Hz. Peygamber’in (s.a.v) Allah’a Tevekkülü
Tevekkül; insanın, çabalarının sonuçlarını ve dünyada olan şeylerin hükmünü Allah’a bırakması, çaba gösteren insanın gözünden sebepler ve araçlar perdesinin kalkarak doğrudan doğruya herşeyi Allah Teâlâ’nın elinde görmesi demektir. Bir insan, yaptığı çalışmaların mutlaka meyvesini göreceğine inanmalıdır. Çünkü o, bütün sebep ve araçlar zincirini elinde tutan Allah’a güvenmiştir. Böyle bir güven, insanı sarsılmaz bir azimle, eksilmez bir iradeyle şüphe götürmez bir cesaretle donatır. Bu sayede insan, en olumsuz şartlarda bile çabalarına ve teşebbüslerine devam etmekten asla çekinmez. En büyük tehlikeler ve en ağır yenilgiler, onu ümitsizliğe sevketmez, yolundan alıkoymaz. İşte gerçek tevekkül budur.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in hayat hikayesinin her harfini dikkatle ve iyice okudukça, kesinlikle göreceksiniz ki, gökyüzünün altında O’nun yolunda engel teşkil etmemiş olan hiçbir sıkıntı ve felaket türü kalmamıştır. Fakat O’nun kalbi, hiçbir zaman korku, ümitsizlik ve şaşkınlık tuzağına düşmedi ve kendisi asla yılgınlık göstermedi. Mekke’de tek basma bulunduğu günlerde binbir çeşit felaket ve sıkıntının akın ettiği sıralarda, düşmanların çekirge sürüsü gibi üşüştüğü anlarda, kanlı Huneyn ve Uhud savaşlarında, her an ve her yerde, içinde Allah’a tevekkül ve güvenin fışkırdığı görülürdü. Ebu Tâlib, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’le konuşurken: “Canım yeğenim! Bu işten vazgeç” dediği zaman Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ona cevap olarak: “Kıymetli amcacığım! Benim yalnız olduğumu düşünme, hak uzun süre yalnız kalmayacaktır. Araplar’la Arap olmayanlar birgün bu dinin emrine girip onun peşinden gidecektir” diyordu. Bir başka cevabında da: “Allah beni tek başıma bırakmayacak” diyordu. Mekke’de birçok eziyet ve musibete uğramış, ümitsiz görünen bir sahabîye; “Allah’a yemin ederim ki, bu dinin her tarafa hakim olacağı ve en üst derecede başarıya ulaşacağı gün çok yakındır” buyurmuştu.”
Kureyş kafirleri bir gün Kabe’de oturmuş, aralarında görüşerek: “Muhanv med’i buraya adım atar atmaz paramparça edip çiğneyelim” diye karar almışlardı. Fâtıma (ra) onların konuşmalarını dinlemiş, ağlayarak babasının yanına gitmiş ve durumu anlatmıştı. Hz. Peygamber sallat)ahu aleyhi vesellem onu teselli etti ve ab-dest almak için su istedi. Abdestini aldıktan sonra hiçbir korku ve endişeye kapılmadan toparlanıp yola çıktı. Kabe avlusuna girdiğinde, kafirler O’nu bütün sevimliliği ve cesaretiyle görünce başlarını öne eğdiler.
Birinci ciltte anlatıldığı üzere Hicret gecesi Kureyş yiğitleri Öldürme niyetiyle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in mübarek evini kuşatmışlardı. Fakat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem son derece güven ve huzur içinde kendisine en yakın olan sağ kolu Hz. Ali Murtazâ (ra)’ı kendi yatağına yatırmıştı. O, bu yatağın uyku ve istirahat yatağı olmayıp zalimce ve gaddarca işlenecek bir cinayetin yeri haline geleceğini çok iyi biliyordu. O, ölüm yatağını gül yaygısına çevirebilen sonsuz bir güç sahibinin bulunduğunu da iyi biliyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem işte Allah’a duyduğu bu güven ve tevekkül içinde, Hz. Ali’yi yatağına yatırarak son derece güven içinde: “Sana hiçbir zarar gelmeyecek” buyurdu.
