Ahzab savaşı hangisidir ve Hendek savaşı nedir? Ahzab savaşı hendek savaşıdır. Yani Ahzab savaşının diğer adı hendek savaşıdır. Peki Hendek savaşı tarihi yani ne zaman yapıldı ve Hendek savaşı nedenleri ve sonuçları nasıl olmuştur? İşte Hendek savaşını kim kazandı ve savaş hakkında tüm ayrıntılar.
Ahzab Savaşı (Hicri 5. Yıl, Zilkade Ayı)
Buraya kadar yapılan savaşların hepsi, Araplarla yahudilerin ortak güçleriyle yapmak istedikleri büyük savaşın öncüleriydi.
Nadîr oğullan, Medine’den ayrılarak Hayber’e yerleşince rahat durmadılar. Müthiş bir komplo ve ihanet hazırlığına başladılar. Liderlerinden Selam b. Übeyy el-Hakîk, Huyey b. Ahtab, Kinâne b. RebT ve diğerleri Mekke-i Mükerreme’ye gittiler. Kureyş’le buluşarak onlara: “Eğer birlikte hareket ederseniz, İslâm’ın kökü kazınabilir” dediler. Kureyş buna her zaman hazırdı. Kureyş’i razı ettikten sonra Gatafân kabilesine gittiler. Onlara birçok vaatte bulundular ve Hayber’in gelirinin yarısını kendilerine vereceklerini söylediler. Onlar da buna zaten hazırdılar. Bi’r-i Ma’ûne savaşında kabile reisi Amir’in Medine’ye saldırma tehdidinde bulunduğunu hatırlayacaksınız. ” O yüzden hemen kabul ettiler.
Benî Esed, Gatafan kabilesinin müttefiki olduğu için Gatafanlılar onlara da bir mektup yazarak asker toplayıp gelmelerini istediler. Benî Süleym kabilesi ile Kureyş’in akrabalık bağı vardı. Bu ilişkiden dolayı onlar da bu sefere katıldılar. Benî Sa’d kabilesi yahudilerin müttefiki olduğundan, yahudiler onları da katılmaya ikna ettiler. Kısacası önde gelen Arap kabilelerinden büyük bir ordu kurularak Medine’ye doğru harekete geçti. Fethu’l-Bârî’de ordunun sayısının 10.000 kişi olduğu belirtilmiştir.
Ordu üç ana gruba ayrılmıştı. Gatafân kabilesinin ordusu, Araplar’ın meşhur liderlerinden olan Uyeyne b. Husayn el-FizârTnin komutası altındaydı. Benî Esed ise Tuleyhâ’nın komutası altındaydı. Ebu Süfyân’a gelince, o da bütün ordunun başkomutanıydı. Hz. Peygamber sallaîlahu aleyhi vesellem bu sefer hakkında ayrıntılı bilgiler ve sağlam haberler alınca Sahabe-i kirâm’ı toplayarak görüştü. Selmân-ı Fârisî (ra) İranlı olması itibarıyla savaşta hendek metodunu biliyordu. Açık alana çıkarak savaşmanın yararlı olmayacağını, güvenli bir yerde askerlerin toplanmasını ve çevresine hendek kazılmasını tavsiye etti. ‘Hendek’ aslında Farsça bir kelime olup Arapçalaşmıştır. “Kazılmış” anlamındadır. Farsça Tiyâde’ kelimesinin ‘Baydak’ şekline dönüştüğü gibi, ‘Kende’ kelimesi de ‘Hendek’ şekline dönüşmüştür.
Herkes Selmân’ın görüşünü benimsedi ve Hendek kazma işine başlandı. Medine’nin üç tarafı evler ve hurmalıkla çevriliydi. Bunlar, şehri koruyan bir sur görevi görüyordu. Sadece Suriye tarafı açıktı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem 3.000 sahabesiyle birlikte şehirden çıkarak, bu açık bölgede hendek kazmaya başladılar. Zilkade ayının sekizinci günüydü.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, sınırı bizzat kendisi belirledi, işaret çizgileri koyarak 10’ar kişiye 10’ar metre uzunlukta yerler dağıttı. Hendeğin derinliği 5 metre olarak ayarlandı. Yirmi günde üçbin mübarek elle iş tamamlandı.
Peygamber Mescidi yapılırken, îki Cihan Sultanı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in çalışanlarla birlikte, tam bir işçi gibi çalıştığı unutulmamalıdır. Bugün de insanı heyecanlandıran ve tarihte benzeri görülmemiş aynı ibret verici manzara tekrar yaşanıyordu. Hz. Peygamber, ashabı ile onlardan biri gibi çalışıyordu. Kış gecelerinin hüküm sürdüğü günlerdi. Bazan üç gün aç kalıyorlardı. Muhacir ve ensâr sırtlarında taşıdıkları topraklan getirip etrafa dağıtıyorlardı. Sevgi ve muhabbet çağlayan olmuş, koro halinde şu şarkıyı söylüyorlardı:
“Biat ettik biz Muhammed’e, Cihâd için, yaşadıkça.”
