Hz. Peygamber’ın (s.a.v) Sabır Ve Şükrü
Dünyada kimin hayatında hüzün, elem ve keder dönemi olmaz? Fakat insanın manevi olgunluğuna yakışan cevher; bir taraftan amacına ulaşma ve başarma sevinciyle sarhoş olup kendinden geçmemesi, diğer taraftan ise felakat ve musibetlerin acısına güler yüzle katlanması, sabırla karşı koymasıdır. İnsanın görevinin sadece çalışma ve gayret olduğuna, başarı ve başarızlığın Yüce Allah’ın elinde olduğuna kesinlikle inanmasıdır. Kur’an-ı Kerim şu âyette işte bu inceliğe işaret etmektedir:
“Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen hiçbir bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Hiç şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır.” (Hadîd 57/22)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e şu göğün altında hiçbir insana nasip olmayan çok büyük basanlar nasip olmuştu. Buna rağmen sözkonusu başarılar, O’nun gönül aynasına hiçbir zaman övünme ve gurur olarak yansımadı. O şöyle buyurdu: “Ben Adem oğullarının efendisiyim, ama yine de övünme yoktur.”
Hıristiyan dininde olan Adî b. Hâtem et-Tâî, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hakkında duyduklarından dolayı, O’nun bir hükümdar mı yoksa bir peygamber mi olduğu hususunda tereddüt etmişti. Kabilesinden bir heyeti yanına alarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna vardığmda tam o sırada çaresiz bir kadın bir dileğinden dolayı oraya geldi ve kalabalıktan biraz çıkarak kendisini dinlemesini istedi. Allah Resulü hemen ayağa kalktı ve kadın sözünü bitirip kendi isteğiyle oradan ayrılıncaya kadar sokak başında ayakta durdu. Bu manzarayı gören Adî şöyle der: “O’nun bu yumuşakbaşhlığını ve alçakgönüllülüğünü gördükten sonra kesinlikle inandım ki, şüphesiz O bir peygamberdir, hükümdar değildir.”
Fethedilen şehirlere girerken dünyanın her muzaffer komutanının başı gururla yükselir. Ama Mekke ve Hayber fatihi böyle bir zafer durumunda bile dua ve niyazlarla başını Allah’ın huzurunda yerlere eğerek şehre girdi. îbn-i îshâk Hz. Peygamber’in, Mekke’nin fethi sırasında Zîtuvâ denilen yere ulaştığında, Allah’ın kendisine fethi nasip ettiğini görünce devesi üzerinde secdeye kapandığını şu sözlerle rivayet etmiştir:
“Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zîtuvâ’ya ulaştığında Allah’ın kendisine fetih nasip ettiğini görünce bineği üzerinde secde yapmak için derlenip top-larlandı ve başını secde için eğdi. Başını o derecede eğmişti ki, alnı neredeyse mahfenin tahtasına değecekti.”
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem çok ibadet eder, teşbih ve tehlil okurdu. Bazı sahabîler, “Ey Allah Resulü! Allah seni günahsız olarak yaratmış, hâlâ neden böyle zahmete katlanıyorsunuz?” dediklerinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Allah’ın en çok şükreden kulu olmayayım mı?” buyurdu.”
Söylemek istediği şuydu: Eğer bu ibadet ve hamdler önceleri bu makamı elde etmek için idiyse, şimdi ki de verilen nimete şükretmek ve minnettarlık duygusunu göstermek içindi.
Dünyanın büyük dâhileri elde ettikleri her başarıyı kendi güçlerine, kendi akıl ve yeteneklerine, kendi kudretlerine atfederler. Fakat Allah’a yakın olanlar böyle düşünmeyi Allah’a isyan kabul ederler. Çünkü onlar, insanı başarıya götüren her harekette Allah’ın herşeye hakim olan kudretinin rol oynadığını bilirler. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ne zaman sevinçli bir haber alsa, hemen secdeye kapanırdı.” Hemedân’m Islâmı kabul ettiği haberi gelince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hemen secdeye kapanmıştı. Benzer bir olay kendisine haber verildiğinde yine secdeye kapanmıştı. Sa’d (ra) diyor ki: “Mekke’den Medine’ye gidiyorduk. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zürâre denilen yerde devesinden indi. Ellerini kaldırarak uzun süre dua etti, sonra secdeye kapandı ve uzun süre bu şekilde kaldı. Sonra başını kaldırarak her zaman yaptığı gibi ellerini uzatarak dua etti. Daha sonra yine secdeye kapandı. Arkasından secdeden kalkarak boynu bükük, huşu içinde duaya başladı. Arkasından alnını yine toprağa koydu. Bu dua ve secdelerden sonra ashabına: “Ümmetimin bağışlanması için Allah’tan dilekte bulundum, dileğimin bir bölümü kabul edildi. Şükür secdesi yaptım. Daha fazla istekte bulundum. Allah onu da kabul buyurdu ve arkasından da şükür için yine secdeye kapandım.”
