“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır” (Nahl, 16/125)
Hudeybiye barışıyla bir ölçüde sükûnet ve huzur elde edilince, artık îslâmî mesajın bütün dünyaya duyurulması zamanı gelmişti. O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir gün bütün ashabını topladı ve şöyle bir konuşma yaptı:
“Ey insanlar! Allah beni bütün dünyaya rahmet ve elçi olarak gönderdi. Dikkat edin İsa’nın (as) havarileri gibi aranızda ihtilafa düşmeyin. Gidin benim adıma hakkın mesajını ulaştırın” buyurdu. Daha sonra Allah Resulü Bizans hükümdarına, İran Şahına, Mısır Kralına ve Arap liderlerine İslâm’a davet mektupları gönderdi. Kendilerine mektup gönderilenlerin ve mektupları götürenlerin isim listesi aşağıdaki gibidir:
Dıhyetu’l-Kelbî (ra), Bizans imparatoruna.
Abdullah b. Huzâfe’s-Sehmî (ra), Iran Şahı Hüsrev Pervîz’e.
Hâtıb b. Ebu Belte’a (ra), Mısır Kralına.
Amr îbn Ümeyye (ra), Habeş kralı Necâşf ye.
Süleyt b. Ömer b. Abdişems (ra), Yemâme liderine.
Şucâ’ b. Vehb el-Esedî (ra), Şam bölgesi lideri Haris el-Gassanfye.
İranlılar birkaç yıl önce Suriye’ye saldırarak Bizanshlar’ı yenmişlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay “Romanlar mağlup oldu…” (Rûm, 30/2)” âyetiyle haber verilmistir. O yenilginin intikamını almak için imparator Heraklius, muhteşem bir ordu hazırladı ve îranlılar’a saldırarak onları ağır bir yenilgiye uğrattı. Kazandığı zaferden dolayı Allah’a şükretmek için Humus’tan Kudüs’e gelmişti. Öyle bir ihtişamla gelmişti ki, geçtiği yerlere halılar seriliyor, üzerine de güller döşeniyordu.
Suriye’de Bizans imparatorunun idaresi altında yaşayan Araplar, Gassanî Arapları idi ve başkentleri, Şam yakınlarındaki Busrâ şehriydi. Bugünlerde ona Havran denilmektedir. O dönemde bu sülâlenin tahtta oturan adamı Haris el-Gas-sanî idi. Dıhyetu’l-Kelbî (ra), Hz. Peygamber’in mübarek mektubunu burada, Busra’da bulunan Haris el-Gassanrye verdi. Haris de mektubu, Kudüs’te bulunan Bizans imparatoruna gönderdi. İmparator mektubu alınca: “Araplar’dan bir kişi varsa bulun getirin” diye emir verdi. Tesadüfen o sırada Arap tüccarları ile birlikte Ebu Süfyân Gazze’de bulunuyordu. Bizans imparatorunun adamları, Gaz-ze’den onu alıp getirdiler.
İmparator kalabalık bir divan topladı. Saltanat taam giyerek tahta oturdu. Tahtın dört tarafı patrikler, papazlar ve ruhbanlarla çevriliydi. Araplar’a dönerek: “Aranızda bu Peygamberlik iddiasında bulunanın akrabası var mı?” diye sordu. Ebu Süfyân: “Ben varım” dedi. Sonra aşağıdaki gibi bir konuşma oldu:
İmparator: “Peygamberlik iddiasında bulunanın sülâlesi nasıldır”
Ebu Süfyân: “Şereflidir.”
İmparator: “Bu sülâleden, Peygamberlik iddiasında bulunan oldu mu?”
Ebu Süfyân: “Hayır.”
İmparator: “Bu sülâleden hükümdar çıktı mı?”
Ebu Süfyân: “Hayır”
İmparator: “Bu dini kabul edenler zayıf kimseler mi, yoksa güçlü kimseler mi?”
Ebu Süfyân: “Zayıf kimseler.”
İmparator: “Ona tabi olanlar artıyor mu, eksiliyor mu?”