îki Cihanın Efendisi Hz. Peygamber de diğerleri gibi toprak taşımakta, açlığını bastırmak için mübarek karnına taş bağlayarak şu şiiri söylemekteydi:
“Andolsun ki doğru yola sevketmeseydi bizi Allah, Ne hidayet bulur, ne ikram eder, ne de ibadet ederdik.”
“Sükunet indirdi üzerimize, artırdı direncimizi Karşılaştığımızda düşmanla. Başkaldırdı bize zavallılar ve Bir fitne istedikleri zaman karşı koyduk onlara biz.”
“Karşı koyduk” kelimesi geldiğinde sesini yükseltiyor ve tekrarlıyordu. Aynı zamanda ensâr için dualar ediyor ve dilinden şu vezinli kelimeler dökülüyordu: “Yok Allahım ahiret hayrından başka hayır ve Mübarek kıl onları, ensâr ve muhacir…”
Taşları ayıklaya ayıklaya kazı devam ederken sert bir kaya çıktı. Hiç kimsenin vurması işe yaramadı. En sert darbeler bile onu parçalayamadı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem geldi. Üç günden beri açtı ve açlığın ızdirabını duymamak için karnına taş bağlamıştı. O haliyle mübarek elindeki balyozu indirdiğinde Allah’ın himmetiyle kaya paramparça oldu.
Allah Resulü Sula’ dağını arkaya alarak orduyu savaş düzenine soktu. Kadınlar şehrin korunaklı kalelerine gönderildi. Benî Kureyzâ yahudilerinin sinsice saldırmasından kuşkulanıldığı için Seleme b. Eşlem (ra) ikiyüz kişiyle birlikte saldırılma ihtimali olan yere gönderildi. Benî Kureyzâ yahudileri o ana kadar hiç kimseyle birleş-memiş, hiç bir gruba taraf olmamış, tek başlarına duruyorlardı. Ama Benî Nadir yahudileri onları bu savaşa katmaya çalıştı. Safiyye’nin (ra) babası Huyey b. Ahtab kalkıp doğrudan Kureyzâ oğullarının lideri Ka’b b. Esed’in yanına gitti. Ka’b görüşmeyi reddetti. Huyey: “Ben ucu bucağı olmayan deniz gibi bir ordu getirdim. Kureyş ve bütün Araplar ayağa kalkmışlar, hepsi de Muhammed’in kanına susamış durumdalar. Bu fırsat, elden kaçırılacak gibi değil. Artık İslâm’ın sonu geldi” dedi. Ka’b hâlâ savaşa katılmaya razı değildi. “Muhammed’i daima sözünde duran biri olarak tanıdım. CKnunla yaptığım anlaşmayı bozmam ve verdiğim sözde durmamam mertliğe sığmaz” dedi. Ama Huyey’in büyüsünün etkisinden de bir türlü kurtulamadı.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu öğrenince, söylenenlerin doğruluğunu araştırmak için Sa’d b. Mu’âz’la Sa’d b. Ubâde’yi (ra) görevlendirdi ve: “Benî Kureyzâ, aramızdaki anlaşmayı bozduysa geri döndüğünüzde bu haberi kapalı sözlerle anlatınız ki insanların cesareti kırılmasın ve moral çöküntüsüne uğra-masınlar” buyurdu. Bu ikisi giderek Kureyzâ oğullarına yaptıkları anlaşmayı hatırlattıklarında, onlar: “Muhammed kimdir, anlaşma nedir, biz tanımıyoruz” dediler.
Kısacası Kureyzâ oğulları da bu kalabalık orduya bir katkı daha yapmış oldu. Kureyş, yahudiler ve Arap kabilelerinden oluşan 10.000 kişilik ordu üç gruba ayrılarak Medine’nin üç tarafından öyle amansızca saldırdılar ki, şehir sarsıldı.
Bu savaşı bizzat Allah Teâlâ şöyle tasvir etmektedir:
“Onlar hem yukarınızdan hem aşağınızdan -vadînin hem üstünden hem de altından- üzerinize yürüdükleri zaman, gözler yılmış, yürekler ağıza gelmişti. Ve siz Alah hakkında türlü türlü şeyler düşünüyordunuz, işte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsmtıya uğratılmışlardı.” (Ahzâb, 33/10-11)
İslâm ordusuna, münafıklardan da bir topluluk katılmıştı. Görünüşte müslü-manlarla birlikteydiler ama kış mevsiminin sert geçmesi, yiyecek içecek sıkıntısı, sürekli açlık, geceleri uyuyamamak, sayısı bilinmeyen kalabalık bir ordunun saldırması gibi sebepler, yüzlerindeki perdeyi yırtarak içyüzlerini açığa çıkarttı. Hz. Peygamber’e gelerek “Evlerimiz güvenli değil, bizim şehre geri gitmemize izin veriniz” dediler.
