Mekke’nin Fethi (Hicri 8. Yıl, Ramazan Ayı)
“Doğrusu sana apaçık bir fetih verdik.” (Fetih, 48/1)
Hz. ibrahim’in (as) halefi, iki cihan sultanı Hz. Muhammed’in en başta gelen görevi: gerçek tevhid inancını diriltmek ve Kabe’nin kutsallığını, onun tevhidi temsil eden yüceliğini kirleten pisliklerden temizlemekti. Ama Kureyşliler’in ardı arkası kesilmeyen saldırıları ve Araplar’ın düşmanlıkları yirmibir yıl boyunca bu görevi yerine getirmeyi engelledi. Hudeybiye barışı sayesinde bir müddet güven ve huzur sağlanmış, Kabe’ye gönül bağlamış müslümanlar, her ne kadar içine put doldurulmuş ve putlarla kirletilmiş de olsa bir kerecik olsun Hz. İbrahim’in hatırası olan Kabe’yi ziyaret için gelmişlerdi. Ama Kureyş kabilesi Hudeybiye anlaşmasına da sadakat gösteremedi. Müslümanlar, yumuşaklığın, merhametin ve sabrın son sınırına gelmişti. Artık hakikat güneşinin önüne gerilmiş olan perdeleri parçalayıp günyüzüne çıkacağı zaman gelmişti.
Hudeybiye barışının şartlarına uygun olarak Arap kabilelerinden olan Huzâ’a kabilesi, Hz. Peygamberin müttefiki oldu ve kabilenin hasmı olan Benî Bekr kabilesi ise Kureyş’le ittifak anlaşması yaptı. Bu iki rakip kabile arasında uzun zamandan beri çatışmalar sürüp gidiyordu. İslâm’ın ortaya çıkışı Araplar’ın dikkatini çektiğinden kabileler arası savaşlar durmuş ve o ana kadar da nüksetmemişti. Çünkü Kureyş’in ve diğer Arap kabilelerinin gücü ve dikkati İslâm’la savaşma ve ona karşı koyma yolunda harcanıyordu.
Hudeybiye barışı bütün insanlara gönül rahatlığı verince Benî Bekr kabilesi artık intikam zamanının geldiğini düşündü. Birden Huzâ’a kabilesine saldırdı. Kureyş ileri gelenleri de onlara yardım etti. İkrime b. Ebu Cehil, Safvan b. Ümeyye, Süheyl b. Amr ve diğerleri geceleri kılık değiştirerek Benî Bekr kabilesine yardıma geliyorlar, birlikte Huzâ’a kabilesine saldırıyorlardı. Huzâ’a kabilesi mecbur kalarak Kabe’ye sığındı. Benî Bekr kabilesi böyle bir durumda Kabe’ye saygı gerekir diye savaşı durdurdu. Ama kabilenin önde gelenleri ve lideri olan Nefvel: “Bu ftr-sat bir daha ele geçmez” diyerek Kabe’ye sığınmış olan bu insanlara saldırdı. Kısacası Kabe sınırlan içerisinde Huzâ’a’nın kanı akıtıldı.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mescidde bulunuyorken, birden şu ses yükseldi:
“Ey Allahım! Ben, Muhammed’e bizimle onun ataları arasında olan anlaşmayı hatırlatıyorum. Ey Allah’ın elçisi! Bize yardım et ve Allah’ın kullarını çağır, hepsi yardımımıza yetişsin.” dedi.
Durum soruşturulunca; Huzâ’a kabilesinden kırk kişinin, başlarında Amr b. Salim olduğu halde imdat istemeye geldikleri anlaşıldı. Hz. Peygamber olayların nasıl geliştiğini duyunca çok üzüldü. Bununla birlikte yine de Kureyş’e bir elçi göndererek üç şart ileri sürdü ve bunlardan birinin mutlaka kabul edilmesini istedi. Şartlar şunlardı:
1. Huzâ’a kabilesinden öldürülen kişilerin kanlarının bedelinin verilmesi
2. Kureyş’in, Benî Bekr kabilesini himaye etmekten vazgeçmesi
3. Hudeybiye anlaşmasının bozulduğunun ilan edilmesi
Kureyş’i temsilen Karta b. Ömer: “Sadece üçüncü şart kabulümüzdür” dedi. Ama elçinin geri dönmesinden sonra Kureyş pişman oldu ve Hudeybiye anlaşmasını yenileyip gelmesi için Ebu Süfyân’ı elçi gönderdiler. Ebu Süfyân Medine’ye geldikten sonra Hz. Peygamber’in huzuruna çıkmak istedi. Peygamberlik makamından hiçbir cevap gelmedi. Ebu Süfyân bunun üzerine Hz. Ebu Bekir’le Hz. Ömer’i aracı yapmaya çalıştı. Ama hiçbiri ilgilenmedi. Çaresiz kalan Ebu Süfyân Hz. Fâtıma’nm yanına gitti. Hz. Hasan (ra) o zaman henüz beş yaşında çocuktu. Ebu Süfyân Hz. Hasan’ı göstererek: “Eğer bu çocuk ağzıyla sadece: ‘Ben iki tarafın arasını düzelttim’ derse bugünden itibaren Araplar’ın lideri olarak çağrılacaktır” dedi.
