Uhud Savaşı sebepleri nelerdir ve Uhud Savaşı kimler arasında yapılmıştır? İşte Uhud Savaşı sonuçları ve Uhud Savaşı hakkında bilgi.
“Yılmayın, ve de üzülmeyin. Eğer mü’min insanlarsanız, şüphesiz en üstün sizlersiniz.” (Ali İmrân, 3/139)[65]
Arabistan’da sadece bir kişinin öldürülmesi, kabileler arasında yüzlerce yıl bitmeyen bir savaş dizisinin başlamasına sebep olabilirdi. İki taraftan hangisi yenilirse o taraf bu yenilginin intikamını almayı Öyle vazgeçilemez bir görev kabul ederdi ki, bunu yerine getirmeden varlığı devam edemezdi. Bedir savaşında Kureyş’in yetmiş mensubu öldürülmüştü, içlerinden çoğu, Kureyş’in baştacı ve liderleriydi. O yüzden bütün Mekke halkı intikam hırsıyla doluydu. Bedir savaşı sırasında büyük bir kârla Suriye’den dönüp Mekke’ye ulaşmış olan Kureyş ticaret kervanının sermayesi, hissedarlara dağıtılmış, ama toplam kârı biriktirilerek bir yere konmuş bekletiliyordu.
Kureyş Bedir’de ölenlerin mateminden fırsat bulunca intikam alma görevini yerine getirmeyi düşündü. İçlerinde Ebu Cehil’in oğlu îkrime’nin de bulunduğu bir kaç Kureyş ileri geleni, akrabaları ve yakınları Bedir savaşında öldürülen kimseleri de yanlarına alarak Ebu Süfyân’a gittiler. “Muhammed sallallahu aleyhi vesellem bizim kabilemizi yok etti. Şimdi intikam zamanıdır, şu anda birikmiş vaziyette duran ticaret malının kârının bu işe sarfedilmesini istiyoruz” dediler. Bu öyle bir teklifti ki daha öne sürülür sürülmez kabul edilmişti. Ama Kureyş artık müs-lümanların gücünü ve kuvvetini ölçmüştü. Onlar, Bedir savaşında yanlannda götürdükleri malzeme ve silahtan daha çoğuna ihtiyaç olduğunu biliyorlardı. Araplar arasında heyecanı yayma, intikamı bileme ve kalpleri coşturmanın en büyük aracı şiirdi. Kureyş içinde şairlikte ünlenmiş iki şair vardı; Cumh kabilesinden Amir ile Mesâfî. Cumhlu Amir, Bedir savaşında esir edilmişti. Ama Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, merhameti gereği müslümanlar aleyhinde çalışmamak şartıyla onu serbest bırakmıştı. Kureyş’in isteği üzerine o ve Mesâfî’ yola çıktılar ve Kureyş kabilesinin bütün kollarını dolaşarak ateşli nutuklarla herkesi tahrik ettiler.
Savaşlarda ayağı sağlam tutup, kaçmamanın ve dövüş heyecanı aşılamanın en büyük aracı ve vasıtası ev kadınlarıydı. Kadınların beraber olduğu savaşlarda, “Yenildiğimiz takdirde kadınlar düşmanın eline geçer, ırz ve namusları çiğnenir” diye Araplar canlarıyla oyun oynarcasına döğüşürlerdi. Bedir savaşında oğullan öldürülmüş birçok kadın vardı. O yüzden o kadınların kendileri zaten intikam heyecanıyla doluydu. Oğullarının katillerinin kanını içmeden rahat nefes almayacaklarına and içmişlerdi. Kısacası savaşa gitmek üzere ordu hazırlanıp ortaya çıkınca, ünlü ve şanlı birçok önemli ailenin kadınları da orduya katıldılar. Bunlardan bazılarının adları aşağıda zikredilmiştir:
1. Hind; Utbe’nin kızı ve Muâviye’nin annesi.
2. Ümmü Hakîm; Ebu Cehil’in oğlu îkrime’nin karısı.
