Istırap aratır; dert insana yolunu buldurur. Bu dergâhta hasta olduğunun arkında olmayana şifa yoktur!” demiş Pir-i Mesnevi… Daru”l-belva, belalar diyarı denilen şu fani cihanda derdi ve elemi olmayan kimse yoktur ama asıl derdinin farkında olmayan, halinden ve kendinden gafil şuursuz çoktur.
بسمه تعالى
“Muhakkak ki nefsini günahlardan arındıran kurtulmuş; onu günahlara gömen ise mutlaka hüsrana düşmüştür.” (Şems Suresi, 9-10)
“Şüphesiz ki ahiret daha hayırlı ve asıl kalıcı olandır.” (A”la; 17)
“Akıllı kimse, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası ebedi hayatı için çalışandır. Aciz kimse ise nefsi hevasına tabi olduğu halde Allahu Teâlâ”dan temenni ederek bir şeyler umandır.” (Tirmizi, 2459)
“Istırap aratır; dert insana yolunu buldurur. Bu dergâhta hasta olduğunun arkında olmayana şifa yoktur!” demiş Pir-i Mesnevi… Daru”l-belva, belalar diyarı denilen şu fani cihanda derdi ve elemi olmayan kimse yoktur ama asıl derdinin farkında olmayan, halinden ve kendinden gafil şuursuz çoktur. Şuurun yolunu açan ve tefekkür saatinin çalışmasına vesile olan dert ve ıstıraptır. Rehavet insanı uyutur; cismani hazlar dimağı sarhoş eder; şuurun yolunu keser ve tefekkürü engeller… Bolluk ve rahatlık nefsin afyonudur. Rahatlığı bulan gafil nefis suya girmiş mana gibi oturur; süfli lezzetlerle uyuşarak ölümü ve akıbeti unutup bir takım boş hayallerle kendini avutur… Gece yatakta, gündüz ayakta uyuya uyuya ömür saatini doldurur ve bir uyandığında ansızın kendisini kabir âleminde bulur!
Belki ardından şöyle bir nakarat duyulur:
“Gözlerini ellerinle bağladın,
Faydası yok geç kalınmış figanın,
Dünyada ölümden başkası yalan!..”
Maalesef gaflet hapını yutmuş ve iliklerine kadar uyuşmuş binlerce dünya sarhoşunun ardından bu tür nakaratlar şarkı makamında okunur durur da ne okuyan ne de duyanlar anlar! Dünya sarhoşlarının çoğu kafayı mezar taşına vurmadan uyanamazlar; gaflet, şehvet ve cehalet karanlıklarında şuursuz bir leş gibi kör kütük yaşayıp teneşir tahtasında hakikati anlarlar ama ne fayda! “Vay be, dünya yalanmış, bu kadar insan bir yalana nasıl da aldanmış!” gel de bunu nefsine anlat bakalım; her hatanın başı olan dünya sevdasından vazgeçebilecek mi acaba?
Nefis; darlık, sıkıntı, açlık ve ıstıraba düşmedikçe düşünmez; karnı tok bir nefse nasihat ve söz kâr etmez; çünkü dinlemez, teveccüh etmez.
Dünya zindanında oruç mevsiminde bir ikindi vakti, kendi nefsiyle mükâleme eden bir dervişin hasbihaline kulak verelim şimdi… Uzun yaz günlerine denk gelen bir oruç mevsiminde açlığın tesiriyle avluya bakan kapıya yakın oturmuş; üzerine çöken garip bir ağırlık ve dalgınlıkla bir anda boyuttan çıkmış gibi öteler âlemindeki o dehşetli hapishaneyi düşünmeye ve nefsine nasihat etmeye başladı: “Ey gafil nefsim! Sen ne kadar aciz ve gafilsin! Nerede ve ne halde olduğunun farkında bile değilsin! Günde üç öğün yemek, yatak, mektup ve kitap okuma imkânı ve sair olan şu dünya zindanında sıkılıyorsun; dost, aşina ve yakınlarını özlüyor, alıştığın şeyleri arıyorsun… Bir zamanlar gezip dolaştığın mekânlar hatırına gelince, heyecanlanıyorsun…
Bazen tellere konan kuşlara bakıp “kanatlarım olsa da şu kuşlar gibi özgürce uçarak istediğim yerlere gidebilsem,” diyerek özgürlük hayalleri kuruyorsun…”
Zindan dervişi nefsiyle mükâlemeye şöyle devam eyledi: “Ey gafil nefsim! Bu dar-ı dünya fanidir; faniliği her halinden bellidir; acı da olsa tatlı da olsa bu dünyada her şey gelip geçici ve bu cihana gelen her fani bir gün gidicidir. Zevali kaçınılmaz olan bu dünya kimseye kalacak değildir. Her başlayan bir gün bitecek, her gelen bir gün naçar olup gidecektir… Nerede ve ne halde yaşarsa yaşasın, herkes bu ak kefeni giyip dört kolluya binecektir. Dünya ahvali sürekli değişir durur… Bugün böyle, yarın şöyle olur… Ey akıbetten gafil nefsim! Hiç düşündün mü acaba akıbette halin nice olur?!