Ayet onları şöyle tasvir eder:
“Şüphesiz evlerimiz açık duruyor, hiçbir güvenliği yoktur, diyorlar. Halbuki o evler açık ve güvensiz değiller, ancak onlar kaçmak istiyorlar/’ (Ahzâb, 33/13)
Ama mücahidlerin samimiyet ve sadakati, bütün bu sıkıntılara galip geldi. Her imtihanı ve zorlukları yendiler.
“Müslümanlar Ahzâb ordusunu görünce: ‘îşte bu Allah’ın ve Resulünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir’ dediler. Onlar ancak iman bakımından ve Allah’a teslim olma bakımından daha da sağlamlaştılar.” (Ahzâb, 33/22)
Bu kuşatma aşağı-yukarı bir ay boyunca öyle şiddetle, öyle acımasızca sürdü ki Hz. Peygamber ve sahabe-i kiram kimi zaman üç gün süren açlık çektiler, üç gün boyunca bir lokma bile yiyemediler. Bir gün sahabe-i kiram’dan biri açlıktan bitkin bir halde Hz. Peygamber’in huzuruna geldi. Karnını açarak bağladığı taşı gösterdi. Ama Hz. Peygamber karnının üzerindeki kuşağını açıp da iki taş birden bağladığını gösterince o şahabı utancından bir şey diyemeyerek geri gitti.
Kuşatma o kadar şiddetli ve o kadar tehlikeli bir hal almıştı ki bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Müslümanlara hitaben: “İçinizde gidip, bizi kuşatanların ne durumda olduğunu öğrenip gelecek biri var mı?” diye sordu. Üç kere bu sözünü tekrarladığı halde Zübeyr’den (ra) başka hiç kimseden ses çıkmadı. Hz. Peygamber bu olay üzerine Zübeyr’e (ra) ‘havari’ lakabını verdi. Düşmanlar hendeğin etrafını tamamen kuşatma altına almışlardı.
Düşmanlar Hz. peygamber ve sahabe-i kiramın çoluk-çocuğunun korunduğu kalelerin bulunduğu bir yere de saldırmak istediler. Ama hendeği aşamadıkları için uzaktan ok ve taş yağdırıyorlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hendeğin çeşitli bölgelerine, düşman saldırılarına karşı koyacak mücahidler yerleştirmişti. Bir bölümünü de bizzat kendisi kontrol ediyordu. Hz. Peygamber kuşatmanın şiddetini görünce ensârın cesareti kırılmasın diye düşünerek Medine’nin üretiminin üçte birini kendilerine vermek şartıyla Gatafân kabilesiyle anlaşma yapmak istedi. En-sârın liderleri olan Sa’d b. Ubâde ile Sa’d b. Mu’âz’ı (ra) çağırarak görüştü. İkisi de: “Eğer bu Allah’ın emriyse bunu reddetmeye imkân yoktur. Ama eğer bir görüş ise şunu söyleyelim ki, biz kâfirken bile hiç kimse bizden haraç isteme cesaretini gösterememişti. Şimdi ise İslâm bizim değer ve derecemizi yükseltmiştir Allah’tan başka kimseye boyun eğmeyiz” dediler. Hz. Peygamber onların bu güvenlerini görünce huzur buldu. Sa’d (ra) sözleşme şartlarını ihtiva eden kağıdı eline alıp üstündeki yazıyı sildi ve: “Ellerinden ne geliyorsa yapsınlar!” dedi.
Müşrikler saldın için şöyle bir düzenleme yaptılar. Kureyş’in ünlü komutanları; yani Ebu Süfyân, Hâlid b. el-Velîd, Amr b. As, Dırâr b. el-Hattâb ve Cübeyre’ye birer gün belirlendi. Her komutan kendi sırası geldiği gün bütün orduya komuta ederek savaşıyordu. Hendeği geçemiyorlar, ama hendeğin genişliği fazla olmadığından uzaktan ok ve taş yağdırıyorlardı. Bu metodla basan elde edilemediğinden, topyekün bir saldın yapılması kararlaştırıldı. Bütün ordu biraraya toplandı, bütün kabilelerin liderleri en önde duruyorlardı. Hendek tesadüfen bir yerinde fazla geniş değildi. Saldın için o nokta seçildi.
Araplar’ın ünlü kahramanları, Dırâr, Cübeyre, Nevfel, Amr b. Abduvüdd, hendeğin karşı tarafından atları mahmuzladüar. Mahmuzlamalarıyla birlikte atlar sıçrayıp müslümanların tarafına geçti. Bunlar arasında en ünlü cengâver olarak bilinen Amr b. Abduvüdd bin askere bedel görülen bir savaşçıydı. Bedir savaşında yaralanarak gitmiş ve: “İntikam alıncaya kadar saçlarıma yağ sürmeyeceğim” diye yemin etmişti.