3. Fâtıma; Velîd’in kızı, Hâlid b. Velîd’in kızkardeşi.
4. Berze; Tâif lideri Mesud Sekafî’nin kızı.
5. Rîta; Amr b. As’ın karısı.
6. Hanâs; Mus’ab b. Umeyr’in (ra) annesi.
Hamza (ra), Hind’in babası Utbe’yi, Bedir’de öldürmüştü. Cübeyr b. Mut’im’in amcası da Hz. Hamza tarafından öldürülmüştü. Bundan dolayı Hind, mızrak atmada büyük maharet sahibi olan Cübeyr’in kölesi Vahşfyi Hz. Hamza’yı öldürmeye ikna etti. Bu işi başarması karşılığında kölelikten azâd etmeye söz verdi.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in amcası olan Abbas (ra) her ne kadar müslüman olmuşsa da hâlâ Mekke’de kalıyordu. Mekke’de olup bitenleri yazarak hızlı giden bir elçi ile Hz. Peygamber’e gönderdi ve elçinin üç gün üç gece içinde Medine’ye ulaşmasını sıkı sıkıya tenbih etti. Mekke’de bütün harb hazırlıklarının bittiği, yakında bir ordunun Medine’ye doğru hareket etmek üzere olduğu haberi Hz. Peygamberce ulaşınca, Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem Hicretin 3. yılının Şevval ayının beşinde Enes ve Munis adlı iki haberciyi bilgi toplamak üzere gönderdi. Onlar iyice bilgi toplayıp dönerek, Kureyş ordusunun Medine’ye yaklaştığını ve Medine’nin Urayd isimli otlağını, atlarının tahrip ettiğini haber verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber Habbâb b. Münzir’i (ra), Kureyş ordusunun sayısını öğrenip haber vermesi için gönderdi. Habbâb araştırıp geldikten sonra sayılarını iyi bir tahminle haber verdi. Şehre hücum etmeleri endişesi olduğundan her tarafa nöbetçiler yerleştirildi. Sa’d b. Ubâde ve Sa’d îbn Muaz (ra) silah kuşanarak bütün geceyi Mescid-i Nebevî’nin kapısı önünde nöbet tutarak geçirdiler.
Hz. Peygamber, sabahleyin ashabı ile görüştü. Muhacir ve ensârın ileri gelenleri, kadınların şehir dışındaki kalelere gönderilmesini, kendilerinin de şehirde kalarak düşmanla savaşmalannı önerdiler.
O ana kadar hiç bir zaman görüşme ve meşverelere sokulmayan Abdullah b. Übeyy b. Selûl bile aynı görüşü ileri sürdüyse de Bedir Savaşma katılmamış olan, yeni yetme genç sahabiler, şehirden çıkarak düşmana saldırılmasında ısrar ettiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem eve gitti ve zırhını giyerek dışarı çıktı. Şehir dışına çıkılmasını isteyenler: “Biz Hz. Peygamber’i istemediği halde şehir dışına çıkmaya mecbur ettik” diye pişman oldular ve “Biz, görüşümüzden ve isteklerimizden vazgeçtik” dedilerse de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Bir Peygambere silahını kuşandıktan sonra geri çıkarması yakışmaz” buyurdu.
Kureyş Çarşamba günü Medine’ye yaklaştı ve Uhud dağı’nda üslendi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Cuma günü, Cuma namazmı kıldırdıktan sonra 1000 şahabı ile birlikte şehirden çıktı. Abdullah b. Übeyy, 300 kişilik bir topluluğu alarak geldi. Ama “Muhammed sallallahu aleyhi vesellem benim görüşümü kabul etmedi” diyerek bir bahane ile geri döndü. Artık Hz. Peygamberle birlikte 700 kişi kalmıştı. Onlardan yüz kişi zırhlıydı. Medine’den çıktıktan sonra ordusunu kontrol etti. Yaşları küçük olanlar geri gönderildi. Bunlar arasında Zeyd b. Sabit (ra), Berâ b. Azib (ra), Ebu Saîd el-Hudrî (ra) Abdullah b. Ömer (ra) ve Evs kabilesinden Urâbe (ra) de vardı. Fakat vefakârlık ve fedakârlık herkesi öyle sarmıştı ki gençlerden Râfi’ b. Hudeyc’e (ra): “Yaşın küçük, geri dön” denilince, boyu uzun gözüksün diye ayaklarının ucuna basarak yükselmiş, nitekim onun bu tedbiri tutmuş, orduya alınmıştı. Aynı yaşta olan Sumre isimli genç: “Ben güreşte Râfi’i yeniyorum, onu orduya aldığınıza göre beni de almalısınız” demişti. Bunun üzerine ikisi güreştirildi ve Sumre, Râfi’i yere yıktı. Bunun üzerine onun da orduya ve savaşa katılmasına izin verildi.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Uhud dağıru arkasına alarak orduyu şöyle bir savaş düzenine soktu. Mus’ab b. Umeyr (ra) sancağı lütfetti. Zübeyr b. Avvâm’ı yüz kişilik bir birliğin başına geçirdi. Hz. Hamza’yı zırhları olmayan bir bölüğün komutanlığına tayin etti. Arka tarafta, düşmanuı gelme ihtimali olan bir geçide kırk okçudan oluşan bir birlik gönderdi ve onlara: “Savaşta zafer bizim tarafımızda olsa bile buradan emrim olmadan ayrılmayın” buyurdu. Abdullah b. Cübeyr’i bu okçuların komutanı tayin etti. Kureyşliler Bedir’de tecrübe sahibi olup, başlarına gelenleri unutamadıkları için son derece düzenli biçimde orduyu sıraya koymuşlardı. Sağ kanada Hâlid b. Vetıd komuta ediyor, sol kanada Ebu Ce-hil’in oğlu Ikrime komuta ediyordu. Süvari birliğininin komutanı da Kureyş’in ünlü komutanlarından Safvan b. Ümeyye idi. Okçular birliği ayrı olup onların komutanı da Abdullah b. Ebu Rebîa idi. Talha ise sancaktardı. Zarurî bir ihtiyaç sırasında işe yarasın diye ikiyüz at yedekte tutuluyordu.