Hz. Fâtıma “Çocukların bu işle ne alâkası var” diye karşılık verdi. Sonunda Ebu Süfyân Hz. Ali’nin imâsı ile peygamber mescidine giderek: “Hudeybiye anlaşmasını yeniledim” diye kendi kendine ilan etti.
Ebu Süfyân Mekke’ye gelerek, olup biteni anlatınca herkes: “Bu, ne bir barıştır ki biz ona güvenip rahat rahat oturalım; ne de bir savaştır ki, kalkıp savaş hazırlığı yapalım” dediler.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Mekke’ye hareket hazırlıklarına başladı, ittifak halinde olan kabilelere elçiler göndererek hazırlıklarını tamamlayıp gelmelerini söyledi. Mekkelilerin hazırlıklardan haberdar olmaması için bütün tedbirler de alındı. Hâtıb b. Ebu Belte’a (ra) çok değerli, üstün dereceli bir sahabî idi. Kureyş’e bir mektup yazıp göndererek Hz. Peygamberin Mekke’ye gelmek üzere hazırlıklar yaptığını haber vermek istedi. Resûlullah bunu haber alınca Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Hz. Mikdâd ve Hz. Ebu Mersed el-Ganevî’yi gizlice mektubu Mekke’ye götürmekte olan kişiden alıp gelmeleri için gönderdi. Mektup, Hz. Peygamber’e getirilince herkes, Hâtıb’in sırrı ifşa edişine hayret etti ve şaşınp kaldı. Hz. Ömer (ra) kendinden geçerek: “Emrederseniz, onun boynunu uçurayım” dedi. Ama rahmet Peygamber’inin alnında kırışma ve buruşma dahi yoktu. O: “Ey Ömer! Sen Allah’ın Bedr’e katılanlar için “Sizi hesaba çekmek yoktur” dediğini bilmiyor musun?” buyurdu.
Hâtıb’ın (ra) yalanlan ve aile fertleri hâlâ Mekke’de bulunuyorlardı. Hiç bir hamileri de yoktu. O yüzden aile halkının ve yakınlarının bir zarar görmemesi için karşılığında Kureyş’e bir iyilik yapmak istemişti. Hz. Peygamber’in huzurunda bu mazaretini ileri sürdü, Hz. Peygamber de kabul buyurdu.
Kısacası Hicrî 8. yılın Ramazan ayının onunda bir güneş gibi dünyayı aydınlatan Hz. Peygamber, büyük bir haşmet ve tarif edilemez bir ihtişamla Mekke-i Mükerreme’ye doğru ilerledi. Silahlarla donatılmış, 10.000 kişilik ordu binekleri üzerinde heybetle gidiyordu. Arap kabileleri yol boyunca gelip orduya katılıyorlardı. Mürru’z-Zahrân’a ulaştıktan sonra ordu orada üstlendi. Askerler geniş alanlara yayılmış olarak çadır kurdular. Mürru’z-Zahrân, Mekke-i Mükerreme’den bir durak veya daha az mesafede idi.
Hz. Peygamber Efendimizin emriyle bütün askerler çadırlarının önünde ayrı ayrı ateşler yaktılar. Bu ateşlerden dolayı bütün sahra Vadi Eymen haline geldi. Her taraf alev alev yanıyordu. İslâm ordusunun uğultusu Kureyş’in kulaklarına ulaşmıştı. Haberlerin ne derece doğru olduğunu anlamak için Hz. Hatice’nin (ra) yeğeni Hakîm b. Hızâm, Ebu Süfyân’la Büdeyl b. Verkâ’yı gönderdi. Hz. Peygamber’in çadırını korumakla görevli muhafız birliği etrafı dolaşırken ileriden Ebu Süfyân’ı gördüler. Hz. Ömer intikam duygusunu yenemedi, koşarak Hz. Peygam-ber’in huzuruna gelip: “Küfrün kökünün kazınmasının zamanı geldi” dedi. Ama Abbas (ra): “Ey Ömer! Eğer senin kabilenin adamı olsaydı, bu kadar katı kalplilik etmezdin” dedi. Ömer (ra): “Siz bari böyle söylemeyin. Müslüman olduğunuz gün, o kadar sevindim ki kendi babam Hattab müslüman olsaydı, o kadar sevinmez-dim” dedi.
