmalar bu semboller önünde yapılırdı.
‘Nannar’ putu Ur’da en yüksek tepe üzerinde yapılmış büyük bir tapınakta korunuyor ve yanında karısı ‘Ningil’in kutsal yapısı mabed bulunuyordu. ‘Nannar’ tapınağı bir kral sarayı gibiydi, her gece farklı bir kadın tapınıcı oraya giderek bu putun gelini olurdu. Böylece tapınakta tanrıya adanmış kalabalık bir kadın topluluğu oluşmuştu, bunların durumu âdeta din fahişeleri şeklindeydi. Bâkireliğini tanrı adına feda eden kadın çok saygın görülürdü. Her kadının kurtuluşa ermesi için en az ömründe bir kez ‘tanrı yolunda’ bir başka erkeğe kendini teslim etmesi gerektiği şeklinde ortak bir inanç vardı. Bu din fahişeliğinden en çok yararlananların da bizzat erkek ‘din adamları’ olduğu açıktır.
Yalnızca bir tanrı değildi ‘Nannar’; ülkenin en büyük toprak ağası, en büyük tüccarı, en büyük zanaatkârı ve siyasal hayatın baş yöneticisiydi; çok sayıda bahçe, ev ve tarla adanmıştı tapınağına çünkü. Bu kaynaklardan gelen gelirin yanısıra, çiftçiler, toprak sahipleri ve tüccarlar da mısır, süt, altın, kumaş vs. den oluşan adaklarını tapınağa getirirlerdi. Tabiiki, bunlara bakacak kalabalık bir grubun varlığı gerekiyordu.
Tapınak adına çok sayıda atölye çalıştırılıyor ve geniş düzeyde bir iş çevriliyordu. Tapınakta adalet yüksek mahkemesi kurulmuştu ve yargıçları oluşturan din adamlarının hükümleri ‘tanrı’nın hükmü kabul ediliyordu. Kraliyet hanedanı da egemenliğini gerçek egemen ‘Nannar’dan alıyordu yine. Kral ülkeyi onun adına yönetiyordu ve bu bakımdan tanrılık mertebesine yükselmiş olup kendisine diğer tanrılar gibi tapınılıyordu.
İbrahim Peygamber zamanında Ur’a egemen bulunan hanedan, İ.Ö.. 2300’de doğuda Susa’ya, batıda Lübnan’a uzanan geniş bir imparatorluk kurmuş bulunan Ur-Nammu’dan geliyordu. Hanedan Ur-Nammu nedeniyle Nammu adını almıştı, işte Arapça’da buna Nemrud denmiştir. İbrahim Peygamber’in hicretinden sonra bu hanedan ve bu ulus ardı kesilmez felâketlere uğradı. Elamlılarca Ur’un yıkılması, Nannar putuyla birlikte Nemrud’un da ele geçirilmesiyle yıkılış hızlandı. Elamlılar Ur’a egemen olarak Larsa’da yönetimlerini kurdular. Son darbe, bir Arap hanedanı yönetiminde güçlenen ve hem Ur’u hem de Larsa’yı kontrolüne geçiren Babil’den geldi. Bu yıkılışın sonucunda Ur halkı kendilerini yıkım, utanç ve tahripten kurtaramayan Nannar’a olan inançlarını bıraktılar.
Bu ülke halkının hicretinden sonra İbrahim Peygamber’in öğretilerine ne tür bir cevap verdiği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değilse de, İ.Ö.1910’da Babil kralı Hammurabi’nin (Kitab-ı Mukaddes’te ‘Amurafil’ diye geçer) yaptığı kanunları, Nübüvvet yol göstericiliğinin doğrudan veya dolaylı etkilerini taşır. Bu Kanun’un tümünün üzerine kazındığı bir sütun M.S. 1902’de bir Fransız arkeolog tarafından ortaya çıkarılmış ve 1903’te C.H.W John tarafından “En Eski Hukuk Kodu” adıyla İngilizceye çevrilip yayınlanmıştır. Bu kanunla Musa Peygamber’in Kanunun’un çoğu ilke ve ayrıntıları genelde birbirine benzerdir.
Bugüne değin yapıla gelen arkeolojik araştırmaların sonuçları doğruysa, ortada açık bir gerçek vardır: Şirk, İbrahim’in kavminin çok tanrıcı ibadetlerinin temeli ve basit bir dini inanç değil, ekonomik, kültürel, siyasal ve sosyal hayat sistemlerinin de ana temeliydi. Buna paralel olarak, İbrahim Peygamber’in mesajı yalnızca putatapıcılığın köküne vurmakla kalmıyor, kraliyet hanedanına tapınma ve bu hanedanın egemenliğinin yanısıra, din adamlarıyla soyluların sosyal, ekonomik ve siyasal statülerine ve tüm ülkenin kollektif hayatına da yükleniyordu. Bu yüzden, çağrısının kabulü kapsamlı değişiklikler gerektiriyordu. Geçerli sosyal modelin bırakılıp, tevhid temeli üzerinde yeniden kuruluşunu öngörüyordu. Bundandır ki, İbrahim Peygamber (a.s) mesajını yaymaya başlar başlamaz halk, soylular din-adamları sınıfı ve Nemrud hep birlikte onun sesini kesmek için ayaklandı ve Kur’an’da anlatılan keskin kavga patlak verdi.
78 Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: “İşte bu benim rabbim, bu en büyük” demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: “Ey kavmim, tartışmasız ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.”53
AÇIKLAMA
53. Ayet 76-78’de, İbrahim Peygamber’i Allah’ın elçisi olarak atanmadan önce gerçekliğe götüren düşünce şekli ifade olunmaktadır. Beynini ve gözlerini doğru biçimde kullanabilen bir insanın, İbrahim Peygamber gibi Allah’ın Birliği hakkında herhangi bir şey öğrenme imkanı bulunmayan şirk’in egemen olduğu bir çevrede doğup büyümüş de olsa, Gerçekliğe ulaşabileceği ortaya konmaktadır burada. Tek şart, kişinin tabiattaki olguları doğru olarak gözlemleyip, onlar üzerinde dikkatlice düşünmesi ve bağlantılı, mantıki bir düşünce zinciriyle gerçeğe ulaşmak için aklını kullanmasıdır. Önceki ayetlerden, İbrahim Peygamber’in hayatının bilinç kazanmasından itibaren yıldızlara, aya ve güneşe tapan bir halkın içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu bakımdan, onun gerçeği araştırmadaki kalkış noktasının, ‘bu nesneler gerçekten Rabb olabilir mi?’ sorusu olması tabiidir. İşte, Onun düşüncesi bu soru çevresinde merkezileşmiş ve halkının tüm tanrılarını değişmez bir kanuna bağlı olup, bu kanuna göre hareket ettiklerini keşfedince de kaçınılmaz olarak, bu tanrılardan hiçbirinin Rabb adını alabilecek herhangi bir niteliğe sahip olmadığı sonucuna varmıştır.
Olayın anlatılış biçimi genelde şöyle bir karşı çıkışa yol açabilir: “Gece üzerini örttüğünde bir yıldız gördü” ve “ben Allah’a ortak koşanlardan değilim” dedi. Burada sıradan bir okuyucunun zihninde, “Gece çocukluğundan beri hayatının her gününde İbrahim Peygamber’in üzerine örtmüyor ve o bu belli olaydan önce yıldızların, ay’ın ve güneşin doğup battığını görmüyor muydu?” sorusu uyanır. Evet, o her gece görüyordu bunları, fakat, olgunluğa ulaştıktan sonra bu şekilde düşünmeye başladı. Neden olay, (…Gece üzerini örttüğünde) denilerek, İbrahim’den daha önce yıldızları, ay’ı ve güneşi hiç görmemiş gibi bir şüphe uyandıracak şekilde verilmektedir?
Normal olarak böyle bir varsayım tabii gelmediğinden bu görünürdeki zaman yanlışlığı bazılarını olağanüstü hikayeler uydurmaya götürmüştür. İbrahim Peygamber’in olgunluğa ulaşmadan önce yıldızları, ay’ı ve güneşi görmemesi için bir mağarada doğup büyüdüğünü söyler böyleleri. Oysa, sorun hayali hikayeler uydurmayı gerektirmeyecek ölçüde basittir. Newton’un hayatındaki ünlü bir olayla açıklanabilir bu durum. Bir gün Newton ağaçtan bir elmanın yere düştüğünü görünce, zihninde birden şu soru canlanır: Nesne neden yere düşer? Sonunda o yerçekimi kanununa varır. Burada da kuşkusuz şöyle bir soru sorulabilir: Bu olaydan önce Newton hiç yere düşen bir şey görmemiş miydi? Herhalde, daha önce pek çok şeyin yere düştüğünü gördüğü kesindir onun. O halde, belli bir günde belli bir elmanın yere düşmesi nasıl olmuştur da, daha önce hergün yere yüzlerce düşüşün uyandırmadığı bir zihin faaliyetine yol açmıştır? Cevap basittir: Zihin her zaman aynı tür gözlemle aynı şekilde harekete geçmez. İnsan gözü önünde aynı şeyin tekrarlanıp durduğunu görür de, zihni hiç bir faaliyete geçmez; fakat birden bir an gelir, aynı şeyi bu kez görmek zihin faaliyetini belli bir soruna yöneltir. Veya, kişinin zihni bir sorunun çözümüne öylesine dalar ki, birden her zaman gözünün önünde bulunan bir şeyi değişik bir şekilde yakalar ve zihninde bu sorunun çözüm yönünde bir faaliyet başlar. İbrahim Peygamber’de olan da aynı şeydi. Geceler gelip geçmiş, yıllarca ay, güneş ve yıldızlar doğup batmış, fakat belli bir gecede belli bir yıldızın batarken gözlenişi İbrahim Peygamber’de (a.s) merkezi Allah’ın Birliği Gerçekliğine götüren zihin faaliyetine yol açmıştır. Belki o olgunluk çağına varalı beri, halkının dini olan ve tüm hayat sisteminin üzerine oturduğu yıldızlara, ay’a ve güneşe tapma sorunu üzerinde düşünüyordu. Sonra bir gece yıldızları gözlerken zihni birden harekete geçmiş ve bu sorunu çözmede kendisine yardım etmiştir. Yıldızları gözlemenin bu zihinsel faaliyetin başlangıç noktası olması da mümkündür.
Bu bağlamda giderilmesi gereken bir başka şüphe daha vardır. Yıldız ay ve güneşi görüp de, “Bu benim Rabbimdir” derken İbrahim Peygamber (geçici bir süre için de olsa) şirke düşmüş olmuyor muydu? Ufak bir düşünce, gerçekliği arayışında kaçınılmaz olarak şirk hakkında çeşitli akıl yürütme aşamalarından geçeceği için bu onun şirk suçunu işlemediği konusunda kişiyi ikna etmeye yetecektir. Bu bakımdan, onun akidesini belirleyen, geçici akıl yürütmeler değil, araştırmasının yönü ve sonunda durduğu noktadır. Bu tür ara akıl yürütme aşamalarından her gerçek arayıcısı geçecektir. Bunlar gerçek uğrunadır ve nihai karar olarak değerlendirilmemelidir. Şirkin her biçimi üzerinde akıl yürütme bir sorgulama olup asla uygulayamaz. Gerçeğin arayıcısı akıl yürütme sırasında durup, “bu böyledir” dediği zaman, bu onun nihai yargısı değildir Buradaki “bu şöyledir” “bu şöyle midir?” anlamındadır. Bu yüzden de, geçiş aşamalarındaki sorularına olumsuz cevap verdiğinde, hemen araştırmasında bir ileriki noktaya yönelir.
79 “Gerçek şu ki, ben, bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.”
80 Kavmi onunla çekişip-tartışmaya girdi. De ki: “O beni doğru yola erdirmişken, siz benimle Allah konusunda çekişip-tartışmaya mı girişiyorsunuz? Sizin O’na şirk koştuklarınızdan ben korkmuyorum, ancak Allah’ın benim hakkında bir şey dilemesi başka. Rabbim, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?”54
81 “Hem size, O’nun kendileri hakkında hiç bir ispatlayıcı delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmaktan siz korkmuyorken, ben nasıl sizin şirk koştuklarınızdan korkarım? Şu halde ‘güvenlik içinde olmak bakımından’ iki taraftan hangisi daha hak sahibidir? Eğer bilebilirseniz.”
82 İman edenler ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar55, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir.
83 Bu, İbrahim’e, kavmine karşı verdiğimiz ispatlı-delilimizdir. Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir.
AÇIKLAMA
54. İbrahim Peygamber müşriklerden, kendilerinin de Rabbleri olarak kabul ettikleri Rabbinin herşeyin bilgisine sahip olduğu ve yaptıklarından bütünüyle haberdar bulunduğu gerçeğini hatırlamalarını istiyordu. Sonra da, kendilerine düştükleri bitkinlikten kurtarıp, mesaja ve gerçekliği görsünler diye sağ-duyularını kullanmaları için sorusunu yöneltti.
Arapça ‘tezekkür’ kelimesi bu anlamı ifade etmektedir.
55. Bazı tefsirciler, İbrahim Peygamber’in kavminin Allah’a inanmadığı veya O’nun varlığından bilgisiz bulundukları ve kendi tanrılarının kâinatın yegâne hakimleri olarak kabul ettikleri görüşündedirler. Bu nedenler de, ilgili ayetlerin ve İbrahim Peygamber’le ilgili diğer ayetlerin yorumunu bu varsayıma dayandırmaktadırlar. Oysa, bu bölümdeki tüm ayetlerin bu halkın yerin ve göklerin yaratıcısı olarak Allah’a inandıklarını, fakat ilâhlığında ve hükümranlığında O’na ortaklar koştuklarını gösterdiği açıktır. İbrahim Peygamber’in şu ve daha başka sözleri bu gerçeği ortaya koymaktadır:
“… Nasıl olur da, sizin şirk koştuklarınızdan korkarım ben?” Bunun da ötesinde, onun Allah lafzını anış biçimi, kavminin Allah’a inandığını, fakat bunun yanısıra O’na ortaklar koştuklarını gösteriyor.
Ayet-82’de geçen ‘zulm’ kelimesi şirk anlamındadır. Bazı sahabeler onu günahkârlık olarak aldıklarında. Hz. Peygamber “Burada o şirk anlamındadır” diyerek bu yanlış anlayışı gidermiştir.