Allah Teâlâ Duhâ sûresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in bu niteliğini şöyle açıklamıştır:
“Kuşluk vaktine andolsun, karanlığı iyice çöktüğü zaman geceye de andolsun. Rabbin seni terketmedi ve danlmadı da. Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan —ahiret, dünyadan— daha hayırlıdır. Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen de hoşnut kalacaksın. Sen bir yetim iken seni bulup barındırmadı mı? Seni yol bilmez iken doğru yola iletmedi mi? Bir yoksul olarak bulup da zengin etmedi mi? Öyleyse sakın yetimi üzme, isteyip dileyeni de azarlayıp çıkışma. Rabbinin nimetini durmaksızın anlat.” (Duhâ 93/1-11)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in hayatının her harfi, ömrü boyunca bu ilahi buyruğu nasıl eksiksiz yaşadığına ve onları nasıl uyguladığına şahittir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem felaket ve hezimetler karşısında sabreder, buna karşılık bir nimet ve ilahi lutfa erdiğinde şükrederdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem birbirine zıt bu iki niteliğin ikisine birden sahipti. Ve ikisini birden yaşadığını fiilen de göstermişti. Bir hadis-i şerifte sahabeden birinin kendisine şöyle bir soru sorduğu bildirilmiştir: “Ey Allah Resulü! En fazla musibet kimin üzerine gelir?” Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buna:
“Peygamberlere, sonra aynı şekilde derece derece —onlara yakın olan iyi— insanlara” diye cevap verdi.[256] Olaylar bu rivayetin doğruluğunu tasdik etmektedir. O, peygamberlerin efendisi olduğu için, dünyanın musibet ve felaket yükü en çok O’nun mübarek sırtına binmişti. O bakımdan Kur’an-ı Kerimde tekrar tekrar kendisine sabır tavsiye edilmiştir. Ahkâf sûresinde şöyle buyrulmaktadır:
“Ey Peygamber! Kararlılık sahibi peygamberler nasıl sabretmişse, sen de öyle sabret.” (Ahkâf 46/35)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem daha doğmadan babası ölmüştü. Çocuk yaşındayken annesinin gölgesi de üzerinden kalkmıştı. Bundan iki yıl sonra merhametli bakışlarıyla yetimin yarasına merhem olan dedesi de öldü. Peygamber olduktan sonra Kureyş’in işkence ve zulümlerine karşı kendisine koruyucu siper olan amcası Ebu Tâlib de fâni dünyadan ayrıldı. Mahrem-i esrarı ve hayat yoldaşı olan çok güvendiği eşi, mü’minlerin annesi Hadîcetü’l-Kübrâ’nın —ki bu sel gibi akıp gelen ızdırap ve musibetler karşısında kendisinin tek tesellicisi ve destekçisiy-di— aynı günlerde ölmesi onu da Peygamber’den ayırdı. Ana-babadan ve eşten sonra insan en çok çocuklarmı sever. Allah Resûlü’nün, Hz. Fâtıma’dan başka bütün çocukları ya bebeklik çağında ya da çocukluk yaşında ölmüşlerdi. Bütün bu felaket ve acılar O’nun sadece gözlerini yaşartmış, ama bütün mukadderata hâkim olan Allah’a bir şikayet hissetirecek, ağzından en ufak bir söz dahi çıkmamıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bütün bu felaketler karşısında sabretmiş, bütün bu musibetlere tahammül göstermişti.
Peygamberimiz’in en büyük kızı Zeyneb, Hicret’in 8. yılında vefat etmiş, defni için peygamberimiz bizzat talimat vermiştir. Naaşı mezara indirilirken, Peygam-ber’in gözlerinden yaşlar boşanmış, ama ağzından en ufak bir şikayet kelimesi çıkmamıştı. Peygamberimizin elinde büyüyen, kendi evladı gibi yetiştirdiği Zeyd (ra) ile amcası Ebu Tâlib’in oğlu ve Hz. Ali’nin kardeşi olan çok sevdiği Ca’fer (ra) Mû-te savaşında şehit düşmüşlerdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu iki vefakâr, değerli insanın ölümüne çok üzülmüş, ağlamış, fakat Cafer’in eşi feryâd ve figânla ağlarken, onu böyle hareket etmekten menetmiş, sabır tavsiye ederek teselli etmiştir.
Allah Resûlü’nün çok sevdiği bir torunu ağır hastalanmış, kızı kendisine haber göndererek durumu bildirmişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buna karşılık gönderdiği haberde şöyle buyurmuştu:
“Allah’ın aldığı Kendisinindir. Verdiği de Kendisinindir. O’nun katında herşe-yin belirli bir eceli vardır. —Kızım— sebat etsin, O’ndan hayır dilesin.”