Ebu Süfyân’ın öteden beri yaptığı her şey, şimdi herkesin gözü önündeydi. Yaptığı şeylerin her biri öldürülmesini gerektiren türdendi. İslâm düşmanlığı, Medine’ye tekrar tekrar saldırması, Arap kabilelerini kışkırtması, Hz. Peygamberi öldürmek için komplo kurması, bunlardan her biri kanının dökülme gerekçesi olabilirdi. Ama bütün bunların çok üstünde olan bir şey vardı. O da Peygamber’in af ve merhametiydi, işte bu merhamet, Ebu Süfyân’m kulağına hafifçe: “Burası korkulacak yer değil” dedi.
Sahîh-i Buhârî’de: “Yakalandıktan hemen sonra Ebu Süfyân İslâm’ı kabul etti” denir.
Ama Taberî ve diğerlerinde bu kısa sözün açıklaması yapılırken aşağıdaki konuşmaya yer verilmektedir:
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Ebu Süfyân! Allah’tan başka hiç bir mabudun olmadığına neden iman edemedin?”
Ebu Süfyân: “Eğer başka bir ilah olsaydı, bugün bizim işimize yarardı.”
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Allah’ın Peygamberi olduğumda şüphen mi var?”
Ebu Süfyân: “Bunda birazcık tereddüdüm var.”
Her halükârda Ebu Süfyân müslüman olduğunu açıkladı. O an her ne kadar imanı tam değildiyse de tarihçilerin yazdığına göre sonrasında gerçek ve sağlam bir müslüman haline geldi. Nitekim Tâif savaşında bir gözü sakatlandı. Yermuk savaşında da o gözü tamamen kör oldu.
îslâm ordusu Mekke tarafına yönelince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Abbas’a (ra): “Ebu Süfyân’ı şu dağın tepesine götür ve ayakta tut da Allah’in askerlerinin azametini gözleriyle bizzat müşahede etsin” buyurdu. Biraz sonra îslâm okyanusunda dalgalanmalar başladı. Arap kabilelerinin dalgalar gibi haşmetle ilerleyen birlikleri Mekke’ye doğru harekete geçti. îlk Önce Gıfâr kabilesinin bayrağı gözüktü. Sonra Cüheyne’nin, ardından Süleym’in silahlarla donanmış olarak tekbir getire getire geçtikleri görüldü. Ebu Süfyân ürperiyordu. En sonunda Medineli ensâr müslümarüarınm meydana getirdiği bölük öyle bir haşmetle ve silahlı donanımla geldiler ki gözler kamaştı, akıllar şaşıp kaldı. Ebu Süfyân şaşkın şaşkın bu hangi ordudur, diye soruyordu. Abbas (ra) her geçen birliğin adını söylüyor ve hangi kabilelerden meydana geldiğini anlatıyordu. Birden ordu komutanı Sa’d b. Ubâde elinde sancak olduğu halde önlerinden geçti. Ebu Süfyân’ı görünce: “Bugün, savaş alanında kanın gövdeyi götüreceği gündür. Bu gün Kabe helal kılınacaktır!” dîye bağırdı. Herkes geçtikten sonra en son olarak, her tarafa akseden ışığıyla yeryüzünün üzerini nurla kaplayan, âlemi aydınlatan Peygamber güneşi doğdu. Zübeyr b. Avvâm (ra) sancağı taşıyordu. Ebu Süfyân’ın gözü Resûlullah’ın mübarek yüzüne ilişince: “Allah Resûlu Muhammed! Ubâde’nin neler söyleyerek geçtiğini duydu mu?” diye bağırarak Ubâde’nin sözlerini tekrarladı. Hz. Peygamber ise: “Ubâde yanlış söylemiş, bugün Kabe’nin ihtişama kavuşacağı gündür” buyurdu. Böyle buyurduktan sonra: “Ordunun sancağı Ubâde’den alınarak oğluna verilsin!” diye emir verdi.
Mekke’ye ulaştıktan sonra Hz. Peygamber: “Peygamber sancağı Hucûn denen yere dikilsin” emrini verdi. Hz. Hâlid’e de (ra) askerlerle birlikte yukarı tarafa doğru gelmesi emri verildi. Mekke’de şöyle ilan edildi: “Silahlarını bırakanlar, Ebu Süfyân’ın evine sığınanlar veya kapısını kapatıp evine kapananlar ya da Kabe’ye girip oradan çıkmayanlar emniyet ve güven içinde olacaklardır.”