Savaş davulu yerine Kureyş kadınları def çalarak, şiirler okuyarak ilerliyorlardı. Bu şiirler Bedir’de ölenlerin matemini ve dökülen kanların intikamının alınmasını isteyen şiirlerdi. Ebu Süfyân’ın karısı olan Hind, Kureyş ordusunun önünde yürüyordu. Yanında ondört kadınla birlikte şu şiirleri okuyordu.
“Biz gökteki yıldızların kızlarıyız. Biz halılar üzerinde dolaşanlarız. Yiğitçe savaşırsanız, biz sizi kucaklarız. Geri dönüp kaçarsanız, sizden uzaklaşırız.”
Savaş şöyle başladı:
Ebu Amir diye Medine-i Münevvere’de herkes tarafından sevilen bir adam vardı. Bu adam Medine’yi bırakıp Mekke’ye göç etmişti. Yüzelli kişiyle ordunun önüne çıktı, islâm’dan önce iffetli ve temiz bir adam olmasından dolayı bütün Medine halkı ona saygı duyardı. Ensâr kendisinin Mekkeliler safında yer aldığını görünce belki Hz. Peygamberce birlikte olmaktan vazgeçerler diye düşündüğünden ortaya çıkarak: “Beni tanıyor musunuz? Ben Ebu Amir’im” diye bağırdı. Ensâr da: “Evet, hain! Seni tanıyoruz. Allah seni hüsrana uğratsın” dediler. Kureyş’in sancaktarı Talha savaş düzeni almış askerlerin önüne gelerek şöyle dedi:
“Ey Müslümanlar! Aranızda beni hemen cehenneme göndermek isteyen veya benim elimle cennete gitmek isteyen var mı?” diye bağırdı. Hz. Ali (ra) saftan çıkarak ilerledi ve: “Ben varım” dedi. Demesiyle kılıcını salladı. Talha’nın cesedi yere yığıldı. Talha’dan sonra, kadınların şiirler okuya okuya peşinden geldiği kardeşi Osman, sancağı eline aldı ve şu şiiri okuyarak hücuma geçti:
“Sancağı taşıyan, elindeki mızrağı kana bulamandır. Ya da o mızrak vuruşa vuruşa parçalanmalıdır,”
Hz. Hamza (ra) onunla savaşmak üzere karşısına çıktı ve omuzuna indirdiği kılıç beline kadar indi. Bu arada ağzından: “Bert hacılara su içiren adamın oğluyum” cümlesi döküldü.
Artık topyekün savaş başladı. Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ebu Dücâne ordunun tam ortasına daldı ve safları yarıp geçti. Ebu Dücâne (ra) Arapların meşhur pehlivanıydı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mübarek eline kılıcı alarak: “Kim bunun hakkını verecek” buyurmuştu. Bu mutluluğu yakalamak için birçok el birden uzanmış, fakat bu şeref, Ebu Dücâne’ye (ra) nasip olmuştu. Bu beklenmedik şeref onu şecaat ve kahramanlık şarabıyla sarhoş etti. Başına kırmızı bir mendil bağladı ve çalımlı, mağrur bir şekilde ordunun saflarından fırladı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Bu yürüyüş böyle bir an dışında Allah’ın hiç hoşuna gitmez” buyurdu. Ebu Dücâne kâfir ordusuna dalmış, kimini yaralayarak, kimini öldürüp yerlere sererek ilerliyordu. Nihayet Hind’le karşılaştı. Kafasına kılıcını indirmek üzere kaldırmıştı ki, Hz. Peygamber’in verdiği kılıçla bir kadının Öldürü-lemeyeceğini düşünerek vazgeçti. Öte yandan Hamza (ra) iki ağızlı kılıcını savura savura gidiyor, ne tarafa ilerlerse o tarafı dümdüz edip düşmanları yere seriyordu. Böyle bir durumda iken Sibâğ Gabsânî ile karşılaştı. Ona: “Hey kadınları sünnet eden kadının çocuğu! Nereye gidiyorsun” diye bağırdı. Arkasında kılıcını salladı ve onu yere serdi.