Ebu Süfyân: “Gittikçe çoğahyorlar.”
İmparator: “Bu adamın yalan söylediğini gördünüz mü?”
Ebu Süfyân: “Hayır”
İmparator: “Arasıra da olsa verdiği söze aykırı harekette bulunur mu?”
Ebu Süfyân: “Şu ana kadar olmadı. Ama bir süre Önce yeni bir barış anlaşması yaptık. Verdiği sözde durup durmayacağım göreceğiz.”
İmparator: “Onunla savaşanız mı?”
Ebu Süfyân: “Evet”
imparator: “Savaşın sonu ne oldu?”
Ebu Süfyân: “Bazan biz galip geldik, bazan o.”
imparator: “Neler öğretiyor?”
Ebu Süfyân: “Bir Allah’a ibadet edin, Allah’tan başka şeyleri O’na ortak koşmayın, namaz küm, iffetli yaşayın, doğru konuşun, yakın akrabalarınızı ziyaret edin, diyor.”
Bu konuşmadan sonra Bizans imparatoru tercüman aracılığıyla: “Soyunun temiz olduğunu söylediniz. Peygamberler daima temiz ailelerden doğar. Sülâlesinde, başka birinin peygamberlik iddiasında bulunmadığını söylediniz. Eğer bulunsaydı o zaman ailesinden gelen bir etkiyle böyle bir iddiada bulunduğunu sanırdım. Bu aileden hiç bir hükümdar çıkmadığını söylüyorsunuz, eğer çıkmış olsaydı o zaman hükümdarlığa heveslendiğini sanırdım. Asla yalan söylemediğini belirtiyorsunuz, insanlara yalan söylemeyen, Allah adına nasıl yalan söyleyebilir? Ona daha çok zayıf kimselerin bağlandığını söylüyorsunuz, Peygamberlere ilk uyanlar daima zayıf kimseler olur. Dininin durmadan geliştiğini söylüyorsunuz. Gerçek dinlerde daima böyle olur. Hiç kimseyi aldatmadığını söylediniz, Peygamberler kimseyi aldatmaz. Namazı, Allah korkusunu, temiz ve dürüst bir hayatı tavsiye ettiğini söylediniz. Eğer bu doğruysa Onun dini ayağımın durduğu şu toprağa hakim olacaktır. Bir Peygamber’in gelmekte olduğunu düşünüyordum. Ama Araplar’dan çıkacağını sanmıyordum. Eğer oraya gidebilseydim, kendi ellerimle ayaklarını yıkardım”, dedi.
Bu konuşmadan sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in gönderdiği mektubun okunmasını emretti.
Mübarek Peygamber’in gönderdiği mektubu şöyleydi: “Bismillahirrahmanirrahim
Allah’ın kulu ve Peygamberi Muhammed’den, Bizans’ın büyük lideri Herakli-us’a.
Doğru yola uyanlara selam olsun. %ni, islâm davetini kabul etmeye çağırıyorum. Müslüman ol ki selamet bulasın. Allah sana iki misli mükafat verecektir. Eğer kabul etmez de yüz çevirirsen emrinde olan halkın da günahları senin boynunadır. “Ey Kitap ehli! Sizinle aramızda eşit olan bir kelimeye geliniz. O da Allah’tan başkasına ibadet etmememiz, ona hiç bir şey ortak koşmamamız ve bazılarımız Allah’ı bırakarak bazılarını rab edinmememizdir. Eğer bu çağrıdan yüz çevirirlerse deyiniz ki: Şahit olunuz ki bizler müslümanız.”
Bizans imparatorunun Ebu Süfyân’la yaptığı konuşmadan dolayı papazlar ve saray mensupları çok huzursuz olmuşlardı. Hz. Peygamber’in mübarek mektubunun okunması üzerine daha da huzursuzlaştılar. Bunu gören imparator, Araplar’ı huzurundan çıkarttı. Kalbine islâm’ın nuru girmişse de taç ve tahtın karanlıkları arasında o nur sönüp gitti.
İran Şahı Hüsrev’e yazılan mektubu ise Abdullah b. Huzâfe (ra) götürdü.