Kızı tekrar ısrarla çağırınca Hz. Peygamber sallalîahu aleyhi vesellem sahabeyle birlikte oraya gitti. Çocuk kucağına verildiğinde son nefesini veriyordu. Allah Resûlü’nün gözlerinden yaşlar boşaldı. Sahabeden biri Peygamber’in göz yaşlarım kasdederek: “Ey Allah Resulü bu nedir?” deyince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Bu; Allah Teâlâ’nm insanların kalbine koyduğu şefkat ve merhamet duygusudur. Allah Teâlâ kullarından merhametli olanlara merhamet eder” buyurdu.”
Sa’d b. Ubâde (ra) ağır hastaydı. Ölümle pençeleşiyordu ve son nefesini vermek üzereydi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kalktı. Sa’d b. Ubâde’yi yoklamaya gitti. Durumunun ağır olduğunu görünce üzüldü ve gözlerinden yaşlar süzüldü. Onu gören sahabe-i kiram da ağlamaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Allah-ü Teâlâ göz yaşlarını ve kalbin üzülmesini menetmiyor, —dili göstererek— ama bundan dolayı azab oluyor” buyurdu. Oğlu İbrahim (as)’m vefatı sırasında gözlerinden şefkat ve muhabbet yaşlan akarken Abdurrahman b. Avf (ra): “Ey Allah Resulü! Bu nedir?” deyince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Bu şefkat ve merhamettir” buyurdu. Abdurrahman (ra) tekrar aynı şeyi söyleyince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
“Göz yaşarır, kalp üzülür, fakat biz Rabbimiz’in razı olduğu şeyi söyleyeceğiz. Ey ibrahim senin ayrılmandan dolayı biz de çok üzgünüz” buyurdu.”
Herşeye rağmen bu olaylar gelip geçer, bunların etkisi belli bir zamana kadar devam eder, sonra kaybolur gider. Fakat sonu gelmeyen musibet ve felâketlere karşı sabır kâsesi hiçbir zaman taşmayacak şekilde sabretmek çok zor, hatta imkânsızdır. Hicretten beri önce onüç yıl boyunca Tâif ve Mekke haydutlarının hak yola çağrıyı ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in tslâmı tebliğ etmesinin nasıl bir alay, eğlenme, sövüp sayma, işkence ve zulümlere engellemeye çalıştıklarını tekrarlamaya gerek yoktur. Medine-i Münevvere’de 8-9 yıl boyunca devamlı kanlı savaşlarla karşılaşıldı. Düşmanların, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in Medine’den çıkarılması ve öldürülmesi için kurdukları tuzakları ve yaptıkları planları tekrarlamaya da gerek yoktur. Ama bütün bu felaket oklarının üzerine yağmur gibi yağmasını sabrın dışında hangi kalkanla engelleyebilirdi?
Sabredilmesi bundan da zor olan şey, kendi elinde olan ve kendi iradesiyle yaptığı hareketlerdir. Zaferlerin fazlalığı her ne kadar her keresinde devlet hazinesini zenginleştiriyor idiyse de Peygamber’in merhamet ve kerem eli ancak bütün hazinenin ihtiyaç sahiplerine ve fakirlere dağıtümasıyla huzura kavuşuyordu. Nitekim bundan dolayı bizzat kendisi ve bütün aile halkının hayatı çoğu kere açlık ve kıtlık içinde geçiyordu. Mübarek vücuduna giyeceği bir kat elbisenin dışında, başka bir elbisesi yoktu. Yine de bütün bu sıkıntılara göğüs geriyor, sabrın tadını binbir çeşit nimetlerin lezzetinden ve çok değerli elbiselerin vereceği zevkten daha üstün tutuyordu.
En çok cesaret kıran ve sabır gerektiren şey, düşmanların değil, dostların eliyle atılan oklara hedef olmaktır. îki kere böyle olmuştur: Bazı aceleci gençler bir hikmet ve maslahata göre yapılmış harakete itiraz ettiler. Böyle bir durumda bile Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sabır ipini elinden bırakmadı. Sahih-i Buhâ-rî’de şöyle anlatılır: “Huneyn savaşından sonra elde edilen ganimet mallan konusunda ensardan bir iki kadın: “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem neden bunları başkalarına verdi? Oysa bizim hakkımızdı” diye itiraz etti. Bu itiraz Hz. Peygamber’e:
“Allah’ın rahmeti Hz. Musa üzerine olsun. O, —kendi insanları tarafından— bundan daha çok eziyete uğramış fakat yine de sabretmişti” buyurdu.