Vahşi, zenci bir köle idi ve efendisi Cübeyr b. Mut’im ona, Hamza’yı öldürdüğü takdirde kendisini azâd edeceğini vaad etmişti. Bu yüzden, Hz. Hamza’nın peşine düşmüş, öldürme fırsatmı yakalamak için sinsice takip ediyordu. Hz. Hamza onun hizasına gelince ‘harbe’ denen ve Habeşistanlıların özel silahı olan küçük bir mızrağı Hz. Hamza’ya fırlattı. Mızrak, Hz. Hamza’nın sırtının ortasından girip, göğsünden çıktı. Hamza (ra), Vahşi’ye yönelip saldırmak istediyse de sendeleyerek yere düştü ve ruhunu teslim etti.
Kâfirlerin sancaktarlan vuruşa vuruşa ölüyor, ama sancağı yere düşürmüyor-lardı. Sancaktarlardan biri yere düşmeden diğer savaşçı koşuyor, sancağı kaparak eline alıyor, onu yere düşürmüyordu. Savvâb isimli bir adam sancağı eline alınca, biri ilerleyerek öyle bir şiddetle kılıç salladı ki iki eli birden kesilerek yere düştü. Fakat o, milletinin sancağının kendi gözlerinin önünde yere düşmesine dayanamadı. Sancağın yere düşmesi ile birlikte göğsü üzerine yere kapaklandı ve sancağı göğsüne bastırdı. Böyle bir durumda: “Ben görevimi yerine getirdim” derken öldürüldü. Sancak uzun süre yerde kaldı, kimse cesaret edip onu yerden alıp kaldıramadı. Sonunda cesur bir kadın -Alkame kızı Amre- korkusuzca ilerledi ve sancağı kapıp kaldırdı. Bunu gören Kureyşliler her taraftan toplanarak biraraya geldi ve kaymış olan ayakları, dağılmış olan düzenleri tekrar toparlandı.
Ebu Amir kâfirler tarafında savaşıyordu. Oğlu Hanzala (ra) müslüman olmuştu. Babasmm karşısına çıkıp onunla savaşmak için Hz Peygamberden izin istedi. Ama âlemlere rahmet olan yüce Peygamber, evladm babasına kılıç kaldırmasına nasıl razı olabilirdi. Hanzala (ra) kâfirlerin komutanı olan Ebu Süfyân’a saldırdı ve nerede ise kılıcı Ebu Süfyân’ın işini bitirecekti. Birden, yan taraftan Şeddâd b. Es-ved fırlayarak Hanzala’mn hamlesini durdurdu ve onu şehid etti. Buna rağmen savaşta müslümanların kefesi ağır basıyordu. Düşman sancaktarlarının öldürülmeleri ve Hz. Ali ile Ebu Dücâne’nin korkusuz saldırılan düşman ordusunun ayaklarını geri kaydırıyordu.
Söyledikleri şarkılar ve şiirlerle kalpleri coşturan cesur, alımlı kadınlar, moralleri bozulmuş olarak korku içinde geriye çekildiler. Ufuk açılmış, ortalık ıssızlaş-mış, düşman ortadan kaybolmuştu. Ama müslümanlar hemen düşmanın bıraktığı malları yağmalamaya başladı. Bunu gören arka taraftaki geçidi korumakla görevli okçular da ganimet malı ele geçirmek için yerlerini bırakarak koşuştular.
Abdullah b. Cübeyr (ra) onları engellemeye çalıştıysa da dinlemediler.336 Okçuların yerinin boşaldığını gören Hâlid b. Velîd arkadan hücuma geçti. Abdullah b. Cübeyr sözünü dinleyip yerinden ayrılmayan bir kaç yiğit okçuyla birlikte büyük bir cesaretle vuruştu ama hepsi şehit oldu. Artık yol açılmıştı. Hâlid süvari birliğiyle birlikte büyük bir hınçla müslümanlara arkadan saldırdı. Müslümanlar ganimet malı toplamakla meşguldü. Dönüp arkalarına baktıklarında üzerlerine yağmur gibi ok yağdığmı gördüler. Neye uğradığını şaşırmış vaziyette bulunan müs-lümanlarla kâfir ordusu karşılaştığında, müslümanlar panik halinde olduklarından bazı müslümanlar yine müslümanlar tarafından öldürüldü.
Hz. Peygamber’e yüz hatları bakımından benzer olan müslümanların sancaktarı Mus’ab b. Umeyr’i, îbn Kumeyye şehid etti ve Hz. Peygamber’in şehit olduğunu sesi çıktığı kadar bağırarak ilan etti. Bu sesle herkes şuurunu yitirdi. En büyük kahramanların ayakları yerinden oynadı. Şaşkınlıklarından dolayı müslümanların ön safları arkadaki saflara alan etti. Dost, düşman ayırtedilemiyordu.