Mektup şöyle idi:
“Bismillahirrahmanirrahim
Allah Resulü Muhammed’den iran’ın büyük lideri Kisra’ya
Doğru yola uyanlara, Allah’a ve peygamberlerine iman edenlere, Allah’tan başka ilah olmadığına, benim de, yaşayanları yanlış yola gitmekten alıkoymam için bütün insanlara gönderilen Allah’ın elçisi olduğuma kesin şekilde inananlara selam olsun. Müslüman ol ki kurtuluş bulasın. Bu teklifimi reddedersen bütün me-cusîlerin günahı boynuna olsun.”
Hüsrev Perviz çok ihtişamlı ve azametli bir hükümdardı, imparatorluğu döneminde sarayın elde ettiği ihtişam ve azamet, geçmişte görülmemiş seviyedeydi. Acemlerin usulüne göre hükümdarlarına mektup yazılacağı zaman mektubun başına önce şahın adı yazılırdı. Hz. Peygamber’in mübarek mektubunda ise Önce Allah’ın adı, sonra Araplar’in adeti üzere Hz. Peygamber’in adı yazılıydı. Hüsrev bunu kendine hakaret kabul etti ve: “Benim kullarımdan biri nasıl bana böyle bir mektup yazabilir?” dedi. Sonra mübarek mektubu parçalayıp attı. Ama bir süre sonra Acem imparatorluğunun kendisi paramparça oldu. Dünyanın ünlü şairlerinden iranlı meşhur Nizamî, “Hüsrev ile Şirin” adlı destanda bu olayı genişçe anlatmış ve islâm heyecanı ile coşarak yazmıştır. Bu destandan bir kaç beyti buraya nakletmek istiyoruz:
“O devirde dünya Hüsrev’in esiriydi. Doğu’dan batıya onun adî ve ünü vardı.
Peygamberimiz kesin delillerle geldi, peygamberliğini bütün dünyaya ilan etti.
Bazan sert kayalara sırlar söylemişti, bazan milletler aralarında onun hikayesini anlatıyordu.
Peygamberimiz bütün insanları islâm’a çağırıyor, her ülkeye mektuplar yolluyordu.
Kendi kereminden bir güzel koku hazırlamalarını, her birine bir satır yazmalarını emretti.
Necâşî’ye güzel bir mektup yazdıktan sonra, Hüsrev’e de bir mektup gönderdi.
Elçi mektubu takdim edince, hiddetinden Hüsrev’in vücudu titredi.
Öfkesinden her kılı bir ok oldu, her damarı volkan haline geldi.
Pırıl pırıl parlayan o heybetli adı, Perviz’den üste yazılan Muhammed’in adını gördü.
Bütün dünyayı aydınlatan o ulu adı görünce, su gören kuduz köpek gibi oldu.
Hükümdarlık gururu onu çileden çıkardı ve: “Benim gibi bir hükümdara kim küstahlık edebiliri” dedi.
“Kim bana böyle saygısızlık yapar da, adını adımın üstüne yazar!” dedi.
Boyun kıran o mektubu parçaladı, mektubu değil, aksine kendi adını parçaladı.
Elçi bu hiddeti görünce ayağım topraklara koyarak geri döndü. Öfkeden ateş gibi olan adamı, her tarafı aydınlatan Hz. Peygamber’e haber verdi. O başları dik tutan lambanın hararetinden dualar, gibi kelebekler gibi uçuştu. Bu dualarla Acem’in Kisrası yere düştü. Kisra’nın tacı, tahtı yerle bir oldu. Hz. Peygamber ne yüce bir sultandır ki korku ve ümitler saçarak hükümdarlara hakim oldu.”