Şu dünya zindanında hüzün, hasret ve hicran var; ama bu fani dünyada her şeyin bir sonu var. Netice ve akıbette herkesi bekleyen kaçınılmaz bir ölüm var. Ecel saati gelince ölmemeye çare mi var? Ey aciz ve çaresiz nefsim! Şu üç günlük fani dünya zindanında daralıyorsun; üç gün aç ve susuz kalmaya dayanamıyorsun; bir gece uykusuz kalsan, ayakta duramıyorsun… Bu kadar aciz ve çaresiz olduğun halde yine de gaflet rüzgârına kapılıp hayallerin peşinde sürüklenip gidiyorsun. Bilmem, hangi ameline güvenerek ağlanacak haline gülüyorsun… Ey gafil nefsim, ömür defteri hızla tükeniyor; fırsatlar elden çıkıp gidiyor ve ecel vakti an be an yaklaşıyor olduğu halde, sen hala rahatça uyuyabiliyorsun… Halin perişan, kalbin darmaduman ve amellerin hep yarım ve noksan iken sen hala bekliyorsun.
Bir an önce uyanıp silkelenerek kendine gelip; “Ya Hu, ben nerede ve ne haldeyim, ne yapıyorum; nereye gidiyorum; bu hal üzere ölsem, kurtulabilecek miyim acaba?” diyerek kendini muhasebe edip halini düzeltmek yerine, hala uyuyorsun!”
“Ey gafil nefsim! Daha ne kadar geri gideceksin; gelmeyen kaçıncı baharı bekleyeceksin; dünya gidiyor ve sen de gidiyorsun, akıbeti ne zaman düşüneceksin? Hep böyle günlerini gafletle bitirip gidecek misin? Dün geçti, bugün bitiyor, yarın ise meçhul, bilinmiyor; ömrünü, geçip giden günleri saymakla mı tüketeceksin? Ey gafil nefsim! Kendine gel artık! Öteler âlemini, kabri ve mahşeri, sırat köprüsünden nasıl geçeceğini, cennetin güzelliklerini ve cehennem vadilerinin dehşetini düşün, ayıl ve uyan!”
“Ey gafil nefsim! Artık ebediyete açılan kapının tam eşiğindesin; yaşadığın her an senin için bir kazanma ve kurtulma fırsatıdır ve gelip geçmektedir… Nadide ömür sermayesi her nefes biraz daha tükenmekte, fırsatlar birer birer elden çıkıp gitmektedir… Belki bugün yeterince düşünmediğin için fark edemediğin hakikatleri, yarın perdeler açılınca ayne”l-yakin görüp idrak edeceksin! Ey nefsim! Dünyaya bakma artık; dünya rüyası bitecek bir gün. Gözünü öteler âlemine, kabre ve mahşere çevir; nasıl bir gaflet içinde olduğunu ve neleri unuttuğunu gör ve anla! Dünya gidiyor; ahiret ise adım adım sana doğru geliyor; gidene değil, gelene bak! Kabir âleminde ve mahşerde nasıl muamele göreceğin ve ne kadar bekleyeceğim belli değil!”