Huzeyfe’in (ra) babası Yemân bu karışıklıkta kim vurduya gitti ve bütün kılıçlar üzerine üşüştü. Huzeyfe (ra): “O babamdır, o babamdır!” diye bağırdıysa da sesini kimseye duyuramadı. Derken Huzeyfe’nin babası Yemân da şehid oldu. Huzeyfe (ra) ise yardım dileyen bir ses tonuyla: “Ey Müslümanlar! Allah sizi bağışlasın”[73]diyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem dönüp baktığında yanında sadece onbir fedainin kaldığını gördü. Bunlar içinde Ali (ra), Ebu Bekir (ra), Sa’d b. Ebu Vakkâs (ra), Zübeyr b. Avvâm (ra), Ebu Dücâne (ra) ve Talha’nın (ra) adı özellikle bilinenlerdendi. Sahîh-i Buhârfde şöyle bir rivayet vardır: “Hz. Pey-gamber’le birlikte sadece Talha ile Sa’d bulunuyordu.”
Bu dağınıklık içinde müslümanların pek çoğu ümidini tamamen yitirdi, kahraman yiğitlerin de gücü ve kahramanlıkları işe yaramaz oldu. Herkes bulunduğu yerde sıkışmış kalmıştı. Kimsenin Hz. Peygamber’in ne halde olduğundan haberi yoktu. Hz. Ali (ra) kılıcını vura vura düşmanların saflarını yara yara çarpışıyordu, ama Hz. Peygamber’den haberi yoktu. Enes’in (ra) amcası tbn Nadîr kılıcını sallayarak bulunduğu yerden dışarı fırladı ve Hz. Ömer’in aşırı üzüntüye kapılarak[74]silahını fırlatıp attığını gördü. îbn Nadîr, Hz. Ömer’e: “Burada ne yapıyorsun?” diye sorunca, Hz. Ömer: “Artık savaşıp da ne yapacağız? Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şehid oldu” dedi. Ibn Nadîr de: “Hz. Peygamber öldükten sonra biz yaşayıp da ne yapacağız?” dedi, arkasmdan düşman ordusu içine daldı, vuruşa vuruşa şehid oldu. Savaştan sonra cesedi bulunduğunda üzerinde 80’den fazla ok, kılıç ve mızrak yarası olduğu görüldü. Tanınamayacak haldeydi. Ancak kızkar-deşi parmağındaki işaretten tanıdı.
Kendini islâm’a adamış, canını fedaya hazır seçkin kişiler durmadan çarpışıyor ama gözler Hz.Peygamber’i arıyordu. Ka’b b. Mâlikin gözü Hz. Peygamber’e ilişti. Resûlullah’ın mübarek yüzü miğferle örtülüydü. Sadece gözleri görünüyordu. Ka’b (ra) tanıyarak: “Ey Müslümanlar! Hz. Peygamber işte burada!” diye bağırdı. Bunu duyan İslâm fedaileri her taraftan koşup geldi. Ka’b’ın sesini duyan kâfirler de o tarafa doğru daha fazla yüklendi. Bütün öfke ve güçleriyle hücum ediyorlardı. Ama Zülfikâr’ın -Hz. Ali’nin kılıcının- şimşeğiyle küfür bulutu dağılıp gidiyordu. Bir keresinde düşman şiddetle Hz. Peygamber’e saldırınca Resûllah: “Kim benim için canmı verir” buyurdu. Ziyad b. Seken (ra) beş ensâriyi yanına alarak bu görevi yerine getirmek üzere ileri atıldı ve yiğitçe savaşarak canlarını feda ettiler.[76] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onun cesedini yanma getirmelerini buyurunca insanlar onu sırtlanıp getirdiler. Henüz ruhunu teslim etmemişti. Hz. Peygamber’in ayaklarına yüzünü yasladı ve o vaziyette can verme şerefine nail oldu. Kahraman bir müslüman, bu hengâmeye aldırış etmeden ayakta dikilmiş hurma yiyordu. İleri çıkıp Peygamber’in yanma geldi ve: “Ey Allah Resulü! Eğer
öldürülürsem nerede olacağım?” diye sordu. Hz. Peygamber de: “Cennette” buyurdu. Bu müjdeyi ahncâ kendinden geçerek rüzgar gibi kâfirlere saldırdı ve vuruşa vuruşa öldürüldü.
Kureyşliler’in meşhur kahramanlarından Abdullah b. Ümeyye çemberleri yara yara Hz. Peygamber’e yaklaştı ve mübarek yüzüne kılıç vurdu. Bu darbenin şiddetiyle miğferin iki halkası mübarek yüzüne battı. Her taraftan kılıçlar ve oklar yağıyordu. Bunu gören fedailer Resûlullah’ı çember içine aldılar. Ebu Dücâne (ra) Hz. Peygamber’in üzerine eğilerek kollarını germiş siper oluyordu. Bütün oklar onun sırtına geliyordu. Talha (ra) ise kılıçları elleriyle engelliyordu. Elinin biri koparak yere düştü. Herkesin sevgilisi, âlçmlere rahmet Hz. Peygamber’in sallallahu aleyhi vesellem üzerine oklar yağıyorken bile ağzından şu sözler dökülüyordu:
“Ey Rabbim! benim milletimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar.”