Bu özet bilgileri biraz açıklarsak deriz ki: Hz. Peygamberin mübarek mektubu ulaştıktan sonra Hüsrev Perviz, Bâzân adındaki Yemen valisine bir ferman göndererek: ‘Teygamberlik iddia eden adamı yakalayıp huzuruma getirmeleri için birini Hicaz’a gönder!” diye emretti. Bâzân da birinin adı Babuye, diğerinin adı Har Kusra^olan iki kişiyi Medine’ye gönderdi. Bu iki adam Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek: “Dünya hükümdarı Kisra sizi istiyor. Eğer emrine uymazsanız, sizi ve ülkenizi yerle bir edecek” dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Siz gidiniz ve ona:
islâm idaresinin, Kisra’nın başkentine kadar ulaşacağmı söyleyiniz” buyurdu. Bu cevabı alarak Yemen’e döndüklerinde Hüsrev Pervîz’in, oğlu Şîrveyh tarafından öldürüldüğünü haber aldılar.
Habeş Kralı Necâşî’ye gönderilen, Hz. Peygamber’in davet mektubunun cevabı geldi. Cevabi mektupta Necâşî diyordu: “Sizin Allah’ın gerçek Peygamber’i olduğunuza bütün varlığımla inanıyorum.” Hicret ederek Habeşistan’a giden Cafer Tayyar (ra) orada bulunuyordu. Necâşî onun elini tutarak islâm’a biat etti. Ibn Is-hâk şöyle rivayet ediyor:
“Necâşî oğlunu, altmış kişiyle birlikte saygılarını sunmak üzere Hz. Peygamber’in huzuruna gönderdi. Ama gemi denizde battı ve bu heyet sularda kayboldu.”[188]
Siyerciler şöyle yazarlar:
“Necâşî hicretin dokuzuncu yılında öldü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem o sırada Medine’de bulunuyordu. Bu haberi duyunca Necâşî’nin gıyabında onun cenaze namazını kıldırdı.” Ama bu yanlıştır. Çünkü Sahîh-i Müslim açık ve net olarak, Hz. Peygamber’in cenaze namazım kıldırdığı Necâşî’nin, o Necâşî olmadığını söylemektedir. Ama îbn Kayyım, siyercilerin rivayetini desteklemekte ve Müslim’in rivayetinin bu kısmını râvinin zannı kabul etmektedir.
Hicret yoluyla Habeşistan’a gidenler arasında Muâviye’nin (ra) kızkardeşi Ümmü Habibe (ra) da vardı. Kocası ölmüştü. Hz. Peygamber Necâşî’ye mektup yazarak: “Ümmü Habibe’ye evlenme teklif ettiğimi bildir ve onu bana gönder” buyurdu. Necâşî, Hâlid b. Saîd b. el-As’ı temsilci yaptı. O da Hz. Peygamber adına nikahta temsil görevini yerine getirdi. Necâşî, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem adına dörtyüz altın mihir verdi. Nikah kıyıldıktan sonra Ümmü Ha-bibe (ra) gemiye binerek hareket etti ve Medine’ye en yakın olan limanda indi. O sırada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hayber’de bulunuyordu. Hz. Peygamber Necâşî’ye ait durumları genelde Ümmü Habibe’ye (ra) sorar öğrenirdi.
Mısır Hükümdarı olan Mukavkıs ise, Hz. Peygamber’in yazdığı mektuba cevap olarak, Arapça bir mektup yazdı:
“Abdullahoğlu Muhammed’e, Kıptîlerin büyük lideri Mukavkıs’tan. Selam üzerinize olsun.
Mektubunuzu okudum. Anlattıklarınızı ve davet ettiğiniz şeyi kavradım. Bir peygamber geleceğini biliyordum ama, Suriye tarafından çıkacağını sanıyordum. Gönderdiğin elçiye ikramda bulundum. Mısır’da kendilerine değer verilen iki kız gönderiyorum, sizin için de elbise ve bir binek katırı gönderiyorum.”