Bu ilana rağmen Kureyş’ten küçük bir grup karşı koymaya çalıştı ve Hâlid’in askerlerine ok yağdırdı. Nitekim üç kişi Kürz b. Câbir Fihrî, Hubeyş b. Eş’ar ve Seleme b. el-Mîlâ şehid oldu. Hâlid (ra) da mecbur kalarak onlara saldırdı. Bu insanlar onüç adamlarının cesedini ortada bırakarak kaçıp gittiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kılıçların parladığını görünce Hâlid’den, neden böyle yaptığını sordu. Ama önce karşı taraftakilerin çatışmaya girdiğini öğrenince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Allah’ın takdiri böyleymiş” buyurdu.
insanlar, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e: “Nerede ikamet edeceksiniz, eski evinizde mi?” diye sordular. Sanatta müslüman kâfire mirasçı olamaz. Peygamberimizin amcası Ebu Tâlib öldüğü zaman oğlu Ukayl o günlerde kâfir olduğundan, babasına mirasçı olmuştu. Ukayl, ele geçirdiği evi Ebu Süfyân’a satmıştı. O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Ukayl nerede ev bıraktı ki orada oturayım? O yüzden Kureyş’in bize karşı küfrü desteklediği sırada aralarında birleşip konuştukları ve karar aldıkları makâm-ı hayf’ta kalacağım” buyurdu.
Allah’ın hikmeti sorulmaz, O’nun şanı yücedir. Putları kıran Halil îbrahim’in bir hatırası olan mübarek Kabe’nin içine 360 put yerleştirilmişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem teker teker her birine asasının ucuyla dokuna dokuna gidiyor ve şu ayeti okuyordu: “Hak geldi, batıl yok olup gitti, şüphesiz ki batıl zaten gidiciydi.” (Isrâ, 17/81)
Kabe’de birçok put duruyordu. Kureyş bunları ilah kabul ediyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Kabe’nin içine girmeden önce hepsinin çıkarılmasını emretti. Ömer (ra) içeri girerek, ne kadar heykel ve resim varsa hepsini içeriden çıkarıp attı. Kabe bu kir ve pisliklerden arındıktan sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Kabe’nin anahtarını taşıyan Osman b. Talha’dan anahtarı istetti ve kapıyı açtırdı. Resûlullah Efendimiz Bilâl (ra) ve Talha (ra) ile birlikte içeri girip namaz kıldı. Buhârî’nin bir rivayetine göre: “Resûlullah, Kabe’nin içinde tekbir getirmiş, namaz kılmamıştı.
Fetih Hutbesi
Bu, îslâm devletinin ilk resmi toplantısıydı. Devlet hutbesi okundu. Yani bir Allah inancının ocağında, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ilâhî halifelik makamında konuşma yaptı. Aslında bu konuşma ve bu hitap sadece Mekkeliler’e değil, bütün dünyaya yönelikti;
“Allah’tan başka ilah yoktur, tek başına O vardır. Ortağı yoktur. Vaadinde doğru olduğunu göstermiştir. Kuluna yardım etmiştir. Tek başına bütün orduları yenmiştir. Dikkat edin! Bütün gururlar, eskiden kalma kan davaları, bütün alacak davaları, şu iki ayağımın altındadır. Sadece Kabe’nin mütevelliliği ve hacılara su dağıtılması bunun dışındadır. Ey Kureyş topluluğu! Şüphesiz ki Allah sizden cahili-ye gururunu ve babalarla, dedelerle büyüklenmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktan yaratılmıştır” buyurdu.
Ardından şu âyeti okudu:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinzle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, Candan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 49/13)
“Şüphesiz Allah şarabm alınıp satılmasını haram kılmıştır” buyurarak konuşmasını bitirdi.
Bütün maçların ve amellerin ana temeli ve islâm davetinin ana mesajı, Allah’ın bir olduğuna inanmaktır. O bakımdan Hz. Peygamber, her şeyden önce tevhid esası üzerinde konuşmaya başlamıştır.
Hutbe’nin Temel Hedefleri
Araplar’ın bir prensibi vardı. Bir kişi birini öldürürse bu öldürülen kişinin kanmın intikamını almak, o kişinin mensup olduğu ailenin hatta kabilenin görevi kabul edilirdi. Yani eğer o anda katil ele geçirilememişse sülâle siciline öldürülenin adı yazılır, yüzlerce yıl geçse bile, fırsat bulunduğunda intikam görevi yerine getirilirdi. Katil eğer ölmüşse, sülâle veya kabilesinden bir adam öldürülürdü. Aynı şekilde kan bedeli alınması da dededen, babadan sürüp gelen bir gelenekti. Dökülen kanın intikamını almak, Araplar’da en büyük iftihar vesilesiydi. Aynı şekilde daha başka birçok önemsiz, lüzumsuz, değersiz şeyler milli gururlar ve iftiharlar araşma girmişti.