O sırada 90 yaşındaydı. Yine de en önce o, ordunun önüne çıktı ve Araplar’ın adetlerine uygun olarak: “Karşıma kim çıkacak?” diye bağırdı. Hz. Ali ayağa kalkarak “Ben!” dedi. Hz. Peygamber: “Ey Ali! bu, Amr b. Abduvüdd’ür” diye engelledi. Hz. Ali oturdu. Ama Amr’in sesine kimseden cevap gelmiyordu. Amr tekrar bağırdı ve yine sadece bir tek ses ona cevap verdi. O da Hz. Ali’nin sesiydi. Üçüncü kere Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Bu Amr’dır” deyince, Hz. Ali: “Evet biliyorum, bu Amr” dedi.
Resûlullah sonunda izin verdi. Hz. Ali’ye kendi eliyle kılıç kuşattı. Sangını sardı. Amr’in vaktiyle söylediği bir söz vardı: “Dünyada benden, bir kişi üç şey birden istese, birini mutlaka kabul ederim”. Amr’a bu sözünü hatırlattıktan sonra: “Gerçekten bu söz senin mi?” diye sordu. Bunu doğrulayınca aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Hz. Ali: “Senin müslüman olmanı teklif ediyorum” Amr: “Bu mümkün değil” Hz. Ali: “Savaştan vazgeç git”
Amr: “Kureyşli kadınların hakaretine tahammül edemem” Hz. Ali: “Benimle savaş”
Amr güldü ve: “Şu gökyüzünün altında önüme böyle bir teklifin getirileceğini hiç tahmin etmezdim” dedi.
Hz. Ali yaya idi. Amr ise atma binmiş vaziyetteydi. Gururu bunu kabul etmedi. Attan indi ve ilk kılıcı atının ayaklanna salladı, hayvanın ayaklan biçilip gitti. Sonra: “Sen kimsin?” diye sordu. Hz. Ali adını söyledi. Bunun üzerine Amr: “Seninle savaşmak istemiyorum” deyince Hz. Ali: “Ama ben istiyorum” dedi. Amr bu söz üzerine öfkelenerek kendinden geçti. Kılıcı kaldırdı ve öne doğru ilerleyerek hamlesini yaptı. Hz. Ali kalkanıyla bu darbeyi durdurdu. Ama kılıç, kalkanı delerek arkadan çıktı ve alnına değdi. Her ne kadar öldürücü bir darbe değilse de bu darbenin izi alnında bir hatıra olarak kaldı. Kâmûs’ta şöyle yazılmıştır: “Hz. Ali’ye Zülkarneyn denirdi. Bunun sebebi, alnında iki yara izinin bulunmasıydı. Biri Amr’ın eliyle açılan yara izi, biri de îbn Mülcem’in açtığı yara izi.” Amr b. Abdu-vüdd’ün hamlesi savulunca, sıra Hz. Ali’nin hamlesine geldi. Hz. Ali kılıcı salladığı gibi boynuna vurdu ve kellesini yere düşürdü. Hemen arkasından: “AUahu ek-ber!” narasını ath. Böylece zaferin kendinde olduğunu ilan etmiş oldu. Amr’den sonra Cübeyre ile Dırâr saldırdı. Ama Zülfikar isimli kılıcı elinde tutan Hz. Ali’yi görünce geri çekilmek zorunda kaldılar. Hz. Ömer, Dırâr’ın takip etti. Dırâr geri dönüp, mızrak savurmak istediyse de durdu ve: “Ey Ömer! bu iyiliğimi unutma” dedi. Nevfel kaçarken hendeğe düştü. Sahabe-i kiram mızrak atmaya başladı. Nev-fel: “Müslümanlar! Ben şereflice ölmek istiyorum” dedi. Hz. Ali bu isteğini kabul ederek hendeğe indi ve onu kılıcıyla şerefli insanlara yakışan biçimde öldürdü.
Düşmanların bu saldırı günü çok şiddetli geçti. Kâfirler her taraftan ok ve taş yağdırıyorlardı. Bu yağmur bir an için bile dinmiyordu. Hadislerde, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in arka arkaya dört vakit namazının kazaya kaldığı, sürekli ok ve taş yağdırmadan dolayı yerinden ayrılmasının mümkün olmadığı bildirilen gün, işte bu gündür.
Kadınların kaldığı kale, Kureyzâ oğullarının mahallesine bitişikti. Yahudiler, bütün topluluğun Hz. Peygamber’le birlikte olduğunu görünce kaleye hücum ettiler. Yahudinhvbiri kalenin kapışma kadar ulaştı, kaleye saldırmak için uygun bir yer arıyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in halası olan Safiyye (ra) onu gördü.