Yine bir bağlamda önemle belirtilmelidir ki, İbrahim Peygamber’in bu bölümde anlatılan ve büyük misyonunun başlangıç noktasını oluşturan hayatındaki bu en önemli olay Kitab-ı Mukaddes’te hiç mi hiç anılmamaktadır. Talmud’da geçiyorsa da, iki açıdan buradaki anlatım Kur’an’dakinden ayrılmaktadır.:
1) Talmud’da sıra “güneşten yıldızlara ve Allah’a doğru” iken, Kur’an’da “yıldızlardan güneşe ve… Allah’a doğru”dur.
2) Talmud’da, İbrahim’in güneş için “bu benim Rabbimdir” dediğinde, o an güneşe secde ettiği, aynı şekilde aya da secde ettiği anlatılmaktadır.
84 Ve ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik, hepsini hidayete eriştirdik; bundan önce de Nuh’u ve onun soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u hidayete ulaştırdık. Biz, iyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz.
85 Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı da (hidayete eriştirdik.) onların hepsi salihlerdendir.
86 İsmail’i, Elyasa’ı, Yunus’u ve Lut’u da (hidayete eriştirdik). Onların hepsini alemlere üstün kıldık.
87 Babalarından, soylarından ve kardeşlerinden, kimini de (bunlara kattık); onları da seçtik ve dosdoğru yola yöneltip-ilettik.
88 Bu, Allah’ın hidayetidir; kullarından dilediğini bununla hidayete eriştirir. Onlar da şirk koşsalardı, elbette bütün yapıp-ettikleri ‘onlar adına’ boşa çıkmış olurdu.56
89 Bunlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiklerimizdir.57 Eğer onlar bunları tanımayıp-küfre sapıyorlarsa, andolsun, biz buna (karşı) küfre sapmayan bir topluluğu vekil kılmışızdır.58
90 İşte Allah’ın hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetlerine uy. De ki: “Ben bunun için sizden bir ücret istemiyorum. O (Kur’an), alemlere bir ‘öğüt ve hatırlatmadan’ başkası değildir.”
AÇIKLAMA
56. Yani yukarıda sözü edilen kişiler de sizin gibi şirk suçunu işlemiş olsalardı, böylesi yüksek mertebelere çıkarılmazlardı. Çünkü, şirk iyi işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Şirk koşan, acımasız yıkımla büyük bir fatih olarak ün kazanmış olabilir, kirli yollarla büyük bir servet yığmış olabilir; fakat, dindar, temiz ve doğru yoldaki insanların önderi olma gibi yüce bir mertebeye erişemez. Bunlar, şirkten titizlikle kaçınıp, Allah’a ibadet yolunda sağlam adımlarla yürüdüklerinden tüm dünya için fazilet ve hidayet kaynağı olma ayrıcalığını kazanmışlardır.
57. Burada Peygamberlere üç şey verildiği ifade edilmektedir: 1) Kitap-Hidayet. 2) Hüküm-Hidayet’i anlama duyusu ve ilkelerin hayata uygulama kapasitesiyle, hayatın sorunları hakkında doğru görüşler sahibi olmaya yönelik Allah vergisi yetenek. 3) Peygamberlik (Nübüvvet)- Hidayete göre insanları yönlenlendirme dairesi.
58. Müşrikler Allah’ın hidayetini reddetmiş olsalar bile, bunun hiç de sorun olmadığı anlamı vardır burada. Allah’ın bu nimetin değerini bütünüyle takdir eden bir müminler topluluğu meydana getirdiği de ifade olunmaktadır.
91 Onlar: “Allah, beşere hiç bir şey indirmemiştir” demekle Allah’ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler.59 De ki: “Musa’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kâğıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu gözardı ettiğiniz kitabı kim indirdi?60 Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir.” De ki: “Allah.” Sonra da Onları bırak, içine ‘daldıkları saçma uğraşılarında’ oyalanıp-dursunlar.
92 İşte bu (Kur’an), önündekileri doğrulayıcı ve şehirler anası (Mekke) ile çevresindekilerini uyarıp-korkutman için indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Ahirete iman edenler buna inanırlar. Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır.61
93 Allah’a karşı yalan yere iftira düzenden veya kendisine hiç bir şey vahyolunmamışken bana da: “Vahy geldi” diyen ve “Allah’ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim” diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: “Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz” (dediklerinde) bir görsen…
AÇIKLAMA
59. “Allah herhangi bir beşere bir şey indirmemiştir” sözünün bağlamı ve bu tür bir red, bunu söyleyenin Yahudiler ve Hıristiyanlar olduğunu göstermektedir. Kâfirler ve Arap müşrikleri kendilerine, “söyleyin bize, Allah’ın kelâmı gerçekten bu adama, Muhammed’e indirilmiş midir?” diye sorduğunda bu sözü söylemişlerdir onlar. Bu soru, Hz. Peygamber (s.a.) “Ben bir peygamber’im ve bana kitap indiriliyor” iddiasında bulunduğu zaman sorulmuştur. Kureyş ve müşrik Araplar kitap sahibi oldukları, Peygambere inandıkları ve yetkiyle konuşabilecekleri için Yahudilere başvurmuşlardı. Yahudilerin cevabı İslâm’ın karşıtlarının eline güçlü bir silah vermişti ve onlar da halkı İslâm’dan vazgeçirmek için bunu bir delil olarak kullanıyorlardı. Cevabın burada anılıp reddedilmesinin nedeni budur.
Burada akla gelebilecek bir şüphe giderilmelidir: Tevrat’ın Musa’ya Allah tarafından gönderildiğine inanan bir yahudi nasıl olur da, “Allah herhangi bir beşere bir şey indirmemiştir” diyebilir? Ufak bir düşünce inatçı bir kişinin karşıtını reddetmek için kendi temel prensiplerine aykırı böyle şeyler söyleyebileceğini gösterecektir. Yahudiler Hz. Peygamber’in Peygamberlik iddiasını reddetmeye çalışırken, karşı çıkışlarında öyle kör bir duruma düşmüşlerdi ki, onun peygamberliğini reddederken bizzat peygamberliği inkar ediyorlardı.
“Allah’ı O’nu takdir etmenin gereğince takdir etmediler…” ifadesi, O’nun Kudret ve Hikmetini değerlendirirken büyük bir hata işledikleri anlamındadır. Çünkü, “Allah gerçeğin bilgisini ve hayat için hidayeti indirmedi” diyen kişi şu iki yanlış değerlendirmeden birisini yapmış olur:
1) Ya, Allah’ın vahy gönderme gücüne sahip olmadığına inanmaktadır. 2) Ya da, Allah insanın doğru yolda gitmesi için herhangi bir düzenlemede bulunmamış ve onu dünyada istediği şekilde davranmaya bırakmıştır düşüncesiyle, insana tabiatın kaynaklarını kullanma zekası ve yetkisi vererek Allah’ın hikmeti’ni küçümsemektedir.
60. Bu cevap, “Allah herhangi bir beşere bir şey indirmemiştir” diyerek kâfirlere ve müşriklere delil veren Yahudilere yöneliktir. Onların bu itirazlarını reddetmek için, kendileri Tevrat’ın Musa’ya Allah tarafından indirildiğine inandıklarından, özellikle bu nokta yani Tevrat’ın Musa’ya Allah tarafından indirildiği belirtilmektedir. Böylece “Allah herhangi bir beşere bir şey indirmemiştir” iddiaları bizzat kendi inançlarıyla reddolunmaktadır. Ayrıca, hiç olmazsa Hz. Musa örneğinde olduğu gibi, Allah’ın kelamının bir insana indirilebileceği de kanıtlanmaktadır.
61. Önceki ayette (91) Allah’ın kelamının bir insana indirilebileceğini ve nitekim bir insan olan Musa’ya indirilmiş olduğunu gösterdikten sonra, Kur’an bu ayette kendisinin de Hz. Muhammed’e (s.a) indirilmiş Allah kelâmı olduğunu ispata yönelmektedir. Delil olarak da şu dört şey ileri sürülüyor:
1) O mübarek bir kitaptır; insanın gerçek başarısı ve rahatı için en iyi ilkeler sunmakta, doğru itikat esaslarını öğretip tüm fazilet türlerini açıklayarak, temiz bir hayat için insanları ahlâkî değerlere yöneltmektedir. Bunun yanısıra, sizin (Yahudilerin) kutsal kitaplarınıza bol bol soktuğunuz bencillik, dar kafalılık, zulüm, müstehcenlik ve benzeri türde hiçbir kötülüğü salık vermemektedir.
2) Kur’an önceki kitapların ihtiva ettiği hidayetten ayrı herhangi bir şey sunmak şöyle dursun, önceden kendilerine Kitap diye verilenlere sunulanın aynısını doğrulamaktadır.
3) Bu kitap, kendisi için önceki Kitapların da gönderilmiş olduğu aynı hedefi yerine getirme yani yaratılış amaçlarını unutmuş olan insanları sarsıp uyararak, gittikleri yanlış yolun kötü sonuçlarını kendilerine hatırlatma amacını taşımaktadır.
4) Bu Kitab’ın mesajı insanlık içinden dünyaya tapanları ve şehvetlerinin kölesi olanları değil, dünya hayatının ötesinde yeralan daha yüce şeyleri görebilenleri kendisine çekmektedir. Ve, bu kitabın bağlılarının hayatında gerçekleştirdiği inkilâbın en belirgin yanı, onların çevrelerindeki insanlar arasında dindarlıkları ve Allah’a tapınmalarıyla kolayca belli olmalarıdır. Allah’tan kitap aldığını söyleme cür’etini gösterecek bir yalancının uydurduğu bir kitabın böylesi seçkin ve yüce sonuçlar doğurması hiç mümkün müdür?
94 Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) ‘teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)’ bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır.
95 Taneyi ve çekirdeği yaran62 şüphesiz Allah’tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır.63 İşte Allah budur. öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?
96 O sabahı da yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükûn (dinlenme), güneş ve ay’ı bir hesap kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah’ın takdiridir.
AÇIKLAMA
62. Yani, “yer altında tohumu ve çekirdeği yarıp, bunlardan bitki ve ağaç çıkmasını sağlayan Allah’tır.”
63. Allah cansız maddeden canlı yaratıklar çıkarır ve canlı yaratıklardan cansız maddeler meydana getirir.
97 O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için size yıldızları var edendir. Bilebilen bir topluluk için biz ayetleri birer birer (bölüm bölüm) açıkladık.64
98 O, sizi tek bir nefisten yaratandır.65 (Sizin için) Bir karar (kalış) ve emanet (olarak konuluş) yeri vardır. Kavrayabilen bir topluluk için ayeteri birer birer açıkladık.66
99 O, gökten su indirendir. Bununla her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan da birbiri üstüne bindirilmiş taneler türetiyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz.) Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Hiç şüphesiz inanacak bir topluluk için bunda gerçekten ayetler vardır.
100 Cinleri Allah’a ortak koştular.67 Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de hiç bir bilgiye dayanmaksızın O’na oğullar ve kızlar yakıştırıp-uydurdular.68 O ise nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir, uzaktır.
101 Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O’nun nasıl bir çocuğu olabilir? O’nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, her şeyi yaratmıştır. O, her şeyi bilendir.
AÇIKLAMA
64. Yani, “Bir Allah’ın bulunduğunu ve başka hiçbir şeyin Allah’ın sıfatlarına ve bu tür güçlere sahip olmadığını kesinkes ortaya koyan ayetlerini açıkladık; bu yüzden, hiçbir şey Allah’a ait haklardan herhangi birini edinmeye lâyık değildir. Ne ki, ilimden yoksun olanlar bu ayetlerle gerçekliğe ulaşamazlar, ancak tabiattaki olguları akılla gözleyenler en değerli serveti elde edebilirler.
65. Yani, “Allah tüm insanlığı tek bir insandan, ilk insan Adem’den yaratmıştır.”
66. Yani, “Anlayış sahibi olanlar insanlığın yaratılışında ve doğumdan ölümüne insan hayatının çeşitli aşamalarında erkeğe ve kadına biçilen farklı fonksiyonlarda gerçekliğin ayetlerini bulabilirler. Fakat, hayvanlar gibi yaşayıp, bedensel tutkuları peşinde koşanlar bu ayetlerde görmeye değer birşey bulamazlar.
67. Yani, bu açık ayetlere rağmen bazıları kendi hayal ve vehimlerinin ürünü bir takım gizli varlıkları O’na ortak tanımaktadırlar. Bilgisizliklerinde bu varlıklara kâinatın yönetimine ve insanın kaderinde güç ve görev verecek kadar ileri gittiler. Sözgelimi, birini yağmur tanrısı, diğerini bitki tanrısı, bir başkasını servet tanrıçası ve yine bir başkasını da hastalık ve bunlar gibi saçma tanrılar yaptılar. Böylesi tanrılar, dünyanın tüm müşrik toplumlarının çeşitli adlar altında yarattıkları hayali tanrılardır.
68. Cahiliyye Arapları meleklere Allah’ın ‘kızları’ diyorlardı. Aynı şekilde, bazı müşrik topluluklar da Allah’tan çıkma bir tanrılar ve tanrıçalar -soy ağacı- uydurmuşlardır.
102 İşte Rabbimiz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir.
103 Gözler O’nu idrak edemez; O gözleri idrak eder; O Latif’tir, herşeyden haberdardır.
104 Gerçek şu ki size Rabbinizden basîretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.69
105 İşte biz, ayetleri çeşitli biçimlerde böyle açıklamaktayız. Öyle ki onlar sana: “Sen ders almışsın” desinler ve biz de bilebilen bir topluluğa onu açıkça göstermiş olalım.70
106 Rabbinden sana vahyedilene uy. O’ndan başka ilah yoktur. Ve müşriklerden yüz çevir.
107 Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekil de değilsin.71
AÇIKLAMA
69. “Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim” ifadesinde Allah, Peygamber’i (s.a.)adına birinci şahısta konuşmaktadır. Nasıl Kur’an’da ikinci şahıs değişik yerlerdeki değişik insanları gösteriyorsa, birinci şahıs da aynı şekilde değişik yerlerdeki değişik varlıkları belirtir. Bilindiği gibi bazı yerlerde ikinci şahıs Hz. Peygamber (s.a.) veya müminler ya da Ehl-i kitap ve daha başka yerlerde, Kur’an tüm insanlığa hidayet için gönderilmiş de olsa duruma göre kâfirler, müşrikler, Kureyş, Araplar veya genelde tüm insanlıktır.