İslâm bunların hepsini ortadan kaldırmak için gelmişti. Nitekim bu tür intikam, kan bedeli alma ve benzer bütün yanlış gurur ve övünçlerle ilgili olarak Re-sûlullah efendimiz: “Onları ayaklarımın altında çiğniyorum” buyurmuştu.
Arabistan’da ve bütün dünyada; soy, sülâle ve ırk ayırımından dolayı insanlar arasında sınıf farkı, insanlan değerlendirmede seviye ve derece farkı konmuştu. Hindulann kast rejimi kurup da insanları dört sınıfa ayırmaları gibi. Hindular, en alt tabaka olan paryalara, hayvanlara verilen dereceyi vermiş bununla birlikte onların hiç bir zaman kendilerine biçilen bu değer ve derecelerinden zerre kadar dahi yukarı çıkamayacaklarını karara bağlamışlardır. İslâm’ın bütün dünyaya yaptığı en büyük iyilik; sınıf farkını kaldırarak bütün insanlar arasında eşitlik kurmasıydi. Yani, Arap-Arap olmayan, üstün sınıf-aşağı sınıf, idareci-vatandaş, zengin-fakir hepsini eşit kabul etmişti.
Her insan kendi gayret ve çabasıyla en üst dereceye kadar yükselebilir. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, kendini dinleyen topluluğa, Kur’ân-ı Ke-rîm’in yukarıda zikredilen ayetini okumuş, sonra onu açıklayarak; “Hepiniz Adem’in (as) evlatlarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır’ buyurmuştur.
Hz. Peygamber hutbesini okuduktan sonra kalabalığa doğru bakınca karşısında Kureyş’in en amansız liderlerini gördü. Bunlar arasında İslâm’ı yok etmek için en ön safta yeralan kişiler de vardı. Dilleri Hz. Peygarnber’e küfür ve hakaretler yağdıran adamlar da vardı. İffetin, merhametin, şeref ve haysiyetin timsali olan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e kılıç ve oklanyla saldıran ve küstahlık taslayan kişiler de vardı. Hz. Peygamber’in yoluna dikenler döşeyenler de vardı. Hz. Peygamber kendilerine Öğüt verirken, kendilerine hak yolu göstermeye çalışırken attıkları taşlarla ayaklarını, bacaklarını kan-revan içinde bırakanlar da vardı. Hırs ve kin ateşiyle susuzluktan kavrulan dudakları, Hz. Peygamber’in kanından başka hiç bir şeyle kanmayanlar da vardı. Saldırıları tufan gibi Medine duvarlarına ikide bir gelen kişiler de vardı. Müslümanları alev alev yanan kumlara yatırarak göğüslerini kızgın demirlerle dağlayanlar da vardı.
Alemlere rahmet olarak gönderilen yüce Peygamber Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, onlara doğru baktı ve korkutucu bir ses tonuyla: “Size nasıl davranacağımı hiç biliyor musunuz?” diye sordu.
Bu insanlar her ne kadar zalim, asi ve merhametsiz idiyseler de, Hz. Peygamber’in ruh yapışım da bilen kimselerdi. Hep bir ağızdan: “Sen şerefli bir kardeşsin ve şerefli bir kardeşimizin oğlusun.” diye bağırdılar.
Hz.Peygamber onların bu sözünden sonra:
“Bugün yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekilmek yoktur, gidiniz, hepiniz serbestsiniz” buyurdu.
Mekke kâfirleri, Medine’ye hicret eden bütün muhacirlerin evlerini ele geçirmişlerdi. Artık onların kendi mallarını ve haklarını geri almalarının zamanı gelmişti. Hz. Peygamber, muhacirlere kendi mallarından vazgeçmelerini emretti.
Namaz vakti geldi. Bilâl (ra) Kabe’nin damına çıkarak ezan okudu. O azgın asiler, şimdi tamamen boyun eğmiş, teslim olmuşlardı. Ama içlerindeki kin ateşi hâlâ alev alev yanıyordu. Attâb b. Üseyd: “Allah benim babamın şeref ve haysiyetini korudu da, bu sesi duymadan önce onu bu dünyadan alıp götürdü” dedi. Diğer bir Kureyş lideri ise: “Artık yaşamanın hiç bir anlamı kalmadı” dedi.