Kadınları korumak için şair Hz. Hassan tayin edilmişti. Safiyye (ra) ona: “Aşağı in de onu öldür, yoksa bu adam gider, düşmanlara durumumuzu anlatır” dedi. Hassan (ra) bir keresinde hastalanmıştı. Bu hastalığından sonra kendisinde bir ürkeklik oluşmuştu. Öyleki kavgaya, savaşa gözünü kaldırıp bakamazdı. Bu yüzden mazur görülmesini istedi ve: “Ben bu işin adamı olsaydım, burada olur muydum?” dedi. Safiyye (ra) çadırın bir kazığını söküp çıkardı ve inerek yahudinin kafasına öyle indirdi ki adamın kafası parçalandı. Sonra Hz. Safiyye (ra) geldi ve Hassân’a: “Silahı ile elbiselerini al da gel” dedi. Hassan (ra): “Bırak kalsın, onlara ihtiyacım yok” dedi. Safiyye de: “Peki öyleyse git başını kes, kaleden aşağı fırlat da yahudi-ler korksunlar” dedi. Ama Hz. Hassan ona da yanaşmadı ve bu işi de Hz. Safiyye’nin (ra) yapması gerekti. Böylece yahudiler kale içinde askerlerin bulunduğuna kesin kanaat getirdiler. Bu düşünceyle tekrar saldırmaya cesaret edemediler.
Kuşatma uzayıp gittikçe kuşatanların cesareti de kırılıyordu. Onbin kişiye yiyecek içecek ulaştırmak kolay bir iş değildi. Sonra şiddetli soğukla birlikte öyle sert bir rüzgar esti ki tufan kopmuş gibi oldu. Kasırga her şeyi göklere savuruyordu. Çadır kazıklarını söküp fırlatıyordu. Yemek kazanları altüst olup yerlere yuvarlandı. Kasırga, ordularm yapamadığı işi yaparak düşman ordusunu büyük bir paniğe uğratmıştı. O yüzden Kur’ân-ı Kerîm bu müthiş kasırgayı Allah’ın askeri olarak yorumlamıştır:
“Ey Müslümanlar! Üzerinize ordular çullanmıştı da biz onlara kasırga ve sizin görmediğiniz askerler göndermiştik, işte o günü hatırlayın.” (Ahzâb, 33/9)
Na’îm b. Mesud el-Eşceî, Gatafân kabilesi liderlerindendi. Hem Kureyşliler, hem de yahudiler ona saygı duyarlardı. Müslüman olmuştu ama kâfirler henüz bunu bilmiyordu. Kureyş ve yahudilere ayrı ayrı giderek öyle birtakım sözler söyledi ki, o sözlerle iki tarafın arası açıldı.
îbn Sa’d’ın rivayetine göre: “Na’îm, aralannı bozmak için her iki tarafa öyle sözler söyledi ki, bu sözlerden dolayı iki taraf birbirinden şüphelenir oldu ve aralarındaki itimad ortadan kalktı.” Bu olaya dayanarak Ibn îshâk: “Hz. Peygamberin kendisi, Na’îm’e: “Savaş hiledir” talimatını vermiştir” demektedir. Fakat îbn Ishâk yaptığı rivayetin senetlerini nakletmemiştir. Nakletseydi bile böyle önemli bir mesele, îbn îshâk’ın derecesi, sadece onun senediyle yapılan rivayet, kabul edilebilecek nitelikte olmazdı. Ayrıca müşriklerle yahudilerin arası o kadar gergindi ki, ayrıca propaganda yapmaya gerek yoktu. îbn Sa’d’ın rivayetinde Na’îm’in, yahudilere sadece şu sözleri söylediği rivayet edilmiştir: “Kureyş üç-dört gün sonra buradan çekip gidecek, siz müslümanlarla birlikte yaşamaya devam edeceğinizden neden arada kalıp da hep savaşmaya itilesiniz. Eğer savaşa katılmaya hazırsanız o halde Kureyş’ten emin olmak için onların liderlerinden bir kaçını rehin olarak alınız. Eğer Kureyş sizi ortada bırakıp gidecek olursa siz de rehin aldığınız liderlerini hapsedersiniz.” îşte zikredilen budur. Benî Kureyzâ yahudilerinin, işin başında sözlerini bozmaya ve ahidlerinden vazgeçmeye razı olmadıkları da ortadadır. Onlar aynı zamanda: “Muhammed’le yaptığımız sözleşmeyi neden bozalım?” diyorlardı. Ama Huyey b. Ahtab: “Kureyş çekip gittiği taktirde ben Hayber7! bırakarak sizin yanınıza geleceğim” diye söz vererek onlan ikna etti. Kureyş bu tür garantileri kabul edemediğinden bunu reddetmiş olacaklar ki iki taraf arasında güvensizlik meydana gelmiş olmalıdır. Yoksa bunun için bir sahabînin yalan söylemesine ne gerek vardır?