“Ey gafil nefsim! Hiç düşündün mü acaba; kabirde ne yapacaksın? Sonra mahşerde hesabın nasıl olacak; ya sırat köprüsünden geçemezsen, o dehşetli günde nasıl kurtulacaksın? Şu üç günlük gelip geçici fani dünya zindanında böyle sıkılıp daralmak yerine öteler âlemindeki ahvalini düşün! Eğer üzüleceksen, geçip giden fani dünya için değil, an be an sana doğru gelen ebedi ahiretin için üzül ve ağla; henüz fırsat varken kurtulmak için çabala! Bugün dünya, yarın ahiret… O şey ki gelecek, sen onu şimdiden gelmiş bil!” “Her gelecek yakındır!” buyurmuş, Hz. Peygamber (salallahu aleyhi ve sellem)”
“O halde, gafletten uyanıp kendine gelmek için çare nedir ve ne yapmak gerekir? Aslında çare çok basittir; gönlünü dünyadan ahirete çevirmek; yalan dünyanın uyduruk dertlerini bir kenara bırakıp asıl derdini düşünmek; ebedi ve sermedi olan ahireti kendine dert edinmektir! Ahireti dert ve gaye edinen kimsenin kalbinde dünya kederi kalmaz; dünyanın bütün dertlerini toplasan, ahiret derdinin yanında, lafı bile olmaz…
Ahiret derdine düşen dünyanın fuzuli dertlerinden kurtulur, asude olur; gerçek saadetin ve hakiki huzurun yolunu bulur…”
Söz dinlemeyen ve nasihat kabul etmeyen nefsin ilacı nedir? Nefsin ilacı; manevi sopa mesabesinde olan, “açlık ve yalnızlıktır!” bu da ancak riyazetli oruç ve i”tikaf yoluyla sağlanır… Yalan dünyanın anlık hazlarına alışmış nefsini, tam bir tecerrüd halinde, dünyevi meşgalelerden arındırıp soyutlayarak, müsait bir halvet mekânında i”tikafa sokarsın. Önce mide ve işkembe derdinden kurtulmak, maddi manevi bir iç temizliği yaparak, tecerrüd atmosferine uyum sağlamak için, üç günlük riyazetli oruç tutarak işe başlarsın. Riyazetli oruçta, sudan başka bir şey yenilmez içilmez; az bir suyla iftar edilir; sahurda da az bir su içilerek üç gün oruca böylece devam edilir. İ”tikaf sükûnetinde, açlığın, susuzluğun ve yalnızlığın ıstırabıyla yumuşayan nefis kolayca nasihat edilebilir; nefis ancak açlık ve yalnızlıkla terbiye edilebilir.
İftar ve sahurda içilen birer bardak suyla üç gün (yetmiş iki saat) boyunca riyazetli oruca başlayınca, yavaş yavaş uyanır ve şuurlanırsın. Üçüncü günün sonunda, her şeyi daha net ve berrak görmeye, hayatı ve mematı daha derinden ve yeniden hissedip idrak etmeye başlarsın. Mide yeme içme derdinden kurtulunca, tefekkür ünitelerin çalışmaya başlar. Bu üç gün içinde, belki yıllarca düşünemeyeceğin şeyleri düşünür; tefekkür ufkunda engin mesafeler alabilirsin. Açlığın ıstırabıyla her geçen saat daha çok şuurlanır ve gaflet uykusundan uyanırsın; dünyaya ve etrafına bambaşka bir nazarla bakmaya başlarsın.
Açlık sopasını yiyen nefis hizaya gelir; serkeşliği bırakır, söz dinler ve nasihat kabul eder. Yoksa ömür boyu alıştığı gibi yaşamaya devam eder; anlık hazlar uğruna ebedi hayatı feda eder.
Yol çilesiz, doğum acısız olmaz; ıstırap denizine girmeden mana incileri toplanamaz. Erenler, çileye gönüllü olarak talip olmuşlar. Nefislerine açlığın ve yalnızlığın ıstırabını tattırmak suretiyle, ölmeden önce ölmenin şuur ve idrakiyle uyanmak için bazen günlerce ve aylarca çilehanelerde yalnız kalmışlar. Bilmek, bulmak ve olmak için, çile köprüsünden geçip mana denizine dalmışlar. Nice zamana kadar çile ve ıstırap ateşinde pişip olgunlaştıktan sonra aradıkları manayı gönüllerinde bulmuşlar. Hakiki derde düştükten sonra, dünya dertlerinden azade olmuşlar; onlar ahiret derdiyle dertlenince hakiki dermanı bu yolda bulmuşlar.
Tokluk illetine tutulan gafil nefsin ilacı, açlıktır.
Tokluk azdırır; bolluk yoldan çıkarır; ara sıra nefsi i”tikâfa sokup riyazetli oruçla açlığın ve yalnızlığın ıstırabını tattırmak lazımdır. Yusuf Akyüz – İnzar dergisi