Aynı şekilde, bazı yerlerde birinci şahıs Allah’ın kendisi ve daha başka yerlerde Vahy’in taşıyıcısı melek veya bir melekler grubu, ya da herbir durumda söz Allah’ın olduğu halde Peygamberler veya müminlerdir. Buradaki “Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim” cümlesinin anlamı şudur: “Benim tek görevim onu size sunmaktır. Artık, onu görmek için gözlerinizi açmanız veya bir kör gibi kapamanız size kalmıştır. Bile bile gözlerini kapayanları gözlerini açmaya zorlamak ve göremediklerini onlara göstermek benim görevim değildir.”
70. Vahy’in sunulduğu çeşitli ifade biçimleri sahteyi gerçekten ayırmak için insanları denemeye yöneliktir. Aynı şey, Kur’an’ın benzetmelerindeki önemsiz şeyleri söz konusu ederken Bakara 26’da da belirtilmişti. Nasıl önemsiz şeylerin anılması arayıcıya gerçeği bulmada yardım ediyorsa, aynı şekilde,değişik ifade biçimleri de, bilgi sahibi olup onu kullananlara amaç ve hedefleri üzerinde derinliğine düşünme ve kendi yararlarına dersler çıkarmada yardımcı olur. Tersine, bağnaz olanlar konuya dikkat etmezler de, satırlar üzerinde düşünmeye başlarlar. Sözgelimi, bu okuma-yazma bilmez kişinin böyle olağanüstü sözleri nasıl biraraya getirebildiği konusunda tahminlerde bulunurlar. Böylece işlediği olaganüstü temalardan Kur’an’ın Allah’ın vahy’i olduğu yargısına ulaşacaklarına, her mümkün kaynağa başvurarak “bunu sen falancadan filancadan öğrenmişsin” derler. Sonra da, Kur’an’ın kaynağıyla ilgili bu sözde başarılı ‘araştırmaları’nın ‘ışığı’nda, onun Allah’ın kitabı olamayacağı sonucuna varırlar.
71. Bu ayetin anlamı şudur: “Sen bir bekçi gibi onların üzerinde gözcü olmak için değil, insanları mesaja çağırmak için seçilip görevlendirildin. Bu nedenle, senin tek görevin mesajı insanlara sunmak ve gerçek konusunda onları ikna etmeye çalışmaktır. Artık, gerçeği kabul veya reddetmeyi onlara bırakıyorum. Senin peygamberlik alanın içinde hiçbir bâtıla kulluk eden kalmasın diye, sen insanları gerçeği kabule zorlamak için görevlendirilmedin. Öyleyse, kendini üzme ve onların bilerek kapattıkları gözlerini açmaya çalışma. Eğer Allah hikmetiyle hiçbir bâtıla tapınmanın kalmamasını dileseydi, sana bu görevi vermezdi. Her bir insanı emrinin yalnızca tek bir sözüyle gerçeğin izleyicisi yapardı. Fakat, insanın yaratılmasındaki amaç hiçbir zaman bu değildir. Gerçek amaç, insanın Hâk’la bâtılı seçme sırasında serbest bırakılmasıdır. O kendisine gerçeğin ışığı sunulunca da artık hangisini seçecek diye denemeye tutulur. Bu durumda senin yapman gereken bizzat Doğru Yol’da yürümen ve başkalarını da ona çağırmandır. Sonra da onu kabul edenleri dost edinmen ve onları dünyaya meyleden kişilerin gözünde pek önemsiz de olsalar hiçbir şekilde terketmemen gerekir. Öte yandan, onu kabul etmeyenleri kendi hallerine terket (şerre bırak), istedikleri yere gitsinler ve böyle yapmakta ısrar etsinler.”
108 Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah’a söverler.72 İşte böyle, biz her ümmete yaptıklarını süslü (çekici) gösterdik,73 sonra onların son varışları Rablerinedir. O yapmakta olduklarını onlara haber verecektir.
109 Olanca yeminleriyle, eğer kendilerine bir ayet gelse,74 kesin olarak ona inanacaklarına dair Allah’a yemin ettiler. De ki: “ayetler, ancak Allah katındadır;75 onlara (mucizeler) gelse de kuşkusuz inanmayacaklarının şuurunda değil misiniz?76
110 Biz onların kalplerini ve gözlerini, ilkin inanmadıkları gibi77 tersine çeviririz ve onları tuğyanları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda terkederiz.
111 Gerçek şu ki, biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın dilediği dışında-78 yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlardı.
AÇIKLAMA
72. Hz. Peygamber’in (s.a.) Ashabı gayrimüslimlerin tapındıkları şeylere, liderlerine ve akidelerine karşı kötü dil kullanmaktan kaçınmaları için uyarılmaktadır. Onlarla tartışmaya girdiklerinde uygun sınırlar içinde kalmaları ve müslim olmayanların gerçekten daha çok uzaklaşmamaları için kutsal nesne ve kişilerini kötülememeleri tavsiye olunmaktadır.
73. Tabiat kanunlarına uygunluk içinde meydana gelen herşey gerçekte Allah’ın Emri’yle olduğundan, müşriklerin yaptıkları karşısındaki yanlış tutumlarını Allah kendisine bağlamaktadır. (lütfen bkz. an: 17) Tüm tabiat kanunlarının koyucusu olduğundan ve bu nedenle herşey O’nun emri doğrultusunda meydana geldiğinden Allah, “Her halkın yaptığını kendilerine güzel gösterdik” demektedir. İnsanlarsa aynı şeyi “bu tabiat kanununa göre meydana geldi” şeklinde ifade ederler.
74. Burada “ayet” müşrikler için Hz. Muhammed’in (s.a) Allah tarafından seçilmiş gerçek bir peygamber olduğunu kabulden başka bir seçenek kalmadığında gösterilecek apaçık mucize demektir.
75. Yani, “Benim ayet getirme gücüm yok, ayetler bütünüyle Allah’ın kudreti dahilindedir, O getirebilir de, getirmeyebilir de.”
76. Bu sözler belki doğru yola gelebilirler diye böyle bir ayetin (mucîzenin) yanlış yoldaki kardeşlerine gösterilmesini şiddetle arzulayan (ve bazen de bu arzularını dile getiren) müslümanlara yöneliktir. Bu isteğe Allah şöyle cevap vermektedir: “Bu tür bir istek yalnızca küfürleri için bir mazerettir; o halde, kendilerine bir ayet gösterilse bile onların iman etmeyeceklerini kavramanız gerekir.
77. Yani, “Hz. Peygamber (s.a) mesajını işitip de reddetmelerinden bu yana onların zihin yapısında hiçbir değişiklik olmamıştır. Hâlâ mesaja karşı aynı çarpık bakış yolunu izlemektedir onlar ve dolayısıyla onu doğru biçimde görüp anlayabilecek değillerdir.”
78. Yani, “Bâtıl’ı reddedip, özgür ve bilinçli bir seçimle Hakk’ı kabul etmeyeceklerinden kendilerine Hakk’ı izletmek için kalan tek seçenek Allah’ın zorlamasıdır. Bunun için de, yaptıklarından sorumlu olmayan diğer türler gibi, kendilerini düşünce ve eylem özgürlüğünden yoksun bırakacak şekilde Allah’ın mahiyetlerini değiştirmesi gerekmektedir. Fakat bu, insanın yaratılışına aykırıdır. Bu nedenle, Allah’ın olağandışı bir müdahaleyle onları mümin yapmasını beklemememiz gerekir.”
112 Böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatma için yaldızlı sözler fısıldarlar.79 Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı.80 Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla başbaşa bırak.
AÇIKLAMA
79. Allah, Elçisini şöyle teselli ediyor: “İnsan ve cinler arasında bulunan şeytanların, misyonun karşısındaki birleşik ve faal düşmanlıklarına hiç üzülme. Bu ilk kez senin başına gelen bir şey değildir, diğer elçilere de aynı şekilde davranılmıştı. Ne zaman bir elçi Doğru Yol’u göstermek için geldiyse, tüm şeytânî güçler, Onu misyonunda başarısızlığa uğratmak için hemen harekete geçmişlerdir.”
“Yaldızlı sözler”, halkın Mesaja ve kendilerini Hakk’a çağıran elçiye karşı ayaklandırmak için şeytanların kullandığı tüm araçlar, planlar, şüpheler, karşı çıkışlar vs.dir. Tüm bu şeylerin bir bütün olarak ‘aldatma’ araçları olarak nitelenmesi, Hakk’a karşı kullanılan bütün bu silahların gerçekte başkalarını aldatmak için ve her ne kadar oldukça yararlı ve etkili silahlar olarak görünseler de kendilerini de aldatmak için olduğundandır.
80. Bu sorunun gerçeğini (an: 73)’te açıkladık. Fakat Allah’ın dilemesiyle (meşîet) hoşnudluğu (rıza) arasındaki ince ayırım da akıl da tutulmalıdır,aksi halde ciddi yanlış anlamalar ortaya çıkabilir. İyice anlaşılmalıdır ki, Allah’ın ‘dilemesi’ ve izni olmadan hiçbir şey olmaz. Çünkü Allah geniş planı içinde kendisine yer ayırmadan ve olması için gerekli araçları sağlamadan hiçbir olay meydana gelmez. Fakat, bu hiçbir zaman Allah’ın her olaydan razı olduğu ve her olayı onayladığı anlamına gelmez. Sözgelimi, Allah ‘dilemeden’ hiçbir hırsız hırsızlık yapamaz, hiçbir katil öldüremez, hiçbir zalim zulmedemez ve hiçbir müşrik şirk koşamaz…
Aynı şekilde yine Allah ‘dilemedikçe’ hiçbir mümin, iman edemez ve hiçbir müttaki takva sahibi olamaz; şu kadar ki, Allah birinci tür işlerden razı değilken, ikinci tür işlerden razıdır. Allah’ın dilemesinin nihaî büyük bir amaca yönelik olduğu, fakat bunun ancak aydınlıkla karanlık, iyilikle kötülük, düzenle düzensizlik arasındaki çatışmayla meydana geleceği doğrudur. Bu yüzden yüce planları gereği, O hem itaat güçlerine, hem de isyan güçlerine, hem dindarlık, hem de günah için ve hem peygamlerliğe, hem de şer güçlere gerekli özgürlüğü tanır. Bunun sonucunda, bu her iki zıt kutup iyiyle kötü arasında yaptığı seçimiyle işlediği işler ve yaratıklar (insanlar ve cinler) sınırlı yetkileriyle yaptıklarının sorumluluklarını yüklenirler. Herkes dünyada ister iyi işlere yönelir, isterse kötü işlere. Bu konuda hürdür. Hem iyi, hem de kötü insanlara ilahi plana uygun düştüğü sürece gerekli araçlara sahip olma izni verilmiştir. Fakat yalnızca seçimini iyi işler yapma yönünde kullananlar O’nun rızasını kazanır. Çünkü, her ne kadar kullarını iyiyle kötü arasındaki seçimde zorlamazsa da Allah iyiyi sever, iyiden razı olur. Şu kadar ki, ister iyi isterse kötü yolda olsun, kullarına verdiği seçme özgürlüğünü kullanma iznini de tanır O.
Bu bağlamda, Allah’ın tekrar tekrar gerçeğin düşmanlarının çirkin faaliyetlerini yapmalarına izin verilmesinin kendi dilemesiyle olduğunu belirtmesi açıklanmaya değer. Peygamber’e (s.a.)ve onun aracılığıyla izleyicilerine, onların yaptıklarının niteliğinin, Allah’ın emirlerine karşı çıkmadan yerine getiren meleklerinkinden farklı olduğunu vurgulamak içindir bu. Müminlerin görevi, kötü ve isyânkar kişilerle çatışmalarında Allah’ın Yolu’nun başka yollara egemen olması için ellerinden geleni yapmayı gerektiriyordu. Bu yüzden, kötülerin bile bile isyan yolunu seçerek, kendi seçimlerinin peşinde Allah’a karşı elerinden geleni yapmalarına izin vermek de Allah’ın ‘dilemesi’ iledir. Aynı şekilde müminlere de bile bile seçtikleri Allah’a kul olma yolunda ellerinden geleni yapmaları için tam bir fırsat ve imkân tanınmıştır. Allah her ne kadar yapılmasını istediği işleri yaptıklarından, dolayı müminlerden razı olup, onlara yardım ediyor ve onları Doğru Yol’a götürüyorsa da, yine de müminler, kâfirler kendi özgür seçimleriyle inanmak istemediklerinde, olağandışı müdahalelerle Allah’ın kâfirleri inanmaya zorlamasını veya gerçeğe karşı yolunu kapamak için bile bile tüm kalp, zihin ve beden güçlerini kullanma yolunu seçen insanlar ve cinler arasındaki şeytanları zorla yollarından uzaklaştırmasını beklememelidirler. Gerçek, fazilet, doğruluk davası için çalışmaya içtenlikle niyet ettiklerinde, sert bir mücadeleyle bâtılın tapınıcılarıyla çatışmalarında ellerinden geleni yapmakla başarıya ulaşacaklarını bilmelidir müminler. Eğer Allah bâtılı yok edip mucizelerle Hakk’ı hakim kılmayı dilemiş olsaydı, bu durumda bizzat kendisi dünyada hiçbir şeytana izin vermeyecek ve ortaya çıkmaları için şirk ve küfre yer bırakmayacak şekilde herşeyi düzenleyeceğinden bu işi müminlere emanet etmesine hiç gerek kalmazdı.
113 Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin de ondan (bu yaldızlı ve içi çarpık sözlerden) hoşlansınlar ve yüklenmekte olduklarını yüklenedursunlar.