Enes’in (ra) üvey babası olan Ebu Talha (ra) nişancılığı ile tanınmış biriydi. Hz. Peygamberi korumak için o kadar ok attı, düşmanlara o kadar ok fırlattı ki, elinde iki üç yay kırılıp gitti. CKna hiç bir hücum ulaşamasın, hiç bir saldırı zarar vereme-sin diye siperde vücudunu Hz. Peygamber’in yüzüne doğru geriyordu. Allah Resulü ara s ıra başını uzatarak düşman askerlerine doğru baktığında Ebu Talha: “Ey Allah Resulü, başınızı uzatmayınız. Ne olur ne olmaz bir ok isabet edebilir diye göğsümü size siper ediyorum” diyordu. Sa’d b. Ebu Vakkas da ünlü okçulardandı. O anda Hz. Peygamber’in yaranda bulunuyordu. Resûlullah, kendi ok torbasını önüne koydu ve: “Anam babam sana feda olsun, atmaya devam et” buyurdu.
îşte öyle bir durumdayken bile Resûlüllah’ın ağzından öğüt verici bir ses tonuyla şu sözler çıktı:
“Kendi Peygamberini yaralayan bir millet kurtuluş ve saadet bulabilir mi?” Bu sözler, dergâh-ı Hâhfde beğenilmedi ve şu âyet indi: “Bu işte senin hiçbir yetkin yoktur.” (Al-i İmrân, 3/128)
Nitekim Sahîh-i BuhârTnin Uhud savaşı bölümünde bu olay zikredilmiştir. Düşman buraya kolayca gelemez diye Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem azim ve cesaretle dağın tepesine doğru çıktı. Ebu Süfyân onu gördü ve yanına askerleri de alarak dağa tırmandı. Ama Hz. Ömer’le birkaç sahâbi onları taş yağmuruna tuttuğundan daha fazla ilerleyemediler.
Hz. Peygamber’in vefat ettiği haberi Medine’ye ulaşınca vefakâr bağlıları kendinden geçerek Uhud’a doğru koşuştular. Fâtımatü’z-Zehrâ (ra) geldiğinde babasının mübarek çehresinden kan aktığını gördü. Hz. Ali kalkanına su doldurup getirdi. Hz. Fâtıma bu suyla yüzünü yıkadı. Ama kan durmuyordu. Sonunda bir hasır parçası yakılarak külleri yara üzerine kondu, kan hemen kesildi.
Ebu Süfyân karşıki tepeye çıkarak: “Muhammed orada mı?” diye bağırdı. Hz. Peygamber kimsenin cevap vermemesini emretti. Ebu Süfyân, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in adım söyleyerek bağırdı. Yine hiç ses gelmeyince, “Hepsi öldürüldü!” diye bağırdı. Hz. Ömer kendini tutamayıp: “Ey Allah düşmanı, hepimiz sağız!” diye bağırdı. Ebu Süfyân da: “Ey Hübel sen yüce ol!” dedi.
Sahabe-i kiram da, Hz. Peygamber’in emri üzerine: “Allah en yüce ve en büyüktür!” diye bağırdılar.
Ebu Süfyân: “Bizim Uzzâmız var, sizin Uzzânız yok” dedi. Sahabe-i kiram da: “Allah bizim Mevlâmızdir, sizin mevlanız yoktur” dediler.
Ebu Süfyân: “Bugün, Bedir’in karşılığıdır. Askerlerimiz erkeklerinizin burunlarını, kulaklarını kesmişler. Böyle bir emir vermemiştim, ama öğrendiğim zaman hiç de üzülmedim” dedi. Hz. Peygamber, kadınları ve çocukları, Yemân (ra) ile Sâbif in (ra) himayesinde Medine yakınlarındaki kalelere göndermişti. Yenilgi haberini aldıklarında bulundukları kaleleri bırakarak Uhud dağına doğru koşa koşa geldiler. Sabit (ra) müşrikler tarafından öldürüldü. Yemân (ra), müslüman-ların toplu hücumunda tanınamadığından dolayı üzerine kılıçlar üşüştü. Oğlu Huzeyfe (ra) her ne kadar: “O benim babamdır! O benim babamdır!” diye bağır-dıysa da kargaşada hiçkimse onu duyamamış, Huzeyfe de şaşkınlık içinde: “Ey müslümanlar! Allah affetsin” diyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Yemân’in kan bedelini müslümanlar adına ödemek istediyse de Huzeyfe (ra) bağışladı, îbn Hişâm’da bu olay bütün genişliğiyle anlatılmıştır. Sahîh-i Buhârfde ise özetle anlatılmıştır.
