Kültür ve medeniyet bakımından Arabistan’ın değişik bölgeleri tamamen birbirinden farklı durumdaydı. Fransız Gustave le Bone, Arap medeniyeti hakkında yazdığı eserde: “Arap medeniyeti, İslâm’dan önce de herhangi bir dönemde yüksek bir zirveye ulaşmış olmalıdır. Çünkü ilerleme ve gelişme kanunlarına göre, medeniyet görmemiş hiç bir millet vahşi ve yabani bir durumdan bir anda çok yüksek derecede bir medeniyet ve kültüre ulaşamaz” diyor.
Bu görüş, tahminî bir kanaattir. Akıl ve mantık yoluyla sonuca ulaşmadır. Tarihin verdiği bilgilerden de, Yemen gibi bazı Arabistan bölgelerinin son derece medenî bir gelişme gösterdikleri, kesin olarak anlaşılmaktadır. Yemen’in eski tarihî eserlerini inceleyen Avrupalı arkeoloji uzmanları eski kitabeleri okumuş, Yemen’in eski kültür ve medeniyetinin çok gelişmiş olduğunu itiraf etmişlerdir.
Yâkût el-Hamevî Mu’cemu’l-Buldân isimli eserinde, San’a ve Kuleys’i anlatırken eski ilginç eserlerden ve tarihî kalıntılardan bahsetmektedir. Anlattıklarında birçok mübalağa olsa da gerçek tarafı olanlar da az değildir. Aynı şekilde İran ve Suriye sınırlarına bitişik olan Nu’mân oğullarının başşehri Hîre ile Gassânîlerin başşehri Havran medeniyet ve kültürden uzak değildi.
Arap tarihçilerin iddiasına göre, bir zamanlar Yemen o derece ilerlemiş ve gelişmişti ki, imparatorları İran’ı bile fethetmişlerdi. Nitekim Semerkand şehrinin adı da bunu göstermektedir. Yemen’in Semer adlı hükümdarı, Semerkand şehrini temelinden kazıtarak tahrip etmişti. Bundan dolayı İranlılar buraya Şemerkend (=Şe-mer kazıdı) demeye başladılar. Sonra Arapçalaşarak Semerkand oldu, denilmektedir. Hâlâ az miktarda kalıntıları ortada duran muhteşem kalelerin ve binaların izleri, o ülkede bir zamanlar yüksek bir medeniyetin var olduğunun kesin delildir.
Allâme Hemedânî, bütün eski eserleri, îklîî isimli kitabında zikretmiştir. Nitekim Sıfâtu Cezîreti’l-Arab isimli eserinde şöyle yazmaktadır:
“Arapların şiir ve atasözlerinde zikrettikleri Yemen’in ünlü eski sarayları ve köşkleri hayli çoktur. Onlarla ilgili şiirler de kitaplar doluşudur. îklü’in sekizinci bölümü bunları içermektedir.”
Yazar daha sonra şunu kaydetmektedir:
“Burada sadece adlarını sayıyorum. Onlar da şunlardır:
Ğumdân, Bel’am, Nâit, Sırvâh, Selhîn, Zafâr, Hekr, Dahr, Şibâm, Ğaymân, Ben-bûn, Riyam, Berâkış, Ma’în, Revsân, Erbâb, Hind, Huneyde, Ümran, Behîr.”
Bunlardan Ğumdân ile Nâit’in durumu, Mu’cemu’l-Buldân’da genişçe anlatılmıştır. Bunların ihtişamı, gelişmişliği ve debdebesi hakkında öyle şeyler nakledilmiştir ki, anlatılanlarda Doğu mübalağası olma şüphesi vardır. Selhîn hakkında “yetmiş yılda inşa edildi” diye yazmıştır. Şibâm’ın durumu hakkında ise; “Orada muhteşem kaleleri vardı” diye yazmaktadır.
Nâit kalesi, Vehb b. Münebbih zamanına kadar mevcuttu. Ünlü hadis âlimi Vehb, kalenin bir kitabesini okuduğunda bin altıyüz yıl önce inşa edilmiş bir bina olduğunu görmüştür. Bugünlerde Avrupalı araştırmacıların oraya giderek yaptıkları incelemelerden sonra insanı hayrete düşüren medenî gelişmeleri kesin bir şekilde anlaşılmış olmaktadır. Thatcher konuyla ilgili makalesinde şöyle demektedir:
“Güney Arabistan’da Hz. isa’dan asırlar önce çok gelişmiş bîr medeniyet vardı. Muhteşem kalelerin ve surların kalıntıları hâlâ mevcut olup bunları çeşitli seyyahlar anlatmışlardır… Yemen ve Hadramût’ta bu eserlerden bol miktarda vardır ve çoğunun üzerinde hâlâ kitabeler bulunmaktadır. Sana’nm yakınında bir kale vardı. Kaz-vînî Asâru’l-Bilâd isimli eserinde bunu dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul etmektedir. (Diğer kaleler için bk. General German Oriental Society, c. 10, s. 20 vd.)