114 Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir.81 Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu halde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma.82
AÇIKLAMA
81. Bu cümlede ‘konuşan’ın Hz. Peygamber (s.a.)ve karşıdakilerin de kafirlerin iman etmesi için bir ayet (mucize) gösterilmesini arzulayan müminler olduğu açıktır. Allah’ın Kur’an’da tüm gerçekleri apaçık ortaya koyduğu, dolayısıyla hiçbir ayet (mucize) gösterilmeyeceği söylenmektedir kendilerine. Batılla olan çatışmalarında, Allah Hakk’ın bağlılarının, kendisinden herhangi bir olağanüstü müdahale beklemeden Hakk’ın tabii yollarla egemen olması için ellerinden geleni yapmalarını irade etmiştir. Bu nedenle de, Hz. Peygamber’den (s.a.)”Ben bu durumda Allah’ın iradesi’ni gözden geçirip, onları inanmaya zorlayacak bir ayet indirmesi için Allah’tan daha büyük bir yetkili mi arayayım?” demesi istenmektedir. (Ayrıca bkz. an:76)
82. Yani, “Gerçeğin egemenliği için ortaya konan bu ilkeler, yoldaki güçlükleri ve engelleri açığa çıkarmak için ilk kez bugün icat edilmiş yeni şeyler değildir. Kitabın bilgisine sahip ve peygamberlerin misyonundan haberdar olan herkes, tabii yollarla muhalefet karşısında Hakk için mücadele etmek zorunda kalan önceki peygamberlerin de aynı durumla karşılaştıklarına tanıklık edecektir.”
115 Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tastamamdır. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitendir, bilendir.
116 Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle yalan söylerler.’83
117 Şüphesiz Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O dosdoğru yolda olanları da daha iyi bilendir.
AÇIKLAMA
83. Gerçeğin arayıcısı için doğru olan çoğunluğun hangi yolu izlediğine bakmak olamaz; çünkü çoğunluk bilgi yerine zanna uyar. İnsanların çoğunluğunun inançları, teorileri, felsefeleri, hayat prensipleri ve kanunları zannın sonucu ve dolayısıyle saptırıcıdır. Buna karşılık Allah’ın razı olduğu yaşama şekli, ancak bizzat Allah’ın gösterdiği yolda olabilir. Bu yüzden, gerçeğin arayıcısı bu yolu seçmeli ve Allah’ın yolu’nda tek başına da kalsa azim ve kararlıkla yürümelidir.
118 Eğer onun ayetlerine inanıyorsanız, artık üzerinde yalnızca Allah’ın ismi anılanlardan yiyin.84
119 Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, O size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah’ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz?85 Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.
120 Günahın açıkta olanını da, gizlisini de terkedin. Çünkü günahı kazananlar, yüklenegeldikleri nedeniyle karşılık göreceklerdir.
121 Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu bir fısk’tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar.86 Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.87
AÇIKLAMA
84. Halkın herhangi bir ilâhî hüküm olmadan dinî kanunlar olarak benimsediği çok sayıdaki yanlışlardan biri de, yiyecek maddeleri üzerine getirdikleri sınırlamalardır. Bu nedenle de, Allah’ın haram kıldığı bazı şeyleri helâl, helâl kıldığı bazı şeyleri de haram yapmışlardır. Bu bağlamda, önceki halklardan bazılarının üzerinde ısrar ettiği ve aynı şekilde bazı günümüz insanlarının da önemle üzerinde durduğu en saçma şeylerden birisi, Allah’ın adı anılmadan kesilenin helâl, Allah’ın adı anılarak kesilenin ise haram olduğu inancıdır. Bu ayette Allah bu tür düşünceleri reddetmekte ve müslümanlara kâfirlerle müşriklerin uydurduğu tüm bu vehim ve batıl inançları bırakıp eğer gerçekten iman etmişlerse, halkın Allah’ın hidayeti’ne karşı getirmiş bulunduğu böylesi tüm sınırlamaları kaldırmalarını emretmektedir. Kısaca, müslümanlar ancak Allah’ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığını haram tanımalıdırlar.
85. Lütfen bkz. Nahl: 114-116. Bu gönderi Nahl suresinin En’am suresinden önce indirildiğini de gösterir.
86. Burada, Yahudi bilginlerinin İslâm karşısında Cahiliyye Araplarının zihinlerini zehirlemek için kullandıkları değişik şüphe ve karşı çıkış türlerine değinilmektedir. Hz. Abdullah İbn Abbas’dan gelen bir rivayete göre, Yahudilerin Hz. Muhammed’e (s.a) karşı öğrettikleri çıkış yollarından biri şuydu: “Allah’ın (tabiî ölümle) öldürdüğü haram oluyor da, bizim (Allah’ın adını anarak) öldürdüğümüz (boğazladığımız) nasıl helâl oluyor?” Ehl-i kitabın çarpık tutumları bu türdendi işte. Halkın zihnini zehirlemek ve gerçek’le savaşlarında onları silâhlandırmak için böylesi sorular icat ediyor ve kendilerine sunuyorlardı.
87. Allah’ın ilâhlığını kabul etmekle birlikte Allah’tan yüz çevirenlerin yollarını ve buyruklarını izlemek de şirktir. Allah’ın birliğini kabul etmek, hayatın tüm yönlerinde Allah’a itaat etmektir. Allah’ın yanısıra bir başka kişiye daha itaat edilmesi gerektiğine inanan bir kimse akide açısından şirke düşmüştür. Haram ve helâl kılma yetkisini kendisinde gören böylesi kişilere Allah’ın yol göstericiliğini hiçe sayarak itaat eden bir kimse ise şirke amelî açıdan girmiş olur.
Şimdi, sure içinde 118-121. ayetlerin konumuna bakalım. Önceki ayetlerde (116-117) müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.)vasıtasıyla, zanna ve kaprislere dayalı yanlış yollarını izleyip propaganda ederek başkalarını da saptıranlara karşı korunmaları için uyarılmıştı. Burada ise, tam yeri gelmişken, bu soyut talimatı somut biçimde açıklığa kavuşturmak için aynı şey örneklenerek tekrarlanmaktadır.
122 Ölü iken kendisini dirilttiğimiz88 ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp89 oradan bir çıkış bulamıyanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir.90
123 Böylece biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli-düzenler kursunlar diye- oranın suçlu-günahkârları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna varmazlar.
124 Onlara ne zaman bir ayet gelse, derler ki: “Allah’ın elçilerine verilenin bir benzeri bize de verilene kadar biz kesin olarak inanmayacağız.”91 Allah, elçiliğini nereye vereceğini daha iyi bilir. Bu, suçlu-günahkârlara, kurdukları hileli-düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah katında bir küçüklük isabet edecektir.
125 Allah, kimi hidayete eriştirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar;92 kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, -sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.
AÇIKLAMA
88. Burada “…Ölüyken” ifadesi, “cehalet ve anlayış yokluğu içindeyken, “hayat verdiğimiz” ifadesi ise, “bilgi ve anlayış verip, gerçeği tanıyabilecek zihin düzeyine çıkardığımız” anlamındadır. Gerçekten doğruyu eğriden ayıramayan ve Doğru Yol’u bilmeyen fiziksel açıdan canlı kabul edilebilirse de aslında O, kendisini gerçekten insan yapacak ‘hayat’tan yoksundur. Yaşayan bir insan değil, ancak yaşayan bir hayvandır. Yaşayan (hayat sahibi) insan ise, ancak doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, haklıyı haksızdan ayırabilendir.
89. Yani, “Hayat hakkında gerçek anlayışa ulaşmış ve bilginin ışığıyla sayısız eğri yolların arasında Doğru Yol’u tanıyabilen bir kişinin, anlayıştan yoksun ve cehalet karanlıklarında körlüğünden dolayı düşe kalka gidenler gibi bir hayat yaşamasını nasıl beklersiniz?”
90. Kendilerine sunulan ışığın yol göstericiliğine tabi olmayı reddedip, Doğru Yol’a çağrıldıkları halde eğri yollarda yürümeyi tercih edenlere yaptıklarını güzel göstermesi Allah’ın Kanunu’dur. Böyle kişiler zamanla karanlığı sevmeye başlar ve karanlıklar içinde körler gibi el yordamıyla yürümekten ve hayatları boyunca sürüklenip gitmekten hoşlanır hale gelirler. Aynı şekilde, her kötü şey kendilerine sevmeye ve yapmaya değer, her gülünçlük de bir hikmet parıltısı olarak görünür. Şer üreten meşguliyet ve denemelerinde başarısızlığa uğradıktan sonra, ilk başarısızlığın, gelecekteki denemelerde kaçınılması gereken ‘arizî’ bir hatadan kaynaklandığı düşüncesiyle yeni bir deneye girişirler.
91. Yani şöyle demek istiyorlardı: “Rasûllerin bir meleğin kendilerine Allah’tan Mesaj getirdiği iddialarına, aynı melek Allah’ın Mesajını doğrudan bize iletmek için gelmedikçe inanmayız.”
92. “Allah göğsünü İslâm’a açar” ifadesi, “Allah zihninden ve kalbinden İslâm hakkındaki her tür kuşku, tereddüt ve kararsızlığı gidererek, kendisini İslâm gerçeği konusunda iyice ikna eder” demektir.
126 Bu, Rabbinin dosdoğru olan yoludur. Öğüt alıp düşünmesini bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıkladık.
127 Onlar için Rableri katında barış yurdu93 vardır ve O, yapmakta oldukları dolayısıyla onların velisidir.
128 Onların tümünü toplayacağı gün: “Ey cin topluluğu,94 insanlardan çoğunu (ayartıp kendinize kullar) edindiniz” (diyecek). İnsanlardan onların dostları onlanlar derler ki: “Rabbimiz, kimimiz kimimizden yararlandı95 ve bizim için tesbit ettiğin süreye ulaştık.” (Allah) Diyecek ki: “Allah’ın dilediği dışta olmak üzere, ateş sizin içinde ebedi kalacağınız konaklama yerinizdir.” Şüphesiz Rabbin, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir.96
129 Böylece biz, kazandıkları dolayısıyla zalimlerin bir kısmını bir kısmının başına geçiririz.97
130 Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size ayetlerimi aktarıp-okuyan ve size bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp-korkutan elçiler gelmedi mi? Onlar: “Nefislerimize karşı şehadet ederiz” derler.98 Dünya hayatı onları aldattı ve gerçekten kâfir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şehadet ettiler.99
131 Bu, halkı habersizken, Rabbinin ülkeleri zulüm ile helak edici olmadığındandır.100
AÇIKLAMA
93. “Selâm Yurdu”, eksiksiz huzur ve mutluluğun yeri olup sakinlerinin her tür belâ ve zavallılıktan bütünüyle uzak bulunduğu Cennet’tir.
94. Buradaki ‘cin’lerden kasıt, ‘cin şeytanları’dır.
95. Yani, “her birimiz diğerini istismar etti ve bencil hedefleri uğruna aldattı.”
96. Allah tam hikmet sahibi ve herşeyi hakkıyla bilen olduğundan hem ceza, hem de bağış hikmet ve bilgiye dayanacak ve dolayısıyla akla uygun ve adalet üzere olacaktır. Her ne kadar O tam kudret sahibi ve dilediğini cezalandırıp, dilediğini bağışlayabilirse de, yine de, suçundan bizzat sorumlu olduğu ve dolayısıyla cezalandırılmayı hak ettiği açıkça belli olmayan günahkârı bağışlayacaktır.
97. Dünyada iken günahlarında ve cinayetlerinde suç ortaklığı yapan böylesi zalimler, ahirette de cezalarını ortaklaşa çekeceklerdir.
98. Yani, “itiraf ederiz ki, Sen’den bize birbiri ardısıra elçiler geldi, fakat onların söylediklerine inanmamakla biz hata ettik.”
99. Gerçeğin kendilerine geldiğini, bunu duyup bildiklerini fakat bile bile reddettiklerini bizzat kendileri itiraf edeceklerdir.
100. Allah suçlulara, “Sen bize gerçeği bildirmedin, bize doğru yolu gösterecek birini de göndermedin. Ve şimdi de, bilmeden yanlış yolu tuttuğumuz için de bizi cezalandırmaya kalkıyorsun” deme fırsatı vermek isteğinde değildir. Böyle bir itirazın olmaması için, Allah hükmünün icrasından önce insanlar ve cinler uyarılsın diye elçiler ve kitaplar göndermiştir. Eğer buna rağmen insanlar yanlış yolları benimser ve bu nedenle de cezalandırılırlarsa, bu durumda Allah’ı değil, kendilerini suçlamalıdırlar.
132 Yapmakta oldukları dolayısıyla her biri için dereceler vardır. Rabbin, onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.
133 Rabbin, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan rahmet sahibidir.101 Dilerse sizi giderir ve dilerse, sizi bir başka kavmin soyundan (inşa edip) ortaya çıkardığı gibi yerinize bir başkasını getirir.
134 Hiç şüphesiz, size102 vadedilen mutlaka gelecektir. Ve siz aciz bırakılacak değilsiniz.
135 De ki: “Ey kavmim, bütün yapabileceğinizi yapın; şüphesiz ben de yapıyorum.103 Bu yurdun (dünyanın) sonu, kimindir, bilip-öğreneceksiniz. Gerçek şu ki zalimler kurtuluşa ermiyeceklerdir.”
AÇIKLAMA
101. “Rabbin ganidir, alemlerden müstağnidir” ifadesinin anlamı şudur: “O ne sizden yardım alma ihtiyacındadır, ne de çıkarlarını gözetecek birine muhtaçtır. Bu yüzden, ne itaatınızla O’na bir iyilikte bulunabilir, ne de isyanınızla O’na bir zarar verebilirsiniz. Hepiniz O’na karşı ayaklansanız bile, O’nun mülkünden bir zerre bile alamazsınız; Hepiniz O’na itaat ve ibadet etseniz bile, mülküne bir zerre bile katamazsınız. O sizin ne itaatınıza muhtaçtır, ne de kurbanınıza, adaklarınıza. Gerçekte, karşılığında hiçbir şey beklemeden sayısız nimetlerini üzerinize yağdırmaktadır O.”
“Rahmet Sahibi” ifadesi iki hususa işaret etmektedir;
1) Allah’ın size doğru yolu göstermesi kendi çıkarı için değil, sadece size olan rahmetinden, merhametindendir. Doğru yolu izleyip, eğri yollardan kaçınmanız hiçbir şekilde O’nun çıkarına olmadığı gibi, doğru yoldan yüz çevirmeniz de O’nun zararına değildir. Gerçekte, bu yolda gitmekle kendi çıkarınıza hizmet etmiş ve kendi kendinize zarar vermiş olmaktan kaçınmış olacaksınız. Bu bakımdan, size daha yüce mertebelere çıkma imkânı vermek için doğru davranışı öğretmesi ve sizi en derin fesat çukurlarına fırlatacak yanlış davranışlardan kaçındırması O’nun lütfudur.”