Hz. Peygamber, Safa tepesinde yüksek bir yere çıkıp oturdu, islâm’ı kabul etmeye gelenler Peygamber’in mübarek elini tutup, biat ediyordu. Erkeklerin sırası bitmiş, kadınların sırası gelmişti. Kadınlardan biat almanın şekli de şöyleydi: Önce onlardan islâm’ın erkanını ve ahlâk güzelliğini kabul ettiklerini ilan etmeleri isteniyor, sonra su dolu bir kaba Hz. Peygamber mübarek elini daldırarak çıkarıyordu. Daha sonra kadınlar aynı kaba, ellerini daldırıyorlardı. Böylece biat gerçekleşmiş oluyordu.
O kadınlarla birlikte Hind de geldi. O, Araplar’ın lideri Utbe’nin kızı ve Emir Muâviye’nin (ra) annesi olan Hind’di. Hz. Hamza’yı o öldürtmüş, göğsünü yararak ciğerlerini çıkarıp çiğnemişti. Peçesini takarak geldi. Şerefli kadınlar genellikle peçe takarlardı. Fakat o gün böyle yapmasının bir başka amacı da tanınmak istememesiydi. Hz. Peygamber’e biâtı sırasında, son derece cüretli ve küstahça bir takım sözler söyledi ki, bu sözler aşağıdaki şekilde cereyan etmiştir:
Hind: “Bizim neye yemin etmemizi istiyorsun?”
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmayacaksın.”
Hind: “Bunu erkeklere söyletip tasdik ettirmemiş miydin? Ama herşeye rağmen ben de kabul ediyorum.”
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Hırsızlık yapmayacaksın.”
Hind: “Kocam Ebu Süfyân’ın parasından arasıra birkaç kuruş alıyorum. Bilmiyorum bu çalma mıdır, değil midir?”
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Çocuklarını öldürmeyeceksin” buyurdu.
Hind: “Onlar küçükken biz besleyip büyüttük. Büyüdüklerinde de onları Bedir savaşında öldürdün.”
Arap liderleri arasında Kureyş’in baştacı olan on kişi vardı. Bunlardan Safvan b. Ümeyye Cidde’ye kaçmıştı. Umeyr b. Vehb ise Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek: “Arapların liderleri Mekke’den kaçıp gidiyorlar” dedi. Hz. Peygamber güvence verişinin bir işareti olarak ona sarığını verdi. Umeyr Cidde’ye ulaşarak Saf-van’ı geri getirdi. Huneyn savaşına kadar müslüman olmadı;[264] ama daha sonra müslüman oldu. Abdullah b. Zeb’arâ, ünlü bir şairdi. Önceleri Hz. Peygamberi hicveder, Kur’ân-ı Kerîm’e nazireler yazmaya çalışırdı. O da Necrân’a kaçıp gitmişti. Ama daha sonra gelip müslüman oldu.
Ebu Cehil’in oğlu Ikrime Yemen’e kaçtıysa da hanımı Ününü Hakîm, Hz. Pey-gamber’den onun öldürülmeyeceğine dair güvence aldı ve Yemen’e gidip geri getirdi.
Ebu CehiTe: “Senin ciğerparen oğlun Ikrime, küfrün kucağından ayrılarak İslâm’ın sinesine sığındı ve müslüman oldu. Artık ona îkrime (ra) Hazretleri diyoruz” diyerek bu olayı haber vermeye imkân yoktu. Çünkü o ölmüştü.
Ebu Cehil’e bu haberi vermek mümkün olsaydı, haberi verebilen müslüman için ne büyük mutluluk olurdu, Ebu Cehil için de ciğerinin yanması olurdu.
Öldürülecekleri İlan Edilenler
Siyer yazarlarının anlattığına göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, her ne kadar Mekkeliler’e güvence vermişse de on kişi hakkında bulundukları yerde öldürülmelerini emretmişti. Bunlardan bazıları, örneğin Abdullah b. Hattal ve Mu-kayyis b. Sallâbe birer katildiler ve kısas gereği öldürüldüler. Ama bunların içinde öyleleri vardı ki, tek suçlan Mekke dönemindeyken Hz. Peygamber’e işkence yapmak veya O’nu hicveden şiirler söylemekti. Bunlar arasından bir kadın, Hz. Pey-gamber’i hicveden şiirler okumasından dolayı öldürüldü.
Ama bu meseleye hadisçi bir bakış açısıyla bakar da bu anlatılanları hadis ilmi metoduyla incelersek bu rivayetin doğru olmadığını anlarız.