Evin dört tarafı düşmanlar tarafından kuşatılmıştı. Kendilerini mutlu edecek bir sabahı beklemekte olan Mekke’nin genç ve yaşlılarının sokak ve köşelerde Hz. Peygamber’in Ölüm haberini alma özlemi içinde dolaşıyor olmaları da muhtemeldir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hicret’ine Allah’ın izin verdiğini biliyordu. Kendisini koruyacağı hususunda Allah’a sonsuz güven duyduğu için bütün uygunsuz şartlara rağmen evden dışarı adım attı. Tam bu sırada Yâsîn sûresinin ilk âyetlerini okuyordu. Bu âyetlerde peygamberliğinin ve dosdoğru bir yol üzerinde oluşunun onayı vardı. Okuduğu son âyet şuydu:
“Onların —Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in evini kuşatan kafirlerin— önünde ve arkalarında —görünmeyen— duvarlar diktik. Böylece onların gözlerini perdeledik. Artık görmez oldular.” (Yâsîn 36/9) Bu ilahî buyruğun tam bir gerçek olduğu gözler önünde apaçık duruyordu.
Mekke’den çıktıktan sonra Ebu Bekir (ra) ile beraber Sevr mağarasına sığındı. Kureyş’in kana susamış zalimlerinde başarısızlıklarının öfkesi vardı, intikam duyguları coşmuş olmalıydı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in peşinden, O’nun ayak izlerini süre süre aynı mağaraya ulaştılar. Böylesine tehlikeli bir durumda ölümle burun buruna gelen bir kimsenin şuurunun yerinde kalabileceğini kim söyleyebilir. Nitekim Hz. Ebu Bekir (ra) korku ve panik içinde: “Ey Allah Resulü! Düşman o kadar yakınımıza geldi ki, birazcık aşağıya eğilerek baksalar, bizi görebilirler” dedi. Fakat Allah Resulü Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, manevi güven ve huzurunun verdiği sakin bir sesle: “Üçüncüleri Allah olan iki kimseye birşey olmaz, korkma” dedi. Sonra Kur’an-ı Kerim’den şu âyeti okudu: “Üzülme Allah bizimledir.” (Tevbe 9/40)
Bu manevi huzur, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in yüreği dışında başka nerede görülebilir?
Kureyş’in, “Muhammed’i canlı olarak veya başını kesip getirecek olana yüz deve mükâfaat verilecektir” diye ilan etmesinden sonra Sürâka b. Cü’şum, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’i takibe çıktı ve atacağı mızrak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e ulaşabilecek kadar yaklaştı. Hz. Ebu Bekir (ra) korku içinde ona bakıyordu. Ama Allah Resulü, “Sürâka ne niyetle geliyor?” diye bir kere olsun dönüp bakmadı. Kalbi tam bir güven ve huzurla doluydu. Mübarek dudakları, Kur’an-ı Kerim okumakla meşguldü.
Medine’ye geldikten sonra da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in hayatının her tür tehlikeden korunmuş olduğu kabul edilir, islâm burada belli sayıda bir destekçi ve yardımcı gurubuna sahip olmuştu. Ama bununla birlikte Mekke düşmanlarından daha tehlikeli bir düşman topluluğuyla da karşı karşıya bulunuyordu. Mekke ve Kureyş, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e düşman olmasına düşmandı, ama aralarında akrabalık bağı da vardı. Bu bağ arasıra onlardan birini yardım için el uzatmaya bile yöneltiyordu. Fakat Medine münafıkları ile yahûdîleri yardıma yöneltecek hiçbir sebep yoktu. Buna ek olarak yahûdîler, Medine münafıkları ve Mekke’deki Kureyşliler aralarında anlaşarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’i öldürmek ya da Medine’den çıkarmak için plan yapmaya başlamışlardı. O yüzden sahabe-i kiram canlarını feda edercesine bağlılıklarından dolayı geceleri gelip nöbet tutuyorlardı. Yine böyle bir zamanda bir gece sahabe-i kiram, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in çadırında nöbet tutarken şu âyet nazil oldu:
“Ve Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Mâide 5/67)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hemen o anda çadırdan başını uzatarak sahabeye şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Artık gidebilirsiniz. Allah beni kendi korumasına aldı.”