2) “Rabbiniz acımasız değildir ve suçlarınızla hatalarınızdan dolayı sizi cezalandırmaktan zevk duymaz. Gerçekte tüm yarattıklarına karşı son derece lûtufâr ve yumuşaktır. O, üzerlerindeki hakimiyetini büyük merhametiyle yürütür. Bu nedenledir ki, tekrar tekrar hatalarınızı bağışlar, görmezlikten gelir ve itaatsizlik yapsanız, günah işleseniz ve büyük cürümlerde bulunsanız bile, O size karşı yine de merhameti ve bağışlayıcılığıyla davranır. Sizi yaratan ve barındıranın O olduğunu bile bile O’nun emirlerine akılsızca karşı çıkarsanız, buna rağmen O sizi bağışlar, yaptıklarınıza sabreder, gerçeği görüp, yolunuzu düzeltesiniz diye size tekrar tekrar süre tanır. Eğer o acımasız olsaydı, sizi hemen helâk eder ve yerinize bir başka topluluğu getirir veya tüm insanlığı yok ederek bir başka varlık türü yaratabilirdi.”
102. Yani, ilkten sona tüm insanların yeniden hayata döndürülüp nihaî hüküm için Rabblerinin huzuruna çıkarılacakları “kıyamet” günü.
103. Yani, “Uyarımıza kulak vermez ve gittiğiniz yanlış yolları bırakmazsanız, o zaman istediğiniz yolda gidebilirsiniz, bırakın ben de yolumca gideyim. Sonunda, siz de, bende yollarımızın nereye vardığını göreceğiz.”
136 O’nun104 üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah için de bir pay ayırdılar, sonra kendi zanlarınca: “Bu Allah’ındır, bu da ortaklarımızındır” dediler.105 Kendi ortakları için olan (pay), Allah tarafına geçmez, ama Allah’a aid olan kendi ortaklarının tarafına (payına) geçer.106 Ne kötü hüküm veriyorlar?
AÇIKLAMA
104. Önceki bölüm anlam olarak şu sözlerle bitmişti (ayet-135): “Eğer bu kişiler senin uyarılarını kabul etmek istemiyor ve bilgisizliklerinde ısrar ediyorlarsa, söyle onlara istedikleri gibi davransınlar ve sen de kendi yolunca git. Hüküm Günü mutlaka gelecek ve onlar yaptıklarının sonucunu göreceklerdir. Zulmedenler orada kurtulanlardan olmayacaktır.” Buradan itibaren (136-146) işlemekte ısrar edip durdukları helâke götürücü zulümler ve kötülükler açıklanıyor ve böylece bilgisizliklerinin örnekleri sergileniyor.
105. Tüm toprağın ürünlerini bitiren Allah olduğuna inandıklarından dolayı şükürlerinin bir işareti olarak tarım ürünlerinin bir kısmını Allah’a ayırıyorladı; aynı şekilde, kendilerine büyük yararı dokunan hayvanlardan belli miktarı da, yine onların yaratıcısı olan Allah için bir kenara koyuyorlardı. Fakat bunun yanısıra, bir bölümü de putlarınca temsil edilen aile veya kabile tanrılarına sunuyorlardı. Çünkü, tanrılarının, tanrıçalarının, melekler, cinler, yıldızlar ve ölmüş atalarının ruhlarının Allah yanında kendileri için şefaatte bulundukları inancıyla, Allah’ın onlara karşı çok yumuşak ve lûtufkâr olduğunu kabul ediyorlardı. Böylece, tüm bu şefaatçilerin de kendilerine karşı iyi davranacaklarını ummaktaydılar. İşte işledikleri bu türlü zulümler nedeniyle Allah kendilerini azarlamakta ve şöyle demektedir:
“Yaratıp, rahmet ve merhametimden size verdiğim şeyleri başkalarına sunmanız tam bir nankörlüktür. Nasıl olur da, Bana şükür olarak sunduklarınızda ortaklar tanırsınız? Benim bütün bunları başkalarının payı olsun diye mi size verdiğimi sanıyorsunuz?” Sonra, kendisiyle O’na koştukları ortaklar arasında yaptıkları paylaştırmadan dolayı yine Allah gizliden gizliye müşrikleri paylamaktadır. Gerçekte herşeyi veren Allah’ken, kendi kendilerine yasa koyup uygun gördükleri payı Allah’a ve daha başkalarına ayırdıklarındandır bu. Oysa, Allah tek yasa koyucu olarak alınmalı ve şükür olarak O’na ayrılan payı, yine daha başka hak sahiplerinin paylarını da tesbit etmesi gereken Allah’ın Kanunu belirlemelidir. Bu durumda, keyfî olarak Allah için ayırıp yoksulara ve mahrumlara dağıttıkları pay bile hiçbir kıymete lâyık görülmemekte ve Allah tarafından kabul edilmesi için ortada hiçbir neden bulunmamaktadır.
106. Burada acı bir alay ve azar vardır. Tanrılarına ayırdıkları payı çoğaltmak ve Allah için işaretlediklerini azaltmak amacıyla buşvurdukları hileli yollardan dolayı terslenmektedirler. Kendi yaptıkları tanrıların paylarına çok daha büyük ilgi gösteriyordu onlar. Sözgelimi, Allah’a ayrılan paydan bir tek meyve veya tane karşı tarafa geçecek olsa buna hiç aldırmıyorlar, ama tanrılarının payından en ufak bir şey Allah’ın payına karışsa bunu hemen geri alıyorlardı. Yine kıtlık zamanlarında kutsanmış ürünü kullanmak zorunda kalsalar Allah için işaretlenene el atıyor ve başlarına bir felâket gelir korkusuyla tanrılarının payına dokunmuyorlardı. Bunun da ötesinde, tanrılarının payında bir eksiklik meydana gelse, bunu Allah’a ayrılan paydan gideriyorlar, fakat tersi durumda Allah’ın payındaki eksikliği gidermek için tanrılarının payından en ufak bir şey bile almıyorlardı. Bütün yaptıkları için pek akla yatkın özürler de uyduruyorlardı tabii. Örneğin, “Allah zengindir ve payındaki her türlü eksikliği giderebilir. Fakat, tanrılar aynısını yapamaz. Çünkü onlar Allah gibi zengin değildir. Dolayısıyla paylarındaki en ufak bir eksiklik nedeniyle bizi cezalandırabilirler” diyorlardı.
Bu tür uygulamaların kökünde yatan neden, her iki kutsanmış ürünün farklı yollarıydı. Allah’ın payı dilencilere, yoksullara, yolculara, yetimlere vb. dağıtılırken, tanrılara ayrılan pay tapınaklarda sunulduğundan doğrudan ve dolaylı olarak din adamlarına gidiyordu. Bu nedenledir ki, bencil dinî liderler, Allah’ın sevgilileri olan tanrılarının payında eksilme olmaması gerektiği konusunda cahil izleyicilerine yüzyıllardır baskı yapıyorlardı. Hattâ, tanrılarının payı artarsa bu daha iyiydi.
137 Yine bunun gibi onların ortakları,107 müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helake düşürmek,108 hem de kendi aleylerinde dinlerini karmakarışık kılmak için.109 Allah dileseydi bunu yapmazlardı; sen onları ve düzmekte oldukları iftiraları bırak.110
AÇIKLAMA
107. ‘Şürakâ’ (ortaklar) kelimesi burada 136. ayettekinden farklı bir anlamda kullanılmaktadır. 136. ayette kelime, “Allah’a koşulan ortaklar ve tapınılıp, adaklarda Allah’la bir tutulan tanrılar” anlamınaydı; burada ise, “çocukların öldürülmesini kendilerine meşru ve övgüye değer gösteren insanlardan ve şeytanlardan ortakları” anlamına gelmektedir. Önceki ayette, tapınma ve bağlanmada daha başka şeyleri Allah’a ortak tanıdıklarından şirke düşmüş oluyorlardı; bu ayette ise, Allah’ın yanısıra daha başkalarını da yasa koyucu kabul edip, yasal ve yasal olmayanın tesbitinde hakim olarak gördüklerinden şirke düşmektedirler. Buna göre, Allah’tan başkasının yaptığı herhangi bir yasayı uyulması gerekli görüp de uyan ve kendisini bu yasanın çizdiği sınırlarla sınırlı sayan müşrikler, bu yasayı koyan Allah’a ortak tanıma suçunu işlemiş oluyordu. Her iki ayette belirtilen durum da şirktir: Öncekinde şirk, kendilerine adakta bulunulan şeylere rabb veya tanrı (ilâh) sıfatı vermek şeklindeyken, burada Allah’tan başkasının yaptığı yasaları geçerli kabul edip, onlara uymak biçimindedir. Çocukları öldürme konusuna gelince, Araplar bu günahı üç amaçla işliyorlardı ve Kur’an bu amaçlardan üçünü de yermektedir:
1) Bir damat sahibi olma yüzkarasından kurtulmak için veya kabile savaşlarında düşmanın eline düşmesin, ya da bir başka şekilde kendileri için utanç nedeni olmasın diye kız çocuklarını öldürürlerdi.
2) Ekonomik nedenlerle çocuklarını öldürürlerdi. Bakım ve beslenmelerinin yükü çekilmez hale gelsin istemezlerdi.
3) Çocuklarını tanrılarını memnun etmek için onların mihrabında kurban ederlerdi.
108. Burada, “helâk” kelimesi oldukça anlamlıdır ve manevî helâki (yıkım) ifade etmektedir. Bir insanın kendi çocuklarını öldürmesi kalbini öyle sertleştirir ki, suçlu artık iyice acımasızlaşır ve tüm insanî ve hattâ tüm hayvanî şefkat duygularını bile yitirir. Böylece kendi ulusunun ve genelde tüm dünya nüfusunun azalmasına yol açtığı için de insanlığın yıkımına neden olur. Gelecekteki destekçilerinin, medeniyetin kurucularının ve mülkünün varislerinin doğumunu engelleyen, yani yeni doğan çocuklarını öldüren bir ulus kesinlikle helâk uçurumuna yuvarlanır. Hepsinden önemlisi, masum çocuklara karşı işlenen böylesi insanlık dışı bir cinayet ahiretteki tüm kurtuluş şansını da yok eder. Çünkü, kendi insaniyetini ve hattâ soyuna olan tabiî sevgiyi öldüren ve gerek insanlığa, gerekse kendi ulusuna karşı bu türden bir düşmanlık gösteren bir kişi kesinlikle Allah’tan en acı ve ıztırap verici cezayı görecektir.
109. Dinî liderler, başkanlar, kabilelerin önde gelenleriyle etkili kişileri, İbrahim ve İsmail Peygamberlerin izleyicileri olduklarını iddia edenler peygamberlerin getirdiği saf dine değişik inançlar, ibadetler ve uygulama biçimleri ekliyorlar ve halkın zihinlerini karmakarışık ediyorlardı. Evet, İslâm öncesi Araplar peygamberlerin dinine uydukları inancındaydılar. Fakat, bu din konusunda zihinleri öylesine allak bullak edilmişti ki, uydukları dinin iyice bulandırılmış da olsa Allah’ın seçilmiş dini olduğunu sanıyorlardı. Bunun nedeni de, geleneklerinde, tarihlerinde veya bir başka kitapta peygamberlerin gerçek diniyle ilgili hiçbir güvenilir kaydın korunmamış olması ve kimsenin bu dinde sonradan yapılan değişiklik ve eklemeleri sıyırıp atamamasıydı.
110. Yani, “Ey Rasûl! Onlar hakkında üzülmene gerek yok. Eğer senin uyarılarına rağmen uydurdukları yanlış yolda yürümekte ısrar ediyorlarsa bırak gitsinler. Bütün bunlar olacaktır, çünkü onların istedikleri yolda gitmeleri Allah’ın dilemesidir, aksi halde, şu anda yaptıklarını yapamaz olurlardı.”
138 Ve kendi zanlarınca dediler ki: “Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları bizim dilediklerimiz dışında başkası yiyemez.111 (Şu) Hayvanların da sırtları haram kılınmıştır.” Öyle hayvanlar da vardır ki, -O’na iftira etmek suretiyle112 üzerlerinde Allah’ın ismini anmazlar.113 Yalan yere iftira düzmekte olduklarından dolayı O, onlara cezalarını verecektir.
139 Bir de dediler ki: “Bu hayvanların karınlarında olan, yalnızca bizim erkeklerimize aittir, eşlerimize ise haramdır. Eğer o, ölü doğarsa onlar da bunda ortaktırlar.”114 Allah, (bu) düzmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir.
140 Çocuklarını hiç bir bilgiye dayanmaksızın akılsızca öldürenler ile Allah’a karşı yalan yere iftira düzüp Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram kılanlar elbette hüsrana uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp sapmışlardır ve doğru yolu bulamamışlardır.115
141 Asmalı ve asmasız bahçeleri,116 hurmaları ve tadları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları -birbirine benzer ve benzeşmez- yaratan O’dur. Ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasad günü de hakkını verin; israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.
142 Hayvanlardan yük taşıyan ve (yünlerinden, tüylerinden) döşek yapılanları da117 (yaratan O’dur). Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.118
AÇIKLAMA
111. Burada, müşrik Arapların kendi koydukları dinî bir kural daha reddedilmektedir. Onlar belli bir tapınak, kutsal kişi veya tanrı için belirli bazı hayvanları veya bir takım tarlaların ürünlerini ayırıp korumaya ahdederler ve bunların kullanımıyla ilgili kurallar koyarlardı. Buna göre farklı adak türlerinin kullanma hakkı belli türde insanlara verilirdi. Allah bu tür davranışları şirk dininin amelleri saymakta ve müşrikleri bu türden kendi eserleri olan yasalar konusunda uyarıp sanki şöyle demektedir: “Bizim verdiğimiz rızıklardan başkalarına adakta bulunmayla ilgili ahd ve adaklarınızdan dolayı sizi cezalandıracağız. Çünkü ne size böylesi adaklar emrettik, ne de kulanımları için sınırlamalar getirdik. Bütün bunlar, kendilerine şiddetli muamelede bulunulacak olan isyankar ve kibirli kişilerin uydurmasıdır.”