Kureyş kadınları Bedir’in intikamını alma hıncıyla müslümanlarm cesetlerinden de intikam aldılar. Onların kulaklarını, burunlarını kestiler. Hind, onlardan gerdanlık yapıp boynuna astı. Yine o, Hz. Hamza’nın (ra) cesedinin başına gitti. Onun karnını yararak ciğerini çıkarttı, dişleriyle çiğnedi ama gırtlağından inmediği için kusmak zorunda kaldı. Hind’in lakabı işte bu yüzden tarihlerde “ciğer yiyen kadın” diye yazılır. Hind, Mekke’nin fethinde iman etti, ama ibret verici bir şekilde iman etti. Bu hadise ileride anlatılacaktır.
Bu savaşa müslüman kadınlar da katılmışlardı. Hz. Aişe (ra) ve Enes’in (ra) annesi olan Ümmü Süleym (ra) yaralılara su dağıtıyorlardı. Sahîh-i Buhârî’de Enes’in (ra) şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Hz. Aişe (ra) ile Ümmü Süleym’i (ra) şalvar giymiş olarak su testilerini doldurup getirerek yaralılara su dağıtıp iç irdiklerini, testilerde su bitince de tekrar doldurup getirdiklerini gördüm.”[80] Bir başka rivayette de, Ebu Saîd el-Hudrfnin annesi olan Ümmü Suleyt’in (ra) de aynı hizmeti yaptığı bildirilmiştir.
Kâfirlerin genel bir hücuma geçtiği ve Hz. Peygamberin yanında sadece birkaç fedainin kaldığı sırada, Ümmü Ammâra (ra) Hz. Peygamberin yanına ulaştı ve kendini O’na siper etti. Kâfirler Hz. Peygamber’e saldırıp da iyice yaklaştıkları zaman, bu müslüman yiğit kadın, kılıç ve oklarla onlara saldırıyor, Peygamberimiz’e yanaşmalarını engelliyordu. îbn Kumeyye, îslâm ordusunu aşarak Hz. Peygam-ber’in yanına ulaşınca, Ümmü Ammâra (ra) hemen önüne geçip onu durdurdu. Bu arada omuzundan derin bir yara aldı. Kendisi de kılıcını ona bütün hışmıyla vur-duysa da iki kat zırh giydiğinden etkili olmadı.
Hz. Hamza’nm kızkardeşi Safiyye (ra), yenilgi haberini duyunca Medine’den çıktı, Uhud’a doğru koştu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Safiyye’nin oğlu Zübeyr’i (ra) çağırarak: “Annen, Hamza’nın cesedini görmesin” buyurdu. Zü-beyr (ra), Hz.Peygamber’in buyruğunu söyleyince: “Kardeşimin basma gelenleri duydum, ama Allah yolunda çok büyük bir fedakârlık değil” dedi. Hz. Peygamber izin verdi, cesedin yanına gitti. Cesed kan revan içindeydi. Değerli kardeşinin vücûdu param parça olmuştu. Ama “Şüphesiz biz Allah içiniz ve O’na dönücüleriz” ayetini okuyarak sustu ve Allah’ın onu bağışlaması için dua etti.
Ensârdan iffetli bir kadının, babası, kardeşi, kocası, hepsi bu savaşta öldürülmüşlerdi. Öldüklerini haykıran ses, arka arkaya kulağına geliyordu. Ama her seferinde sadece: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ne halde? diye soruyordu. İnsanlar: “Resûlullah iyidir, sıhhattedir diyerek onu teskin etmeye çalıştılar. Ama o, ancak Re-sûlullah’m yanına gelip mübarek yüzünü görünce teskin oldu ve kendinden geçe-rek:”Sen sağ olduktan sonra bütün dertler, felaketler hiç kalır” diye bağırdı.
“Ben de, babam da, kocam da kardeşim de feda olsun sana Ey dinin sultanı sen varol yeter, biz neyiz sanki”
Müslümanlardan yetmiş kişi öldürüldü. Bunlar içinde daha çok ensâr bulunuyordu. Ama müslümanların yoksulluğu o noktaya ulaşmıştı ki şehidleri kefenleyecek, onların vücudlanm örtebilecek bezleri bile yoktu. Mus’ab b. Umeyr bir şahabı idi. Cesedinin ayakları kapatılsa, başı açıkta kalıyor, başı kapatılsa ayakları açıkta kalıyordu. Sonunda ayakları otlarla kapatıldı. Gerçekten insanı hayrete düşüren bir manzaraydı. Müslümanlar daha sonraları bu olayı hatırladıkça kalpleri hüzün-lenir gözleri yaşarırdı. Şehitler yıkanmadan oldukları gibi, kanlara bulanmış olarak ikişer ikişer bir tek mezara defnedildiler. Kur’ân-ı Kerîm kimin daha çok ezberindeyse o daha önce defnedildi. Bu şehitlere o sırada cenaze namazı da kılınmadı.349 Sekiz yıl sonra yani vefatından bir iki yıl önce Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem oradan geçerken, elinde olmadan hüzünlendi. Sanki bir ölüden veya diriden ebediyyen ayrüıyormuş gibi acılı, kederli sözler söyledi. Sonra şöyle buyurdu:
“Ey müslümanlar! artık tekrar müşrik olacağınızdan korkmuyorum, sadece kendinizi dünyaya tamamen kaptırmanızdan korkuyorum.”