Bütün Mekkeliler bu suçu işlemişlerdi. Hz. Peygamber’e en ağır işkenceleri yapmayan, Kureyş’ten üç-dört kişi dışında, kim vardı. Bütün bunlara rağmen io insanlara “Siz serbestsiniz” müjdesi verilmişti. Halbuki öldürüldükleri söylenen o kişiler, “serbestsiniz” denen bu Mekkeliler’e göre daha az derecede suçluydular. Hz. Aişe’nin şu rivayeti altı sahih hadis kitabında da mevcuttur:
“Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hiç kimseden kendi öcünü almadı. Hayber’de kendisine zehir vererek öldürmek isteyen için: ‘Bunun öldürülmesine emir verecek misiniz?’ diye soranlara: “Hayır” cevabı verdi.”
Küfür diyarı olan Hayber’de bir yahudi kadının, Hz. Peygamber’e zehir verip öldürmek istemesine rağmen canı bağışlanıyor, öldürülmüyor da bundan daha az derecede suçlu olanlar Kabe’de, Hz. Peygamber’in affından nasıl mahrum kalabiliyor?
Eğer dirayete dayanarak bunların reddedilmesine güvenilmiyorsa, o takdirde rivayet açısından da bu olay tamamen değersiz kalmaktadır diyebiliriz. Sa-hîh-i Buhârî’de sadece îbn Hattal’ın kısas olarak öldürülmesi zikredilmiştir.[268] Bunun böyle olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Mukayyis’in öldürülmesi de şer’î bir kısastı. Diğer kişiler hakkında verilen Öldürülme emrinin sebebinin, bir zamanlar Hz. Peygamber’e işkence etmeleri olduğu bildirilmiştir. O rivayetler sadece îbn İshâk’a kadar ulaştıktan sonra son bulmaktadır. Yani hadis usulü açısından o rivayetler münkatı’ yani kopuktur. Bu tür rivayetlere güveni-lemez. îbn îshâk’ın kendine özgü güvenilirlik derecesini de kitabımızın giriş bölümünde yazmıştık.
Bu konuda öne sürülebilecek en güvenilebilir rivayet, Ebu Davud’un yaptığı rivayettir.[269] Bu rivayette Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethedüdiği gün: “Dört kişiye hiç bir yerde can güvenliği verilemez” buyurduğu anlatılmıştır. Ama Ebu Dâvûd bu hadisi naklederek: “Bu rivayetin hadis usulüne tam uygun bir senedi elime geçmedi” diye yazmakta, sonra Îbn Hattâl’ın rivayetini nakletmektedir. Yaptığı bu rivayetin bir râvisi de Ahmed îbn el-Mufaddal’dır. Bu ravi hakkında el-Ezdî: “Münkere’l-Hadis=Hadisi reddedilen kişi” demektedir. Bir başka râvi de Esbât b. Nasr’dır ki onun hakkında Nesâ’î: “Sağlam değildir” demektedir. Her ne kadar sadece bu kadar bir tenkid, herhangi bir rivayetin geçersizliğine yeterli değilse de olayın öneminin fazla oluşundan dolayı râvinin bu kadarcık zaafı bile rivayeti şüpheli kılmaya yeterlidir.
İslâm’a karşı savaşan ve îslâm’a karşı çıkmakta en önde gelen bazı Kureyş liderlerinin, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in ordu ile gelmekte olduğunu öğrenmelerinden sonra Mekke’den kaçtıklarında şüphe yoktur. Ama onların, öldürülmeleri için emir verilmesi nedeniyle kaçtıkları sadece îbn îshâk’ın tahminidir, îbn îshâk, öldürülme ilanları yapılan bu kaçaklar arasında Ebu Cehil’in oğlu îkrime’yi de saymıştır. îmam-ı Mâlik’in Muvattâ’ında bu olay nasıl anlatılmışsa aşağıya aynen alıyoruz:
“Haris b. Hişâm’ın kızı Ümmü Hakim, Ebu Cehil’in oğlu îkrime’nin eşiydi. Mekke fethedüdiği gün müslüman oldu, ama kocası îkrime İslâm’dan kaçarak Ye-men’e gitmişti. Ümmü Hakim Yemen’e giderek onu îslâm’a davet etti, o da müslüman oldu ve Mekke’ye döndü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu görünce sevincinden ayağa kalktı, ona doğru o kadar acele gitti ki mübarek vücuduna hırkasını bile giyinmemişti. Sonra ondan biat aldı.”
Kendilerine güvence verilmiş olan kişilerin, müslüman olmaya zorlanmadıkları da burada özellikle gözönünde tutulmalıdır. Bütün tarihçiler ve siyer uzmanları, Mekke’nin fethinden sonra meydana gelen Huneyn savaşında, o ana kadar henüz müslüman olmamış kâfirlerin de îslâm ordusuna katıldığını kesin ve açık şekilde belirtmişlerdir. Huneyn savaşında yenilmenin sebebi daha çok ilk saldırıda bu kâfirlerin geri çekilip kaçma basitliği göstermelerinden dolayı, müslümanların da geri çekilmek zorun kalmalarıdır.