112. Rivayetlerden öğrendiğimize göre, bazı adak ve sunu biçimlerinde Allah’ın adını hayvan üzerine anmak doğru görülmüyordu. Yine, hacc sırasında “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk” denilerek Allah’ın adını anmak gerektiğinden böyle hayvanlara binilmiyordu da. Aynı şekilde, bu hayvanları sağarken, boğazlarken, etlerini yerken veya üzerlerine binerken Allah’ın adını anmamakta ısrar ediyorlardı.
113. Yani, “Bu kuralları koyanlar Allah değildir, onların uydurmalarıdır bunlar. Buna rağmen, bu kurallara Allah’tan hiçbir delilleri olmadıkları halde onları koyanın Allah olduğu inancıyla uyuyorlardı.” Bu konuda ellerindeki tek delil, onların atalarının uygulamasından başka bir şey değildi.
114. Arapların sunu ve adaklarla kutsanmış hayvanlar konusunda kendi uydurdukları yasanın maddelerinden biri de, anne karnından yeni doğmuş hayvanların etlerinin yalnızca erkeklerce yenilip, kadınlara haram olmasıydı. Bununla birlikte, eğer hayvan ölü doğar veya doğar doğmaz ölürse, bundan erkekler de kadınlar da yiyebilirdi.
115. Yani, “Bu tapınma biçimlerini ve âdetlerini uyduranlar her ne kadar sizin atalarınız, dinî liderleriniz ve reisleriniz idiyse de, bu onların doğru yolda oldukları anlamına gelmez. Onlar yanlış yolda olduğu gibi, bu yaptıklarınız da yanlıştır ve çocuklarınızı öldürmeye izin veren, sebepsiz yere Allah’ın verdiği rızıkları haram kılan ve dinde yenilikler icat edip bunları Allah’a atfeden atalarınız ve dinî liderleriniz de olsa, hiçbir hayal onları doğru yolda göstermeye yetmez; yanlış yoldaydı onlar ve bu yolda olmalarının getirdiği sonuçlara da katlanacaklardır.”
116. Arapça ‘Cennat (ün) ma’şurat’ kelimeleri kemerli, yerden yükselip sırt yaparak yeniden yere dökülen bitki bahçeleri olup, bağlar olarak çevrilebilir; ve ğayru ma’şurat ise yerde yatmayan bitki bahçeleri anlamına gelip yüksek ağaçlardan oluşan bahçeler şeklinde çevrilebilir.
117. Arapça ferş kelimsi, küçük yapılı ve yürürken yere değen anlamında veya boğazlanırken yere yatırılan anlamında, ya da deri ve tüylerinden yatak yapılan anlamında (koyun) gibi hayvanlar için kullanılır.
118. Bu ayetin (142) bulunduğu bölümden Allah’ın üç şeyi vurguladığı ortaya çıkmaktadır:
1) “Bahçeler, tarlalar ve sahip olduğumuz hayvanların hepsi Allah vergisidir ve kimsenin bu nimetlerde payı yoktur, dolayısıyle, Allah’tan başka kimseye bunlar için şükredilmez.”
2) “Bu nimetlerde kimsenin payı olmadığından, bunlar Allah’ın Kanunu doğrultusunda kullanılmalı ve kimseye bu kullanıma sınır koyma hakkı tanınmamalıdır. Bu nedenle, Allah’tan başkasının koyduğu tapınma biçimlerine uyan herhangi bir kişi Allah’ın çizdiği sınırları aşmış ve Şeytan’ın yollarına girmiş olur.”
3) “Bütün bu şeyler insanlığın yiyeceği ve daha başka kullanım yerleri için Allah tarafından yaratılmış olup kimsenin bunları ‘ilimsiz haram kılma hakkı yoktur. Bu yüzden, bâtıl inançlar ve zanlar sonucu bunlara getirilen sınırlamaları Allah kesinlikle onaylamaz.”
143 Sekiz çift; koyundan da iki, keçiden de iki. De ki: “İki erkeği mi haram kıldı? Yoksa iki dişiyi mi, ya da o iki kişinin rahimlerinin, kendisini kapsadığı (yavruları) mı? Eğer doğru sözlüler iseniz bana bir ilimle haber verin.”119
144 Deveden de iki, sığırdan da iki. De ki: “İki erkeği mi haram kıldı? Yoksa iki dişiyi mi ya da o iki dişinin rahimlerinin, kendisini kapsadığı (yavruları) mı?120 Yoksa Allah, bunları sizlere tavsiye ettiği zaman siz şahider miydiniz?” Hiç bir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan yere iftira düzenden daha zalim kimdir? Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
145 De ki: “Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü eti, dökülen kan, domuz eti -ki bu gerçekten murdardır- ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında, haram kılınmış bir şey bulmuyorum.121 Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- (bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir). Şüphesiz senin Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir.
AÇIKLAMA
119. Yani, “Cevabınız zanlara, bâtıl inançlara veya babalarınızın âdetlerine değil de ilme dayanmalıdır.”
120. Aynı familyadan bazı hayvanların helâl, bazılarının haram olması sorunu, böylesi bâtıl inançların saçmalığının müşrikler yanında açığa çıkması için böyle ayrıntılarıyla ortaya konmaktadır. Aynı familyadan erkek hayvanın helâl, dişisinin haram, erkeğin haram dişinin helâl veya hayvanın kendisinin helâl, yeni doğmuşun haram olması hep saçmadır. Öylesine saçmadır ki, bu tür şeyler, düşünen ve aklı başında olan kimse Allah’ın böylesi akıl dışı sınırlamalar getireceğini hayalinden bile geçirmez. Bu arada, Kur’an’ın Arapların bâtıl inançlara dayalı uygulamalarının saçmalığını göstermek için başvurduğu aynı yöntemin aynı etkinlikle yiyecekler üzerine akıl dışı sınırlamalar getiren ve insanlar arasında insanlık dışı ayırımlar yapan dünyanın daha başka uluslararası bâtıl inançlara dayalı uygulamalarını açığa çıkarmak için de kullanılabileceği belirtilmektedir.
121. Bu konu, Bakara-173 ve Maide,3’te ele alınmıştı ve Nahl-115’te tartışılacaktır. Bakara suresinin 173. ayeti ile bu ayet arasında küçük bir deyiş farklılığı varmış gibi görünüyor. Bakara’nın sözü edilen ayetinde yasaklanan yalnızca ‘kan’ idi. Burada haram kılınan ise, akıtılan, yani hayvan yaralandığında veya kesildiğinde akan ‘kan’dır. Mesfûh (akıtılmış) kelimesinin eklenmesi yalnızca ‘kan’ın mahiyetini açıklamak için olup, ’emir’de herhangi bir değişiklik yapmaz. Aynı şekilde, Maide-3’te bu dört yasağın yanısıra başka şeyler de anılmıştı; boğulan, vurularak öldürülen, düşmekle ölen veya bir başka hayvan tarafından sürçülerek öldürülen hayvanlar. Bu da, bu yolla öldürülen hayvanların da ‘ölü’ sayılması gerektiğini gösteren bir açıklama olduğundan, iki ayetteki ’emir’in niteliğinde herhangi bir değişiklik yapmaz.
Şimdi de fakihlerin çeşitli görüşlerini ele alalım. Hz. Abdullah İbn Abbas ve Hz. Aişe, hayvanî yiyecekler içinde yalnızca bu dördün (ölü-laşe, akıtılmış kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın eti) haram ve tüm diğerlerinin helâl olduğu görüşündeydiler. Fakat, bu dördün yanısıra, Hz. Peygamber’in (s.a.)evcil maymunlar, keskin dişli av hayvanları ve pençeli kuşlar gibi daha başka bazı hayvanları da haram kıldığını veya onlardan iğrendirdiğini ifade eden hadisler vardır. Bu nedenle, fakihler yasağı yalnızca bu dört nedenle sınırlamaz ve genişletirler.
Sonra, yasak üzerinde ve başka hangi hayvanların yasak olduğu konusunda da fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Sözgelimi, İmam Ebu Hanife, İmam Malik ve İmam Şafiî, evcil hayvanın haram olduğunu belirtirken, Hz. Peygamber’in (s.a) bu hayvanın özel bir nedenle ve bir defaya mahsus yasaklandığını, dolayısıyla helâl olduğunu ileri sürenler de vardır. Bunun yanısıra Hanefiler, lâşe yiyen hayvanları, av kuşlarını ve ölü etiyle beslenen hayvanları mutlak şekilde haram kabul ederken, İmam Malik ve Evzaî’ye göre av kuşları helâl ve Leys’e göre de kedi helâldir, İmam Şafiî’ye göre ise, yalnızca (arslan, kurt ve kaplan gibi insanlara saldıran) etobur hayvanlar haramdır. İkrime karga ve porsuğun helâl olduğu görüşündedir. Yine Hanefi’lere göre tüm sürüngenler haramken İbn Ebi Leyla, İmam Malik ve Evzai’ye göre yılan helâldir.
Yukarda verdiğimiz bilgilerin dikkatlice incelenmesi, gerçek Kur’an’da anılan yalnızca dört şeyin haram olduğu ve bunların yanısıra, çeşitli derecelerde iğrenç daha başka hayvanların bulunduğunu ortaya koyar. Dolayısıyle, sahih hadislere göre Rasûlullah’ın iğrendiği hayvanlar da çok büyük ihtimalle haram olup, haklarında fakihlerin farklı görüşlere sahip olduğu hayvanların iğrençliği ise şüphelidir.
Bazılarının kişisel iğrenme duyduğu hayvanlara gelince, İslâm Hukuku kimseyi sevmediği şeye zorlamaz. Aynı kural, bazı grup ve ulusların belirli şeylerden iğrenmesi için de kullanılabilir. Buna karşı yasa herhangi bir kişi, topluluk veya ulusa başkalarına kendilerinin iğrendirdiği şeyi haram saymaya zorlama veya haram saydıkarı şeyin kullanımını yasaklama izni vermez.
146 Yahudi olanlara her tırnaklı (hayvanı) haram kıldık. Sığırlardan ve koyunlardan, sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan veya kemiğe karışanlar dışında iç yağlarını da onlara haram kıldık. ‘Azgınlık ve hakka tecavüzde bulunmaları’ nedeniyle onları böyle cezalandırdık.122 Biz şüphesiz doğru olanlarız.
147 Şayet seni yalanlayacak olurlarsa, de ki: “Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Onun şiddetli-çarpması, suçlu-günahkârlar topluluğundan geri çevrilemez.123
AÇIKLAMA
122. İsyanlarından dolayı ceza olarak kendilerine bazı şeylerin haram kılınması olayı Kur’an’da üç yerde geçer:
-“Tevrat indirilmezden önce -İsrail’in kendisine haram kıldıklarından başka- yiyeceğin her türlüsü İsrailoğulları için helâldi. “Eğer doğrularsanız Tevrat’ı getirin de okuyun” de” (Al-i İmran-93).
-“Yahudi olanların zulümlerinden dolayı kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri üzerlerine haram ettik.”(Nisa-160).
-Bu surede bulunan 146. ayet.
Yukardaki üç ayetten, İslâm hukuku arasındaki hayvanî yiyeceklerin helâllığı ve haramlığıyla ilgili farklılığın iki şeye bağlı olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
İlki, Tevrat’ın gönderilmesinden yüzyıllarca önce Yakub peygamber (İsrail) bazı şeyleri kullanmayı bırakmış ve kendisinden sonra soyu da aynı şeyi yapmıştı. Bu durum uzun bir süre devam ettiğinden, Yahudi hukuku uzmanları bunların dinlerinde haram olduğuna inanmaya başladılar. Bu nedenle de içlerinde deve ve tavşanın da bulunduğu bu yiyeceklerin Tevrat’ta yasaklandığı noktasında ısrarlı davrandılar. Tevrat ve eldeki Mukaddes Kitap nüshalarının bunların yenmesini yasaklaması bundandır. (Levililer, 11:46 ve Tesniye: 14:7). Fakat, Kur’an’ın delil olarak Tevrat’ın getirilmesi şeklindeki meydan okuyuşu, sözü geçen hükümlerin asıl Tevrat’ta bulunmayıp sonradan eklendiğini gösterir; aksi halde, Yahudiler Kur’an’ın meydan okuyuşuna hemen karşılık verir ve hükmü gösterirlerdi.
İki hukuk arasındaki ikinci farklılık, Yahudilerin ilâhî kanun karşısındaki isyankâr tutumlarından kaynaklanmıştır. Yahudiler kendi kanunlarının koyucuları olmuşlar ve kılı kırk yararak pek çok şeyleri haramlaştırmış, bunun sonucunda da Allah ceza olarak kendilerini yanlış anlayışlar içinde bırakmıştır. Haramlaştırdıkları şeyler iki kategoride ele alınabilir: 1) Devekuşu, puhu ve kukuma gibi pençeli hayvanlar; 2) İnek, keçi vs.nin yağları. Sonra, bu iki tür yasağın ikisi de eldeki Tevrat’a eklenmiştir. (Levililer, 11:16-18, Tesniye:14:15-17, Levililer: 3:17, 7:22-23). Öte yandan, IV:160’tan başlangıçta Tevrat’ta bunların haram olmayıp İsa Peygamberden sonra haramlaştırıldığı anlaşılmaktadır. Eldeki Yahudi hukukunun M.S. ikinci yüzyılın sonunda Rabbi Judas tarafından formüle edildiğine tarih şahittir.
Ayrıca yukardaki açıklamamızın zihinlerde uyandırabileceği bir karşı çıkışı da ele alalım. Bütün bu şeyler yukarda anlatıldığ şekilde haram edilmişse, neden Allah burada ayet-130’da ve Nisa-160’da (harramnâ) biz haram ettik ifadesini kullanıyor? Karşı çıkışı ele alırken, Allah’ın eşyayı şu iki yolla haram kıldığını hatırda tutmalıyız: 1) Allah bir şeyi bir Elçi ve Kitap aracılığıyla haram eder ki, bu O’nun nimetlerindendir. 2) Sahte dinî kanun koyucuları ve kanun yapıcıları asi kullarının başına geçirir ve onlar temiz şeyleri haram ederler. Böylesi bir yasak da Allah’ın lâneti ve cezası olduğundan, yine O’na atfedilmiştir.