Necd savaşında dönerken Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir yerde konakladı. Burada pek çok ağaç vardı ve altları gölgelikti. Öğle vakti olmuştu. Sahabe-i kiram ağaçların gölgesinde bir tarafa çekilerek uyudu. Kendisi de bir ağacın altmda dinleniyordu, kılıcı da bir ağaca asılıydı. Tam bu sırada, belki de bu fırsatı kollamakta olan bir bedevi gizlenerek geldi ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem’in kılıcını indirerek kınından çıkardı ve Allah Resûlü’nün karşısına dikildi. O anda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem uyandı. Bir bedevinin elinde yalın kılıç önünde dikildiğini gördü. Bedevi: “Ey Muhammed! Şimdi seni benden kim kurtarabilir” dedi. Buna cevap olarak güvenli, fütursuz ve kesin bir ses geldi: “Allah!”. Kalbe saplanan ok gibi kulağına çarpan bu sözden paniğe kapılan bedevinin elindeki kılıç yere düştü.
Bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e saldırıp öldürmek için fırsat kollayan bir adam yakalanarak huzuruna getirildi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunun üzerine “Onu bırakın gitsin. Çünkü o beni öldürmek istese de öldüremez” buyurdu.” Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in bu hareketi “Allah beni kendi Jcoruması altına almıştır” sözüne işaretti. Hayber’de kendisine zehir veren yahûdf kadınına “Bunu neden yaptın?” diye sorunca, “Seni öldürmek için” diye cevap verdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kadının bu sözüne karşılık, “Sen bunu yapamazsın, çünkü Allah sana bunu yaptırtmaz” buyurdu.”
Uhud ve Huneyn savaşlarında, kısa bir süre için îslâm fedaîleri olan sahâbe-i kiramdan savaş alanında kimse kalmamış, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hemen hemen tek başına kalmıştı. O’nun bu tek basma kalış anındaki durumu, Allah’a tevekkülün, güven, huzur ve korkusuzluğun mucizevî bir örneğiydi.
Bu anlattıklarımız, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in Allah’a güveninin ve bel bağlamasının bir aşamasıdır. Bunun bir başka safhası daha vardır ki, bundan daha az etkileyici değildir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hem yokluk ve kıtlık içinde, hem de rahat ve belli bir refah içinde yaşamıştır. Bazan Peygamber Mescidi’nin avlusu yığınla mal ve gıda maddesiyle dolar, bazan günlerce aç kalarak bir lokma yiyecek bulamayıp karnına taş bağladığı olurdu. Bir gün önce eline geçmiş olan mal ve servetlerden bir miktarını biriktirmesi zor değildi. Fakat, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hiçbir zaman böyle düşünmemiş, bugün eline geçen şeyi ihtiyat olması için ertesi güne bırakmamıştır. Zorunlu masraflarından artan şeyleri ortalık kararmadan ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır. Tirmi-zî’de Enes (ra)’dan şöyle bir rivayet vardır:
“Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, kesinlikle yarın için birşey biriktirmezdi.”
Tesadüfen ya da unutarak evde birşey kalmışsa Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bundan rahatsız olur, kalan şeyin hemen hayır olarak verilerek evde Allah’ın bereketinden başka hiçbir şeyin kalmadığına kanaat getirinceye kadar eve gelmezdi. Bu tür olaylar “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in Cömertliği” başlığı altında anlatılmıştır.
Can çekişme durumunda insan kendinden geçtiği için herşeyi unutur. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem işte böyle bir anda Hz. Aişe (ra)’nm yanma koyduğu bir miktar paranın yerinde durduğunu hatırlamış ve onun ihtiyaç sahiplerine dağıtılıp dağıtılmadığını sormuştur. Böyle nazik bir anda bile unutarak o paranın orada kalmasını Allah’a tevekkülün, güvenin şânma aykırı görmüş ve:
“Ey Aişe! Muhammed, Allah’a güven duymadan O’na itimad etmeden mi huzuruna varacak. Git ve onu ihtiyaç sahiplerine dağıt” buyurmuştur.