“İnsanların hey’et-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü zekâttır.” (Üstad Bediüzzaman)
Allah-u Teâlâ, hikmetiyle bu dünya hayatında insanların bir kısmını zengin, bir kısmını da fakir yaratmıştır. Zenginleri servet ve mallarının zekâtını vermek ve gurura düşmemekten, fakirleri de sabır ve kısmetine razı olmakla imtihana tabi tutmuştur. Bütün bunlar ilahi hikmetin birer muktezasıdır. İnsanların maişet cihetiyle birbirinden farklı olmaları, birbirlerine yardım etmelerine ve toplum hayatındaki nizamın devamına sebep olur. Böylelikle muhtelif vazifeler ve hizmetler yerine getirilerek dünyevi maslahatlar temin edilir.
Bu husus bir ayette şöyle ifade edilmiştir:
“Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine, derece derece üstün kıldık…” (Zuhruf / 32)
Bundan dolayıdır ki, zenginlere dinin esaslarından biri olan zekât ve sadaka emredilmiştir.
“Azabımı dilediğime isabet ettiririm, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; onu korkup sakınanlara, zekâtı verenlere ve bizim ayetlerimize iman edenlere yazacağım.” (Araf / 156)
Buna göre müminler, muhsinler ve muttakiler zümresinde yerini almak isteyen bir kimse namazını kıldığı gibi zekâtını da vermelidir.
“Namaz, dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslam’ın kantarası, yani köprüsüdür. Demek; birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden ilahi iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.” (İşaratül İ’caz)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi dinî farizalar içinde namazdan sonra en büyük önem ve kıymet, zekâta verilmiştir. Hakikat şu ki; namaz, dinî hayatın direği, İslâmî hayatın teminatıdır. Zekât ise, sosyal hayatın dayanak noktasıdır. Namaz kılınmayan bir toplumda dinî yaşayış zayıflayıp sönmeye yüz tutacağı gibi, zekât emrinin uygulanmadığı bir toplumda da sosyal huzur, adalet, birlik ve beraberlikten söz edilemez.
Namaz ve zekât, biri kişinin iç dünyasını, diğeri de dış dünyasını düzenleyici iki ana direktir. Kaldı ki zekât, zenginlerin fakirlere yaptıkları basit bir yardım değildir. Zekât fakirin, zenginin malında olan bir hakkıdır. Allah, bu hakkı imtihan için zenginlerin malının içine koymuştur. Zekât, zengine emanet olarak bırakılmış fakire ait bir hediyedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şu şekilde belirtilmiştir:
“Mü’minlerin mallarında dilencinin ve dilenmeyen fakirin bir hakkı vardır.” (Zâriyât / 19)
Üstad, Mektubat adlı eserinde zekâtın ehemmiyetini şöyle ifade eder:
“Zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.”
Bir ayette de mealen şöyle buyrulmaktadır:
“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her biri yüz taneye sahip yedi başak bitiren bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat fazla verir. Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi bilendir.” (Bakara / 261)
Ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, gerek farz gerek nafile olarak mallarını Allah yolunda ve din uğrunda güzel bir niyetle sarf eden müminlerin hali, ekilen bir danenin haline benzer ki, bir dalda yedi başak ve her başakta yüz dane vardır.
Lakin böyle önemli sevaplara erişmek için, kişinin verdiği zekât ve sadakadan dolayı minnet ve eza etmemesi ve kibirlenmemesi gerekir. Zira mülk Allah’ındır, o sadece bir emanetçi ve bir bölüştürme memurudur. Yoksa taş üstüne atılan ve zayi olan bir tohum gibi, o sadaka ve iyilik de zayi olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır:
“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Gani’dir, Halim’dir.” (Bakara / 263)
Bediüzzaman bu hakikati Mektubat’ında şöyle ifade eder:
“Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehavet ve ihsan! İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen de faydasız gider. Çünkü Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenab-ı Hakk`ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun.
Eğer zekât namına versen; Cenab-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur.
Evet, zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?”
Selam ve dua ile… (Zehra Yüksek / Nisanur Dergisi)