123. Yani, “Rabbiniz sınırsız merhamet sahibidir ve şimdi bile itaatsizliğinizden dolayı tevbe edip, itaat yolunu tutarsanız O sizi bağışlayacaktır. Fakat, isyankâr ve günahkâr tutumunuzda ısrar ederseniz, bu kez O’nun gazabını ve cezasını sizden kimsenin savamayacağını çok iyi bilmelisiniz.”
148 Şirk koşanlar diyecekler ki: “Allah dileseydi ne biz şirk koşardık, ne de atalarımız ve hiç bir şeyi de haram kılmazdık.”124 Onlardan öncekiler de, bizim zorlu-azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: “Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak zan ve tahminle yalan söylersiniz.”
149 De ki: “En ‘üstün ve apaçık’ delil Allah’ındır. Eğer o dileseydi elbette tümünüzü hidayete yöneltip-iletirdi.”125
150 De ki: “Gerçekten Allah’ın bunu haram kıldığına şehadet edecek şahidlerinizi getirin.” Şayet onlar,şehadet edecek olurlarsa sen onlarla birlikte şehadet etme.126 Ayetlerimizi yalan sayanların ve ahirete inanmayanların heva (istek ve tutku)larına uyma; onlar (birtakım güçleri ve varlıkları) Rablerine denk tutmaktadırlar.
151 De ki: “Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım:127 O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın,128 anne-babaya iyilik edin,129 yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin.-Sizin de, onların da rızıklarını biz vermekteyiz- Çirkin-kötülüklerin açığına da, gizli olanına da yaklaşmayın.130 Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. 131 İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz.”
AÇIKLAMA
124. Yani, “Müşrikler suçlarını ve yanlış davranışlarını haklı göstermek için her çağda zalimlerin ve canilerin tekrarladığı aynı eski özürleri ileri sürecekler ve “Bizim şirk koşup bazı helâlleri haramlaştırmamız Allah’ın dilemesi sonucudur; çünkü, eğer Allah böyle dilememiş olsaydı biz hiçbir zaman bu tür şeyleri yapamazdık. Bunları Allah’ın iradesiyle uygunluk içinde yaptığımızdan, demek ki yaptıklarımız doğrudur. Ve eğer yaptıklarınız doğru değilse, bu durumda suçlanması gereken biz değil, Allah’tır. Allah’ın dilemesi dışında biz hiçbir şeye güç yetiremeceğimizden, yaptığımızı Allah’ın dilemesine bağlı olarak yapıyoruz” diyeceklerdir.
125. Müşriklerin sakat özürlerine verilen bu kesin karşılığın anlamını kavramak için onu tahlil etmemiz gerekiyor.
1) Her çağın suçluları şerli davranışlarını ve yanlış yollarını haklı çıkarmak için özür olarak her zaman ‘Allah iradesi’ni öne sürmüşlerdir. Bu onları öylesine yanlışlara sürüklemiştir ki, gerçeği reddetmişler ve sonunda gerçeğe karşı savaşanları yere batıran helâkle karşılaşmışlardır.
2) Sizin ileri sürdüğünüz özür bilgiye değil, zan ve tahmine dayalıdır. Deliliniz bütünüyle Allah’ın dilemesi hakkında onun bunun söylediğinden kaynaklanmaktadır. Siz Allah’ın insanla ilgili dilemesinin anlamını kavramıyorsunuz. Bu nedenle de, sözgelimi bir hırsız, hırsızlık yapsa bunu Allah’ın dilemesiyle yaptı diye onun hırsız sayılmayacağına inanıyorsunuz. Oysa gerçek şudur: İnsan kendisi için hangi yola seçerse, Allah bu yolu ona açar; ister şükür, ister nankörlük, ister hidayet, ister delâlet, ister itaat, ister isyan yolu olsun. Sonra Allah insana iyi veya kötü, istediğini yapmasına izin verir ve bunun için de evrensel plânlarına uygun düşen aracı sağlar. Bu yüzden, eğer size ve atalarınıza şirk koşma ve Allah’ın dilemesi altında helâlleri haramlaştırma izni verilmişse, bu hiçbir zaman Allah’ın yapılanları onayladığı anlamına gelmez ve dolayısıyla sonuçlarına katlanılacaktır. Yanlış seçiminiz, kötü niyetleriniz ve şerli eylemlerinizden sorumlusunuz ve hesap vereceksiniz.
“Eğer (Allah) dilemiş olsaydı, sizin hepinizi hidayete erdirirdi” şeklinde gelen son ayet sorunu kesin bir surette çözmektedir. Burada denmek istenen şudur: “Eğer Allah dilemiş olsaydı, biz şirk koşmazdık” şeklindeki deliliniz tam değildir. Şöyle söylenseydi tam olurdu: “Allah dilemiş olsaydı, sizin hepinize doğru yolu gösterirdi.” Bir başka deyişle, “Siz kendiniz doğru yolu seçme niyetinde değilsiniz; siz Allah’ın sizi melekler gibi sapmaz yapmasını istiyorsunuz. Fakat bilmelisiniz ki, eğer Allah böyle dilemiş olsaydı onu da yapardı. Şu kadar ki, O’nun dilemesi bu yolda değildir. Dolayısıyla, kendi seçtiğiniz yanlış yolda sapıp gitmeye bırakmaktadır sizi.”
126. Yani, “Eğer onlar ağır şahadet sorumluluğunu anlar ve insanın yalnızca hakkında bilgi sahibi olduğu şeye şahitlik yapması gerektiğini kavrarlarsa -aralarında yaygın olan ve şu veya bu yiyeceği, şu veya bu kişi yiyemez veya yiyebilir gibi- yiyecekler üzerine bizzat kendilerinin koyduğu sınırları Allah’ın belirlediğine asla şahitlik etmeyeceklerdir. Fakat, eğer bu kişiler şahitlik etmenin sorumluluğunu kavramıyor ve akılsızca Allah adına yalan şahitlikte bulunuyorlarsa, onların bâtıllarına sakın ola ki karışmayasınız. Onları şahitliğe çağırmanın gerçek amacı, eğer varsa doğru kişileri içlerinden seçip ayırmaktır, yoksa onların bâtıl şehadetlerini kabul etmeniz için değildir. Şahitlik çağrısına cevap olarak, aralarındaki doğru kişilerin, yaptıklarının gerçekten Allah tarafından öngörülüp görülmediği üzerinde ciddice düşünmeleri ve bunların Allah tarafından gönderildiğine dair herhangi bir delil bulamazlarsa, onları bırakmaları umulmaktadır.”
127. Yani, “Rabbinizin koyduğu sınırlar kendi üzerinize sizin koyduklarınız değildir. Rabbinizin getirdiği sınırlamalar, insan hayatının düzeni için Allah’ın belirlediği çizgilerdir ve bunlar tüm İlâhî Kanunların esas temeli olagelmiştir.” (Bunları Çıkış, Bl. 20’dekilerle karşılaştırın).
128. İnsan şu durumlarda şirk koşmuş demektir: (a) İlâh olarak Allah’tan başka bir şey daha kabul ederse; (b) Her bakımdan ve tüm kapsam ve kuşatıcılığıyla yalnızca Allah’a ait olan sıfatları bir başka şeye daha verirse; (c) Güç ve kudretinde Allah’a bir ortak daha tanırsa; (d) Hakları konusunda Allah’a bir başka ortak daha tanırsa.
a) Şıkkına göre, Zatında Allah’a ortak tanıyan tüm inanç şekilleri -Hristiyanların Üçlemesi, müşrik Arapların, meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanmaları ve kendi tanrı, tanrıça ve yönetici ailenin üyelerine ilâhlık vermeleri gibi- şirktir.
b) Şıkkına göre, Allah’tan başka bir kimsenin bütünüyle ve tüm kuşatıcılığıyla Allah’a ait sıfatlardan birine veya birkaçına, ya da tamamına sahip olduğuna inanan herkes şirke düşmüş olur. Sözgelimi, herhangi bir kişi şu veya bu kimsenin ‘gayb’ dahil herşeyi bildiğine veya herşeyi duyduğuna, ya da her kusur ve zayıflıktan uzak bulunup, Allah gibi yanılmaz olduğuna inanırsa, bu kişi, Allah’a şirk koşmuş olur.
c) Şıkkına göre, Allah’tan başka bir kimsenin, yalnızca Allah’a ait güçlerden birine veya tamamına sahip olduğuna inanmak da şirktir. Sözgelimi, Allah’ın yanısıra bir başkasının daha tabiatüstü bir yolla yarar veya zarar verebileceğine, ihtiyaçları giderip yardım edebileceğine, koruyup gözetebileceğine, çağrıları duyup kaderi tayin edebileceğine veya engelleyebileceğine, ve insan hayatı için kanun koyabileceğine inanan müşriktir. Bütün bunlar İlâhlığın nitelikleri olduğundan böylesi inançlar şirktir.
d) Şıkkına göre, Allah’a ait hakların birini veya tamamını bir başka kişiye daha vermek şirktir. Sözgelimi, huzurunda insanın elleri bağlı ayakta durması, eğilip secdeye varması, adına adakta ve sunularda bulunması ve yüceliği karşısında şükür işareti olarak kurban kesmesi Allah’ın insan üzerindeki haklarındandır. Yine, sıkıntı ve güçlüklerin giderilmesi için yalvarılma hakkına sahip olan da yalnızca Allah’tır. Aynı şekilde, ibadet edilmeye, yüceltilmeye ve bağlanılmaya lâyık olan yalnızca Allah’tır, bir başka kişi ve şeyden daha çok sevilme hakkı da yine yalnızca Allah’a aittir.
Tüm diğer sevgiler O’nun sevgisine feda edilmelidir. Yalnızca O’ndan korkulmalı, açık ve gizli O’na karşı gelmekten kaçınılmalıdır. Şartsız olarak yalnızca O’na itaat edilmeli ve doğruyu yanlıştan ayırmanın tek ölçüsü olarak yalnızca O’nun hidayeti kabul edilmeli, başkalarına ancak Allah’a itaatin sınırları içinde itaat edilmelidir. Eğer bu haklardan biri bile Allah’tan başkasına tanınacak olursa, bu başkasına tanrı ünvanı verilsin-verilmesin, böylesi bir durum Allah’a ortak koşmaktır.
129. ‘İhsan’ saygı gösterme, onurlandırma, itaat etme ve anne-babayı sevindirip kendilerine hizmet etme vs.yi içine alır. Anne-babanın bu tür hakları Kur’an’ın çeşitli yerlerinde hemen Allah’ın haklarından sonra anılmaktadır. Anne-babanın haklarının yalnızca Allah hakkından sonra geldiğinin ve tüm diğer insanî haklar karşısında önceliği olduğunun açık bir kanıtıdır bu.
130. Arapça ‘fevahiş’ kelimesi çirkinliği açık olan her türlü kötü ve çirkin davranışı ifade eder. Kur’an zina, eşçinsellik, çıplaklık, üvey anne ile evlenme gibi davranışların ‘fevhiş’ten olduğunu açıklar. Bunların yanısıra, rivayetlerde (nakledilen hadislerde) hırsızlık, içki ve dilencilik de fuhuş olarak nitelendirilmiştir. Aynı şekilde, tüm diğer çirkin işler de ‘fuhuş’ olup, İlâhî Hüküm böylesi işlerin açıktan ve gizliden yapılmamasını emreder.
131. Allah’ın temel bir ilke olarak çiğnenemez kıldığı insan hayatının kutsallığının ilânıdır bu. Bu ilkenin çiğnenmesine yol açan ‘hak’lar Kur’an’da üç tane olup, Hz. Peygamber’de (s.a) bunlara ikisini daha eklemiştir. İnsan hayatına kıymayı Kur’an şu üç durumda helâl tanır:
1) Bir başka insanı kasden öldürmek.
2) Savaş dışında bir seçenek bırakmayacak şekilde İslâm’a karşı çıkmak; İslâm’ın hakimiyet ve yerleşmesini engellemeye çalışmak.
3) İslâmî yönetimin sınırları içinde karışıklık çıkarmak veye İslâmî hükümleri devirmeye girişmek.
Hz. Peygamber (s.a) bunlara şu iki durumu da eklemiştir:
4) Evliyken zina etmek.
5) İmanından sonra küfredip (irtidat) İslâm toplumunu terketmek. İnsanı öldürmenin helâl olduğu yollar yalnızca bu beşi olup ister müslüman, ister zımmî (İslâm devletinin müslüman olmayan uyruğu) veya kâfir olsun, bu beş durum dışında insanın canına kıyılamaz.
152 “Yetimin malına, o erginlik çağına erişinceye kadar -o en güzel (şeklin) dışında-132 yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yapın. Hiç bir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz.133 Söylediğiniz zaman -yakınınız daha olsa- adil olun. Allah’ın ahdine de vefa gösterin.134 İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.”
153 Bu benim dosdoğru olan yolumdur, şu halde ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın.135 Bununla size tavsiye etti, umulur ki korkup-sakınırsınız.
154 Sonra biz135/a Musa’ya, iyilik yapanların üzerinde (nimetimizi) tamamlamak, her şeyi ayrı ayrı açıklamak ve bir hidayet ve rahmet olarak Kitabı verdik. Umulur ki Rablerine kavuşacaklarına inanırlar.136
155 Bu indirdiğimiz mübarek bir Kitap’tır. Şu halde ona uyun ve korkup-sakının. Umulur ki esirgenirsiniz.
AÇIKLAMA
132. “En güzel olan”, bencil olmamaya, iyi niyet ve yetimin iyiliğine dayalı bulunan; Allah ve insan nazarında reddedilmez olandır.
133. İlâhî Kanun’un temel bir ilkesidir bu: “Ölçüyü ve tartıyı tam yapacak, hak ve adaletten sapmayacaksınız.” Ve Allah ekliyor; “Biz bir kişiye ancak gücünün yettiği kadar yükleriz.” Böylece, ölçüde tartıda ve diğer ticarî işlemlerde adaletli ve doğru olmak için elinden geleni yapanın bu çabasına rağmen istenmeyen hatalar bile meydana gelse sorumluluktan kurtulacağına ve sorguya çekilmeyeceğine dair kişiler temin edilmektedir. Bu kural burada özellikle müslümanların böyle hatalar nedeniyle endişe etmemeleri için anılmıştır.