Her şeye rağmen hava muhalefeti, kuşatmanın uzaması, kasırganın şiddeti, yiyecek sıkıntısı, yahudilerin yardıma olmayışları gibi bütün sebepler öyle bir araya gelmişlerdi ki, artık Kureyş’in azim ve sebat göstermesi çok zordu. Ebu Süfyân askerlere yiyecek içeceğin bittiğini, mevsimin sert ve çok soğuk geçtiğini, yahudilerin yardımcı olmadıklarını, artık kuşatmanın işe yaramadığını söyledi, arkasından göç davulunun çalınmasını emretti. Gatafân kabilesi de onlarla birlikte hareket etti. Benî Kureyzâ yahudileri kuşatmayı bırakarak kalelerine çekildiler ve Medine ufku 20-22 gün boyunca toz duman içinde kaldıktan sonra berraklaştı.
“Allah, o inkâr edenleri hiçbirşey elde etmeden öfkeleriyle geri çevirdi ve müslümanlann savaşmasına hacet bırakmadı.” (Ahzâb, 33/25)
Bu savaşta islâm ordusunun can kaybı olmadı. Ama ensârın en büyük kolu Evs kabilesinin başkanı olan Sa’d b. Mu’âz (ra) yaralandı. Sonra da kurtulamayarak öldü. Onun yaralanma olayının hikayesi elim ve ibret vericidir.
Hz. Aişe’nin (ra) korunduğu kalede Sa’d b. Muaz’ın annesi de birlikte korunuyordu. Hz. Aişe (ra) şöyle anlatıyor: “Ben kaleden çıkarak dışarıda dolaşıyordum. Arkamdan bir ayak sesi hissettim. Dönüp baktığımda Sa’d’ın, eline mızrağını almış, heyecanla çok hızlı bir şekilde gittiğini gördüm. Hem hızla gidiyor, hem de şu şiiri söylüyordu.
“Biraz bekle de savaşa bir kişi daha yetişsin.
Vakit gelmişse ölümden niye korkalım.”
Sa’d’ın annesi onu görünce: “Evlat koşarak git, geç kaldın!” diye bağırdı. Sa’d’ın zırhı o kadar küçüktü ki iki kolu da zırhın dışında kalıyordu. Hz. Aişe (ra) Sa’d’m annesine: “Keşke Sa’d’m zırhı büyük olsaydı” dedi. Tesadüf olacak ya, tbnu’1-Arkâ açık koluna nişan alarak mızrak attı, o da gelip ana damarı kesti. Hendek savaşı bittikten sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onun tedavi ve bakımı için mescidin avlusunda bir çadır kurdurdu. Rufeyde adında bir kadın bu savaşa katılmıştı, yanında ilaçlar da vardı. Yaralıları tedavi ediyordu. Bu çadır da, onun kontrolü altındaydı, hemşirelik yapıyor hastalığın seyrini o takip ediyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, mübarek eline şişleri alarak onun yarasına dağladı, ama yara tekrar azdı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ikinci kez dağladı, ama hiç bir faydası olmadı. Bir kaç gün sonra, yani Benî Kureyzâ yahudilerinin imha edilmesinden sonra yara derinleşti ve Sa’d vefat etti.
Kureyza Oğullarının Sonu
Daha önce anlatıldığı üzere Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Medine’ye yerleştiği ilk günlerde, yahudilerle anlaşmalar yapmıştı. Onların canı, malı, dini güven altına almıyor, her konuda serbestlik veriliyordu. Fakat Kureyş onlara mektup yazarak bir taraftan tehdit, bir taraftan mal mülk vaad ederek başkaldırmaya ikna etmişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu gruplardan sözleşmelerini yenilemelerini istedi. Benî Nadîr yahudileri reddettiler ve sürgün edildiler. Ama Benî Kureyzâ yahudileri yeniden sözleşerek anlaşmalarını tazelediler. Nitekim onlara güvence verildi ve huzurları sağlandı. Sahîh-i Müslim’de bu olaylar kısaca şu ifadelerle anlatılmaktadır:
“Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’tan şöyle rivayet edilmiştir: ‘Benî Nadîr ve Benî Kureyzâ yahudileri Hz. Peygamberle savaştılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber Benî Nadîr yahudilerini sürgün etti, Kureyzâ yahudilerini ise Medine’de bıraktı, onlara ikramlarda bulundu’.”