Bu nezâket ve ikrama rağmen Mısır hükümdarı islâm’a girmedi. Gönderdiği iki kızdan biri Mâriye el-Kıptiyye idi. Bilahare Hz. Peygamber’in eşleri arasına katıldı. Diğeri ise Hz. Hasan’ın (ra) uhdesine verilen Şîrîn idi. Katırın adı. Düldül idi. Bir çok hadis kitabında bu katırın adı geçmektedir. Huneyn savaşında Hz. Peygamber ona binmişti. Taberî şöyle der: Mâriye ve Şîrîn kızkardeştiler. Hz. Peygamber’in kendisine mektup vererek Mukavkıs’a gönderdiği Hâtib b. Belte’a’nın (ra) gelirken yol boyunca anlatması sonucu, iki kadın Hz. Peygamber’in huzuruna ulaşmadan İslâm’ı kabul etmişlerdi. Bu olaya şu açıdan bakmak gerekir: Bu iki kadın hem cariye değillerdi, hem de islâm’ı kabul etmiş oldukları için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Mâriye ile evlenmiş olmalıdır. Bir cariye olarak Hz. Peygamber’in haremine girmemiştir.
Arap liderlerine yazılan mektupların da değişik cevapları geldi. Yemâme lideri Hevze b. Ali: “Söylediğin sözler çok güzel. Eğer devlet idarenden bana da bir miktar pay verirsen sana tabi olmaya hazırım” diyordu.
islâm ülke fethetme ve idare etme arzusuyla gelmemiştir. O yüzden Hz. Peygamber: “Elimde bir karış toprak olsa, onu bile vermezdim” buyurdu.
Suriye havalisinin lideri olan ve Bizanslılar’in emri altında civardaki Arapları yönetim altında bulunduran Gassânî lideri Haris, mektubu okuyunca çok öfkelendi ve derhal ordu hazırlanmasını emretti. Bu gelişme üzerine müslümanlar onun saldırısını beklemeye başladılar. Böyle bir saldın olmadı ama bunun sonucu olarak Mûte, Tebük ve başka savaşlar çıktı.
Değişik Olaylar
Allah Teâlâ, Hudeybiye barışma “Açık ve kesin zafer” demişti. Ama bu fetih, fiziksel bir fetih olmayıp kalplerin fethiydi. Yayılabilmek için İslâm’ın huzur ve güvene ihtiyacı vardı. O da bu barışla sağlanmış oldu. Barışı düşmanları bile fetih kabul ediyordu. Kureyş’le müslümanlar arasında o ana kadar yaşanan savaşlarda Hâlid b. Velîd’in adı, askeri açıdan Kureyş’in en yetenekli mensuplarından biri olarak öne çıkıyordu. Cahiliyye döneminde süvari birliği komutanlığı ona verilmişti. Kureyş’in Uhud’da kayan ayakları onun çabalarıyla yeniden tutunmuştu. Hudey-biye’de Kureyş’in keşif birliği onun komutası altındaydı. Ama Kureyş’in bu büyük komutanı da sonunda islâm’ın kalpleri fethinden kendini kurtaramadı.
Hudeybiye barışından sonra Hâlid b. Velîd (ra) Mekke’den çıkarak Medine’ye yöneldi. Yolda Amr b. el-As ile karşılaştı. Amr, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. O da: “Müslüman olmaya gidiyorum, bu inat daha ne kadar sürecek?” dedi. Amr b. el As: “Ben de aynı niyetle gidiyorum” dedi. iki dost birlikte Hz. Peygamberin huzuruna geldiler ve islâm’la şereflendiler. islâm’a karşı koyma yolunda harcanan bu cevherler, artık islâm’a sevgi ve hizmet yolunda harcanmaya başlamıştı. Mekke’nin fethi sırasında Hâlid (ra), bir müslüman birliğinin başında Hz. Peygamber’in önünden geçtiği sırada Hz. Peygamber: “Bu kim?” diye sormuştu. Yanındakiler: “Hâlid!” dediler. Hz. Peygamber de: “Allah’ın kılıcı” buyurdu.
Mûte savaşında Ca’fer (ra), Zeyd b. Harise (ra) ve Abdullah b. Revâha’dan (ra) sonra sancağı Hâlid b. Velîd eline aldığı zaman müslümanlar tehlikeden kurtulmuşlardı.
Bu iki yiğitten biri olan Hâlid (ra), Râşid halifeler döneminde Suriye topraklarını Bizans imparatorundan aldı. Amr b. el-As ise, Mısır fatihi oldu.