134. Allah’ın ‘ahdi’, 1) İnsanın Allah’la yaptığı sağlam anlaşma, 2) Kişinin Allah adına bir başkasıyla yaptığı dönülmez sözleşme ve 3) Allah’ın yeryüzünde doğar doğmaz kişi için ortaya çıkan tabiî bağlantılardır.
Bunlardan ilk ikisi niyete ve seçime bağlıyken, üçüncüsü ahlâkî bir zorunluluktur. İnsanın üçüncü bağlantının seçiminde herhangi bir rolü yoksa da, yine de bu bağlantı ilk ikisi ölçüsünde zorunlu ve yerine getirilmesi gereken bir bağlantıdır. Çünkü, Allah insana olağanüstü fiziksel ve zihinsel melekeler vermiş ve yerleşmesi için yeryüzünü donatıp kendisine de her türden rızık ve sınırsız kaynaklar sağlamıştır. Bütün bunlar tabiî olarak insan üzerinde Allah adına bazı haklar doğurur. Aynı şekilde kişiyi doğurup besleyen, emziren anne, yetiştiren baba ve kendisine çok çeşitli kolaylık ve imkânlar sağlayan toplum adına da bazı haklara yol açar bu. Bütün bu haklar insan üzerine tabiatları gereği çeşitli derecelerde zorunludur. İnsanın Allah’la ve toplumla olan bu ‘Ahd’inin herhangi bir kitapta yazılı olmadığı doğrudur, fakat tabiat bizzat kendisi de varlığını bu ahde borçlu olan bedeninin herbir uzvuna ve her zerresine bu ahdi yerleştirmiştir. Buna Bakara Suresi 21. ayetle bir telmihte bulunulmaktadır; “…bağlandıktan sonra Allah’ın ahdini bozan: Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini koparan ve yeryüzünde karışıklık çıkaran.” Yine aynı şekilde Araf suresi 172. ayetle de anılmaktadır: Adem’in yaratılışı zamanında Allah onun Son Gün’e kadar gelecek olan çocuklarını ortaya çıkarmış ve Kendisi’nin onların Rabbi olduğu Ahdi’ne hepsini şahit tutmuştur.
135. “Bu yolu izleyin, çünkü bu Doğru Yol’dur.” Yukarda anladığımız “Tabii Ahd” insanın Allah’ın gösterdiği yolu izlemesini gerektirir. Çünkü bundan isyan ve bağımsızlık yollarına sapma veya Allah’tan başkasına ibadet yollarına koyulma bu ahdin ilk çiğnenmesi olacak ve kişiyi birbiri ardınca daha başka sapmalara götürecektir. Bunun yanısıra, kimse ilâhî Hidayet’i kabul edip, hayatının her anında onu izlemedikçe bu ince, en büyük ve karmaşık Ahdi yerine getiremez. “…Başka yolları izlemeyin”, çünkü bu yollar, O’nun yakınlığına, hoşnudluğuna ve rızasına götüren tek yol olan O’nun Doğru Yol’undan sizi saptıracaktır. Bunun da ötesinde, O’nun yolundan sapıldığında, her kişnin yüzlerce başka yol arasından kendine bir yol seçmesi gerekecektir. Böylece insanlar çok çeşitli yönlerde çok çeşitli yollara ayrılacak ve insanlık şaşkınlık karışıklık ve düzensizlik içine yuvarlanacak, bu da tüm gerçek ilerleme ve gelişmenin önüne aşılmaz bir engel çıkaracaktır. (Ayrıca bkz. Maide an: 35).
135/a. Kur’an’ı şöyle eline alıp okumaya başlayan bir kişi, “birden Yahudi tarihine geçiliverilerek ayetler arasındaki bağıntının koptuğu” şeklindeki bir yanlışlığa düşebilir. Fakat, sözgelimi bu suredeki geçen bölüm (ayet: 145-153) dikkatlice incelendiğinde, ayetler arasında temelde nasıl bir bağıntının olduğu hemen görülür. Bu bölümde İlâhî Kanun’la insan yapısı kanunlar arasındaki farklılık açığa çıkmaktadır. 146-148. ayetlerde Yahudiler ve müşrikler helâl ve haramlarla ilgili yaptıkları kanunlar nedeniyle terslenmekte ve bundan sonraki ayetlerde ise, iki hukuk arasındaki farklılığı göstermek için İlâhî Hukuk (Kanun) ortaya konmaktadır. Sonra, ayet 153’ü izleyen 154. ayette Hz. Peygamber’e (s.a) verilen aynı kanunun Musa’ya da verildiği belirtilerek, “…öyleyse bu Kanun’a uyun…” denilmektedir.
“Sümme” kelimesi, daima zaman bakımından bir “sonralık” ifade etmez; bu kelime zaman zaman ayet 154’te olduğu gibi bir anlatımı pekiştirmek için de kullanılır ve özellikle konuşulan Arapça’da ‘buna dikkat edinki..’ anlamına gelir. Bu ayette. “Yine dikkat edin ki, İlâhî Kanun Musa’ya gönderildi…” demektir.
136. “…Kişinin sonunda Rabbine kavuşacağına inanması”, Rabbi’ne yaptıklarının hesabını vereceğine inanması ve dolayısıyla sorumlu bir hayat yaşaması demektir. Burada Tevrat’ın 1) Bizzat İsrailoğulları arasında bir sorumluluk duygusu uyandırmak, 2) Başkalarını da hayatla ilgili ortaya koyduğu yüksek ahlâkî sistemi incelemeye ve yol göstericiliğin soylu etkilerini ve ahiret inancına dayalı sorumlu bir hayatın ahireti inkâra dayalı sorumsuz bir hayattan çok daha iyi olduğunu görsünler diye öğretilerini benimseyenler üzerindeki nimetini gözlemlemeye yöneltmek, bu gözlemin de kalplerine ahiret inancını yerleştirmesi için gönderildiğine işaret edilmektedir.
156 “Bizden önce kitap yalnız iki topluluğa137 indirildi, biz ise onların ders gördüklerinden habersizlerdik” dememeniz,
157 Ya da: “Kitab bize de indirilseydi, şüphesiz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” dememeniz (için) işte size Rabbinizden apaçık bir belge, bir hidayet ve bir rahmet gelmiştir. Allah’ın ayetlerini138 yalanlayandan ve (insanları) ondan alıkoyup-çevirenden daha zalim kimdir? Ayetlerimizden alıkoyup-çevirenlere, bu ‘engelleme ve çevirmelerinden’ dolayı pek çetin bir azabla karşılık vereceğiz.
158 Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini mi, ya da Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi gözlüyorlar? Rabbinin ayetlerinden139 bazılarının geleceği gün, daha önce iman etmemişse, veya imanıyla bir hayır kazanmamışsa hiç kimseye imanı yarar sağlamaz.140 De ki: “Bekleyin, biz de şüphesiz beklemekteyiz.”
159 Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç bir şeyde onlardan değilsin.141 Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir.
160 Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır, kim de bir kötülükle gelirse, onu mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.
161 De ki: “Rabbim gerçekten beni doğru bir yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim’in hanif (muvahhid) dinine…142 O müşriklerden değildi.”
AÇIKLAMA
137. Yani, “Yahudiler ve Hıristiyanlar.”
138. Burada ‘ayetler’, Allah’ın Kur’an’da sunulan vahyi, Rasûlü’nün (s.a.) soylu karakteri, müminlerin kendilerini kâfirlerden ayıran temiz yaşantıları ve Kur’an’ın mesajının gerçekliğine delil olarak ileri sürdüğü tabiattaki harika olgulardır.
139. Buradaki ‘ayetler’den kasıt, kıyamet gününün alâmetleri veya hemen geliverecek bir azap da hakkında hiçbir kuşku duyulmayacak ve kendisinden sonra deneme ve imtihan için artık hiçbir şans kalmayacak şekilde gerçekliği açığa vuran bir başka işarettir.
140. Bu tür ayetlerden sonra küfründen tevbe edip imanını ikrar eden bir kâfirin imanının, hiçbir anlamı olmayacaktır; aynı şekilde, inandığını söylediği halde, itaatsızlık yolunu benimseyene de inançsız gözüyle bakılacaktır. Çünkü, İman ve İtaat ancak gerçekliğin perde gerisinde gizli kaldığı, ileride yaşanacak uzun bir hayatın bulunduğu ve dünyanın tüm çekicilikleriyle ‘Allah yok, ahiret yok’ diye aldanıp, ‘ye, iç ve neşelen’ diye de kötülüklere sürüklemediği sürece bir değer sahibi olabilir.
141. Burada hitap Hz. Peygaber’e (s.a) ise de, onun kanalıyla tüm müminler de bu hitabın muhatabıdırlar. Dindar kişiler, ilk günden beri aynı olan ve bugün de aynılığını devam ettiren Gerçek Din’de parçalanmalara yol açarak bölük bölük olanların yoluna uymamalıdırlar. Gerçek Din’in temel ilkeleri şunlardır:
1) Yalnızca Allah tüm Kâinatın İlâhı ve Rabbidir.
2) Sıfatlarında, güç ve kudretinde ve haklarında kimse O’nun dengi ve ortağı tutulamaz.
3) Tüm insanların dünyada yaptıklarının hesabını vereceği bir başka alem kurulacaktır.
İnsanlar hayatlarını, Allah’ın elçileri ve kitapları aracılığıyla öğrettiği bu temel ilkeler çerçevesinde düzenlemelidirler. İnsanın yeryüzü hayatına başlayışında bugüne, insanlığa verilegelen Gerçek Din budur. Sonradan ortaya çıkan farklı dinler ve mezhepler ise çeşitli zamanlarda çeşitli toplulukların Gerçek din’de yaptığı değişikliklerin sonucudur. Bu topluluklardan bazıları bu Din’e ‘orijinalite’ adına eklemelerde bulunmuş; bazıları tutkuların doyurmak için onda değişiklikler yapmış, daha başkaları ise aşırı saygılarından dolayı ona değişik şeyler katmışlardır. Sonra, kendi vehim, düşünce ve felselerini karıştırarak bu Din’in itikadî özünü bozmuşlardır. Hükümlerine kendi uydurmalarını (bid’at) ve kendi yaptıkları kanunları katarak, kılı kırk yarma ve ayrıntılardaki farklılıklarını büyütmekle kurallarını bulandırarak ve önemli yanlarını önemsizleştirip daha az önemli yanlarına ise gereğinden fazla önem vererek de değiştirmişlerdir onu. İki aşırı uca (ifrat ve tefrit) kaçmışlar; bazı peygamberlere âdeta tapınırken, bazılarından nefretle uzaklaşmışlardır. Böyle böyle sayısız yeni dinler ve mezhepler türemiş ve insanlık birbirine düşman gruplara bölünmüştür. Bu bakımdan, Gerçek Din’in izleyicisinin bu mezheplerden hiçbiriyle her hangi bir ilgisinin olmaması ve kendi pâk yolunda yürümesi gerekir.
142. ‘İbrahim Milleti’: ‘Her zaman gerçek inancın bir diğer ayırıcı özelliği de budur. ‘Musa Milleti’ veya ‘İsa Milleti’ne tercih edilmiştir bu; çünkü, Musa ve İsa’nın izleyicileri bu ‘Millete yanlış olarak ‘Yahudilik’ ve ‘Hıristiyanlık’ adlarını takmışlardır. Öte yandan hem Yahudiler, hem de Hıristiyanlar İbrahim’i gerçek peygamber olarak tanıdıklarından ‘İbrahim Milleti’ ifadesi kullanılmıştır. Arap müşrikleri de bu ‘Millet’in (Yol’un) Doğru Yol olduğunu inkâr edemiyorlardı. Çünkü İbrahim’in doğru bir insan olduğuna inanıyorlar ve cehaletlerine rağmen Kâbe’yi yapanın bir putperest değil, Allah’ın dindar bir kulu olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyorlardı.
162 De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim,143 dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.”
163 “O’nun hiç bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim.”
164 De ki: “O, her şeyin Rabbi iken ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?144 Hiç bir nefis, kendi aleyhinden başkasını kazanmaz. Günâhkar olan bir başkasının günah-yükünü taşımaz.145 Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.”
165 O sizi yer yüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi denemek için146 kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. Şüphesiz senin Rabbin, sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir.
AÇIKLAMA
143. Arapça ‘nüsük’ kelimesi, kurban anlamına gelebildiği gibi, tüm diğer ibadet şekilleri anlamına da gelir.
144. Yani, ‘Gerçekte Allah Kâinattaki’ herşeyin Rabbi iken, başka bir şey nasıl benim Rabbim olabilir? Tüm Kâinatın O’nun Kanununa teslim olduğunu görüp durur ve benim de kâinatın bir parçası olarak fizikî ve yaşantımda O’na teslim olmam gerekirken, sürdürmem için bana irade ve sağduyu verilmişken hayatımın bu yanı için yol gösterici olarak bir başka rabb aramam akıllıca bir iş olur mu?
145. Herkes kendi yaptıklarından sorumludur ve yaptıklarının hesabını verecektir ve bu sorumluluk hiçbir şekilde bir başkasına yüklenemez.
146. Bu ayette üç gerçek ortaya konmaktadır:
1) Kâinattaki herşey Allah’a aittir; tüm insanlar da Allah’ın pek çok şeyini kendilerine emanet etmesi ve bunları kullanacak güç ve yetenek vermesi anlamında yeryüzünde O’nun halifeleridir.
2) Emanetlerle ilgili olarak Allah halifelerine farklı mertebeler vermiş ve bazılarını ise başkalarından daha iyi çalışabilme kapasitesiyle donatmıştır. Buna paralel olarak, O’nun insanlara verdiği güç ve yeteneklerde de farklılık vardır; O güç ve yetenek yönünden bazılarını bazılarından daha da üstün kılmıştır.
3) Son olarak, Allah dünya hayatının yalnızca bir denemeden ve yukarda süzünü ettiğimiz insana emanet edilen tüm şeylerin güç ve yeteneklerini ise insanın denenme araçlarından ibaret olduğunu açıkça belirtmektedir. Tek tek her insanın emanete nasıl davrandığı, emanet çerçevesinde bu şeylerden ne ölçüde yararlanabildiği, güç ve yeteneklerini nasıl kullandığı, eksiksiz olarak kaydedilmektedir. Bu deneme (imtihan)’nin sonucu, kişinin ahiretteki mertebesini belirleyecektir.