Benî Nadîr yahudileri sürgün edilince büyük liderleri Huyey b. Ahtab, Ebu Râ-fi’, Selâm b. Übeyy el-Hakîk Hayber’e yerleştiler ve oranm da liderleri oldular. Hendek savaşı, işte bu adamların tahriklerinin sonucu ortaya çıktı. Arap kabileleri arasında dolaşarak bütün ülkede fitne ateşini körüklediler. Kureyş’le de birleşerek Medine’ye saldırdılar. O sırada Benî Kureyzâ, anlaşmasına bağlı duruyordu. Fakat Huyey b. Ahtab onları tehdit ederek anlaşmalarını bozdurdu ve onlara: “Allah korusun eğer Kureyş böyle bir saldırıdan ve savaştan vazgeçerek çekip giderse sizi bırakıp Hayber’e gitmeyeceğim” diye söz verdi. Nitekim bu sözünde de durdu.
Kureyzâ yahudileri Hendek savaşma fiilen katıldılar. Yenilip de geri çekildiklerinde islâm’ın en büyük düşmanı olan Huyey b. Ahtab’ı yanlarında götürdüler. Artık bunlar hakkında da son bir karara varmaktan başka çare kalmamıştı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, savaşın bitmesinden sonra: “Hiç kimse silahını bırakmasın, hedef Kureyzâ” diye emir verdi. Eğer Benî Kureyzâ yahudileri insanca ve barışçıl bir yaklaşım gösterselerdi, görüşme yapıp birtakım sağlam kararlar aldıktan sonra onlara güven ve huzur sağlanabilirdi. Ama onlar savaşmaya ve direnmeye karar vermişlerdi. Hz. Ali ordudan ayrılarak Kureyzâ oğullarının kaleleri önüne gittiğinde, Hz. Peygamber’e sövüp küfürler ettiler. Sonuçta kuşatıldılar ve kuşatma yaklaşık bir ay sürdü. Sonunda, Sa’d b. Mu’âz’ın vereceği karan kabul edeceklerini bildirdiler.
Sa’d b. Mu’âz ile kabilesi Evs, Kureyzâ oğullarının müttefiki idi ve aralarında bir anlaşma vardı. Araplar’a göre bu anlaşmayla oluşan bağ, soydaş olmaktan ve aynı soydan gelmekten daha ilerdeydi. Hz. Peygamber onların bu isteğini kabul etti. Kur’ân-ı Kerîm’de özel bir hüküm bulunmadığı ve yeni bir âyet gelmediği sürece Resûlullah, Tevrâf in hükümlerine bağlı kalırdı. Namazda kıbleye yönelme, recm, kısas vb. konularda özel bir ilâhî emir gelmediği sürece Hz. Peygamber Tevrâf m hükmüne bağlı kalmıştır. Sa’d’ın verdiği karar, Tevrat’ın emrine uygun olarak, ‘fiilen savaşanların öldürülmesi, kadınlarla çocukların esir alınmalarına, malların, ganimet malı kabul edilmesi’ şeklindedir. Tevrâtta sözkonusu hüküm şöyle ifade edilmektedir:
“Bir şehre kendileriyle savaşmak için gittiğinde önce barış teklifinde bulun. Eğer onlar barışı kabul ederlerse ve senin için kapıları açarlarsa o zaman orada ne kadar insan bulunuyorsa, hepsi senin kölen olacaktır. Ama eğer banş yapmazlarsa o şehri kuşat ve senin Rabbin, sana onları ele geçirmeni sağlarsa o zaman, orada ne kadar erkek varsa hepsini Öldür. Şehirde geri kalan çocuklar, kadınlar, hayvanlar ve her ne varsa hepsi senin için ganimet malı olacaktır.” (Tevrat, Tesniye, Bab: 20, Ayet: 10-14)
Hadislerde de belirtildiği üzere Sa’d (ra), bu kararı verince, Hz. Peygamber: “Bu semavî bir karardır” buyurdu. Bunu söylerken Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Tevrâf m yukarıda naklettiğimiz hükmüne işaret ediyordu. Yahudilere bu karar duyurulunca gösterdikleri tepkilerden ve ağızlarından çıkan ifadelerden kesinlikle anlaşılıyor ki, kendileri de bu karan Allah’ın emrine uygun kabul ediyorlardı. Bütün bu fitnelerin sebebi olan, bütün bu dalaveralann, düzenbazlıkların kaynağı olan Huyey b. Ahtab öldürüleceği yere getirilince, başını kaldırıp Hz. Peygamber’e baktı ve şu sözleri söyledi:
“Evet, Allah’a andolsun ki! ‘Neden sana düşmanlık yaptım?’ diye kendimi kınamıyorum. Ama mesele şu ki, kim Allah’ı terkederse, Allah da onu terkeder.”