Kabe’nin Hazinesi
Kabe’de birikmiş olan hediyeler, bağışlar ve adaklardan oluşan hazine bir süre olduğu gibi korundu. Ama heykeller, resimler ve putlar imha edildi. İmha edilenler arasında, Hz. îbrahim’in (as) heykelleri ve Hz. isa’nın (as) resmi de vardı. Kabe’deki bu resimden dolayı insanlar, bir zamanlar bu bölgede hıristiyanlığın hayli etkisi olduğunu düşünmüşlerdir. Duvarlardaki renkli resimler yokedilmesine rağmen, silik izleri yine de kalmıştı.
Resim izleri Abdullah b. Zübeyr’in Kabe’yi tamirine kadar öylece durdu. Ancak o zaman tamamen imha edildiler. Hz. Peygamber salla İla hu aleyhi vesellem Mekke’de onbeş gün kaldı. Mekke’den ayrılacağı sırada Muaz b. Cebel’i (ra) orada bıraktı ve onu halka islâm’ı ve hükümlerini öğretmekle görevlendirdi.
Mekke’nin Fethi Ve Putların Kırılması
Mekke’nin fethinin temel hedefi ve ana gayesi; Allah’ın emir ve buyruklarını dünyaya hakim kılıp, tevhid inancının bayrağmı yükseltmekti.
Kabe’de yüzlerce put bulunuyordu. Bunlar arasmda putperestlerin en büyük mabudu olan Hübel de vardı. Bu, insan şeklinde bir puttu. Kırmızı yakuttan yapılmıştı. Bunu ilk defa Kabe’ye getirip koyan Mudar’ın torunu ve Adnan’ın torununun torunu Huzeyme b. Müdrike idi. Hübel’in önünde yedi ok bulunurdu. Bunların üzerinde de “lâ ve neam”=(evet ve hayır) yazılıydı. Araplar herhangi bir işi yapmak istediklerinde bu oklarla kur’a çeker, evet ve hayırdan hangisi çıkarsa ona göre hareket ederlerdi.
Uhud savaşında Ebu Süfyân, işte bu Hübel’in adını söyleyerek: “Yaşasın Hübel!” diye bağırmıştı. Bu put Kabe’nin tam içindeydi. Nitekim Hz. Peygamber Kabe’ye girince diğer putlarla birlikte Hübel putu da imha edildi. Mekke çevresinde daha başka büyük putlar da vardı. Onlar için hac merasimleri yapılırdı. En büyükleri arasmda Lât, Menât ve Uzzâ bulunuyordu. Uzzâ Kureyş’in, Lât ise Tâiflilerin putuydu. Mekke-i Mükerreme’den bir konak mesafede bulunan Nahle’de, Uzzâ putu dikilmişti. Benî Şeybân bunun koruyucusu ve mütevellisi idi. Cahiliyye döneminde Araplar ilahın, kış mevsiminde Lât putunun yanında, yaz mevsiminde de Uzzâ putunun yanında bulunduğuna inanıyorlardı. Araplar, Kabe’de yerine getirdikleri bütün merasim ve ayinleri Uzzâ’mn Önünde icra eder, onun etrafını tavaf eder ve ona kurbanlar keserlerdi.
Menât putunun hükümranlık yeri ise, Müşellel’di. Burası Kadîd’in yakınında Medine’ye yedi mil mesafedeydi. Menât putu yontulmamış bir taştı. Ezd, Gassân, Evs ve Hazrec kabileleri onu ziyaret eder ve etrafında dönerek tapmırlardı. Amr b. Luhayy’ın diktiği putlar arasında bu, en yükseği idi. Evs ve Hazrec kabileleri Kabe’yi ziyaret edip, hac yaptıklarında ihramı çıkarma, saçlarını tıraş etme merasimini işte bu putun yanında yaparlardı.
Huzeyl kabilesinin putu; Yenbu’ taraflarındaki Rehat’ta bulunan Suvâ’ putuydu. Bu bir taştan ibaret olup koruyucusu ve mütevellisi Benî Lihyân kabilesi idi.
Bütün Arapları pençesine alıp esir eden, onların kafa ve gönüllerini taşlaştıran, işte bu putperestliğin büyüsü ve tılsımı idi. Artık bunu yoketme zamanı gelmişti. işte bu yüzden devrilen, parçalanan putların, yıkılan puthanelerin çıtırtıları arasında, birden her yandan toz duman yükselmeye başladı.