îki ordu savaş alanında birbirinden ayrılıp da, düşman ordusu çekilip gittiğinde müslümanlar yaralı ve bitkin haldeydiler. Ebu Süfyân, müslümanlar nasıl olsa yenildiler diyerek geri dönüp tekrar saldırmasın diye, Hz. Peygamber müslüman-lara doğru dönerek, kim bunları takip edecek? buyurdu Hemen yetmiş kişilik bir grup böyle bir hareket için gönüllü oldu. Bunlar arasında Ebu Bekir ve Zübeyr de vardı.
Ebu Süfyân Uhud’dan hareket ederek Revhâ denen yere ulaştı. Buraya geldikten sonra işin tamamlanmadığını, eksik kaldığını düşündü. Hz. Peygamber daha önceden bunu tahmin ettiği için ertesi gün kimsenin geri gitmemesini, ordudan ayrılmamasını ilan ettirdi. Nitekim Medine’den sekiz mil uzaklıkta bulunan Ham-râu’l-Esed’e kadar gitti. Huzâa kabilesi o ana kadar iman etmemişti, ama el altından İslâm tarafını tutuyor, müslümanlara yardımcı oluyordu. Kabile’nin reisi Ma’bed el-Huzâî müslümanlarm yenildiğini duyunca, Hz. Peygamberin huzuruna geldi ve daha sonra geri giderek Ebu Süfyân’la buluştu. Ebu Süfyân müslümanlara tekrar saldırmak istediğini söyleyince Ma’bed: “Benim gördüğüme göre Muhammed sallallahu aleyhi vesellem yeniden öyle bir donanmış ki ona karşı koymanız imkânsızdır” diyerek korkuttu. Bunun üzerine Ebu Süfyân Mekke’ye döndü. Tarihçilerin savaşları çoğaltma hevesi ile yeni bir savaş diye ileri sürdükleri ve Hamrâü’1-Esed diye yeni bir ad verdikleri olay, işte bundan ibarettir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye geldiğinde bütün Medine baştan başa matem içindeydi. Resûlullah’ın geçtiği her sokakta evlerden feryad ve acılı ağıtlar yükseliyordu. Herkesin yakınları, ağıt yakma ve üzüntüsünü belirtme görevini yerine getiriyordu. Fakat, Hz. Hamza’mn ağlayanı, arkasından acı ile feryad edeni yoktu. Bu, Hz. Peygambere dokundu. Bir an için içi titredi, heyecanlı ve ağlamaklı bir sesle ağzmdan: “Sadece Hamza’nın hiçbir ağlayanı yok” kelimeleri.
349. Buhârî, Menâkıb/23: Bazı rivayetlerden kesin olarak Hz. Peygamberin, özellikle Hz. Hamza’ya diğer şehitlerle birlikte tekrar tekrar cenaze namazı kıldırdığı anlaşılıyor. Bu şehidler teker teker diğer rivayetlerde ise onar onar getiriliyorlar, Hz. Peygamber de cenaze namazlarım kıldırıyordu. Hz. Hamza’nın (ra) mübarek cesedine her seferinde birlikle namaz kıldırıldıgı için yetmiş kere veya yedi kere cenaze namazı kılındı.
döküldü. Ensâr bunu duyunca acılan daha da fazlalaştı. Üzüntüleri daha da arttı. Hepsi evlerine gidip, ailelerine: “Resûlullah’ın evine gidin, Hamza için ağıt yakın” diye emir verdiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, kapısının eşiği önünde ensâr hanımlarının toplanmış, Hz. Hamza’nın ölümüne ağıt yaktıklarını gördü. Onlar hakkında dua buyurdu ve: “Sizin derd ortaklığınıza, kederimi paylaştığınıza teşekkür ediyorum ama ölülerin arkasından aşırı derecede feryâd-ü figân ederek ağlamak doğru değildir” buyurdu.
Araplar’da geleneksel olarak ölülerin arkasından kadınlar var güçleriyle, avazları çıktığı kadar bağnşa-çağnşa ağlar, elbiselerini parçalar, saçlarım başlarını yolar ve yüzlerine taş vururlarlardı. Bu kötü gelenek o günden itibaren yasaklandı ve Hz.Peygamber: “Bugünden itibaren hiç bir ölünün arkasından bağıra-çağıra ağıt yakılmayacaktır” buyurdu. Daha sonra da: “Bu tür matemler müslümanlann sânına yakışmaz” buyurdu.