Eski Sebe’ başkenti olan Ma’rib’in tarihî kalıntılarını Arnau, Halvey ve Glaser görmüşlerdir. Ma’rib’in ünlü kalıntılarından büyük bir hendeğin izleri hâlâ durmaktadır. Onları görünce Aden’in yeniden inşa edilmiş olan göleti akla gelmektedir. Glaser iki uzun kitabe yayınlayınca bu kalıntıların Önemi ortaya çıkmıştı. Bu kitabelerde sözkonusu göletlerin beşinci ve altıncı miladi yüzyıllarda tekrar inşa edildiği belirtilmektedir. Yemen’de Hârân denen yerde bir başka hendek daha vardır ki, uzunluğu hemen hemen dörtyüzelli fittir.”
Fakat Arabistan’ın asıl iç bölgelerinde medeniyet ve kültür seviyesi böyle değildi. Arapça son derece zengin bir dil olmakla birlikte, medeniyet ve toplum düzeniyle ilgili kelimelere fazla rastlanmaz. Bu konudaki kelimeler Arapça’ya İran veya Bizans’tan girmiştir. Sikke (=para) için bir tek kelime yoktur. Dirhem ve di-nar’ın ikisi de yabancı dillerden geçme kelimelerdir. Dirhem Yunanca bir kelime olup aslı dırhum’dur. Bu kelime İngilizce’de “dram” şeklini alan kelimenin ta kendisidir. “Çıra” her zaman kullanılan bir aydınlatma aletidir. Ama yine de bunun için Arapça’da özel bir kelime yoktur. Farsça çırağ kelimesini alıp Arapça’ya geçirerek sirâc yaptılar. Sonra da türetme bir kelime olarak misbâh, yani kendisiyle sabahlanan bir alet demek olan kelimeye dönüştürdüler.
Kûze: Küp, testi demek olan bu kelime karşılığında Arapça’da hiçbir kelime bulunmuyordu. Bunu da alarak kûz (=su içme kabı) şekline soktular.
îbrîk (=ibrik) kelimesi de âbriz kelimesinin Arapçalaşmış halidir. Taşt Farsça bir kelime idi. Bunu da Arapçalaştırarak tost (=el yıkama kabı, tas ) haline getirdiler. Farsça bir kelime olan kâse ise yine Arapça’ya hemen hemen aynı şekilde kes olarak geçmiştir. Elbise demek olan Farsça kürle kelimesi, Arapça’ya kurtak şeklinde geçmiştir. Yine Farsça bir kelime olan şalvar kıyafetine Arapça’da sirvâl denir ki, şalvar kelimesinin değişmiş bir biçimidir.
Böyle basit ve her an kullanılan eşyalar için bile belirli kelimeler bulunmazken, medeniyetin derin anlamlı unsurları için nereden kelime bulunabilirdi? Bundan da anlaşılıyor ki, Araplar göstermiş oldukları gelişmeyi çevrelerindeki ülkelerin kültür ve medeniyetlerinden etkilenerek yapmışlardı. O yüzdendir ki komşu ülkelerden uzak kalan İç Arabistan bölgeleri, kendi halinde kalmışlardı.
Sahih hadislerden anlaşılan odur ki, Hz. Peygamberin dönemine kadar Arapların, zevk ü sefaları ve lüks eşyaları çok azdı. Tesettür meselesine ait emrin inişi konusunda Buhârî ve diğerlerinde bilgi verilirken, o zamana kadar evlerde tuvalet bulunmadığı anlatılmaktadır. O dönemde kadınlar ihtiyaçlarını gidermek için dışarıya çıkıyorlardı. Tirmizî’nin Fakr bölümünde şöyle denmektedir: “O ana kadar kalbur ve elek bulunmuyordu. Harmanı rüzgârla uçurarak savurur, geride kalanları un yaparlardı.” Buhârî’deki bir hadisten geceleri evlerde lamba yanmadığı anlaşılmaktadır. Ebu Dâvûd’da bir sahabînin şöyle bir rivayeti vardır: “Uzun süre Hz. Peygamber Efendimizin yanında bulundum. Fakat ondan, yer böceklerinin -haşerelerin- yenmesinin haram olduğunu duymadım.” Bu hadisin açıklamasında hadis bilginleri her ne kadar, “Râvilerden biri anlamamış veya tam duymamış diye Hz. Peygamberin yeraltı böceklerinin yenmesinin haram olduğunu anlatmamış olması gerekmez” deseler de, bu ifadeden islâm’dan önce Arapların haşereleri yedikleri ortaya çıkmaktadır. Tarih ve edebiyatta Araplann kırkayak, kertenkele vsb. bir tarafa, hayvanların derilerini dahi yedikleri anlatılmaktadır.