Sonra diğer insanlara doğru dönerek:
“Ey insanlar! Allah’ın emrinin uygulanmasında hiç bir sakınca olamaz. Bu Allah’ın bir emriydi, bu bir kaderdi. Allah’ın Israiloğullanna yazdığı bir ceza idi” dedi. Huyey b. Ahtab’la ilgili olarak şu mesele özellikle gözönünde tutulmalıdır:
Sürgün edilerek Hayber’e doğru gitmek üzereydi. Hz. Peygamber’e ihanet edecek hiç kimseye yardımcı olmayacağına söz vermiş ve bu verdiği söze Allah Te-âlâ’yı şahit göstermişti. Ama Ahzâb (Hendek) savaşmda verdiği bu söze ne ölçüde sadakat gösterdiği biraz önce anlatılmıştır.
İslâm karşıtları bir takım yorumlar yaparak, Benî Kureyzâ’ya merhametsizlik ve zulüm yapıldığını söyleyerek itiraz etmişlerdir. Ama olaylar aşağıda olduğu gibi cereyan etmiştir:
1. Hz. Peygamber Medine’ye geldikten sonra onlarla dostça sözleşmeler yaptı. Bu sözleşmelerde onlara dini serbestlik tanıdı ve anlaşma metninde can ve mal güvenliği verildiği belirtildi.
2. Benî Kureyzâ makam ve mevki bakımından Benî Nadîr’den daha aşağı derecedeydi. Yani Benî Nadîr’in bir adamı Benî Kureyzâ’nın bir adamını öldürmüşse kan bedeli olarak sadece yarım fidye ödüyordu. Bunun aksine, Benî Kureyzâ’dan biri Benî Nadîr’in bir adamını öldürmüşse, Kureyzâ oğulları kan bedeli olarak Benî Nadîr’e tam fidye ödüyordu: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Kureyzâ oğullarına lütufta bulunarak, onları Benî Nadîr’le aynı dereceye çıkardı.
3. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Benî Nadîr’i sürgün ettiği zaman Benî Kureyzâ ile yeniden sözleşme yaptı.
4. Bütün bunlara rağmen Benî Kureyzâ sözünü çiğnedi ve Ahzâb savaşına katıldı.
5. Hz. Peygamber’in mübarek eşleri korunmaları için kaleye gönderilmişlerdi.
Kureyzâ oğullan ihanet edip onlara saldırmak istedi.
6. îsyan etme suçuyla sürgün edilmiş olan Huyey b. Ahtab bütün Arapları tahrik ederek Hendek savaşını ortaya çıkarmıştı. Benî Kureyzâ yahudileri ise onu yanlarına alıp, getirdiler. Bu ise savaşın kıvılcımıydı.
Bütün yaptıklarına karşılık Kureyzâ oğullarına başka nasıl davranılabilirdi? Şu da gözönünde bulundurulmalıdır ki, Araplar arasında yeminli anlaşma yapmak ve dostluk bağı kurmak, gerçek kardeşlikle eşitti. Benî Kureyzâ, ensânn yeminli müttefikiydiler. Bundan dolayı da ensâr onlara bütün samimiyetleri ile şefaatçi ve aracı olmaya çalıştılar. Sa’d b. Mu’âz (ra), Evs kabilesinin lideri idi ve aslında sözleşmenin sorumlusu da oydu. Ama ne yapacağını bilmiyordu ve büyük bir sıkıntı içindeydi. Müttefiklerinin hayatı ve ölümü mevzubahisti. Bütün Evs onları himaye etmekte ısrar ediyorlardı, ama Sa’d b. Muaz Tevrat’tan nakledilen o kararı vermekten başka ne yapabilirdi? Siyerciler, öldürülenleri 600’den fazla göstermektedirler, ama sahih hadis kitaplannda 400 olarak belirtilmiştir. Onlardan sadece biri kadındı. O da kalenin üstünden bir taş bırakarak Hallâd adında bir müslümanı öldürdüğünden dolayı kısasen öldürüldü. Bu kadının nasıl bir cüret ve cesaretle can verdiğini Ebu Dâvûd Sünen’vade anlatmıştır. Bu hayret verici olay aşağıdaki şekilde cereyan etmiştir:
“Bu kadın öldürülecekler listesinde kendisinin adının da olduğunu öğrendi. Suçlular öldürülme yerine getiriliyorlar ve ebedi âleme gönderiliyorlardı. Öldürüleceklerin adlan arka arkaya çağrılıyor ve aklı oynatan bu Ölüme çağrı sesi sürekli kulağına geliyordu. Ama o hiç aldırış etmeden Hz. Aişe (ra) ile konuşuyor, sohbet ediyor ve bazı sözlere de gülüyordu. Tellal onun adını söylediğinde hiç çekinmeden ayağa kalktı. Hz. Aişe ona: “Nereye?” diye sordu. Buna karşılık o: “Ben bir suç işlemiştim onun cezasını çekmeye gidiyorum” dedi. Neşeyle öldürüleceği yere geldi ve kılıcın altına başını koydu.”
Hz. Aişe bu olayı anlatırken, son derece hayret içinde kaldığını gösteren bir sesle anlatırdı.