A’RAF SÛRESİ: Mekkî olup, 206 ayettir. 48. ayette geçen kelime sûreye adını vermiştir. A’raf orada, cennet ile cehennem arasında çekilen sur anlamına gelir. Bundan önceki En’am sûresi tevhid ve akaid konularını ayrıntılı olarak ele alır. A’raf sûresi ise tevhid tarihini Hz. Âdem (a.s) dan itibaren Nuh, Hûd, Salih, Lût, Şuayb, Mûsa aleyhimüsselam dönemleriyle anlatır. Böylece birbirini tamamlarlar. Ayrıca kıyamet ve âhiret hallerine yer verilir. Son kısımda, dine inanmanın ve tevhid inancının, vahyin doğruluğunun insan fıtratında ne kadar kök saldığı, şirk çeşitlerinin, sahte tanrıların insanlığı asla tatmin edemeyeceği, insanlığın Kur’anı dinleyip Allaha dönmeleri gerektiği vurgulanır.
Bismillahirrahmanirrahim.
1 – Elif, Lâm, Mîm, Sâd.
2 – Bu, kendisiyle insanları uyarman ve müminlere de bir öğüt ve irşad olmak üzere sana indirilen bir Kitaptır ki sakın onu tebliğden ve halkın sana inanmamasından ötürü göğsün daralmasın.
3 – Ey insanlar! Siz, Rabbiniz tarafından size indirilen vahye tabi olun, Ondan gayri birtakım hâmîler edinip de onlara uymayın. Ne kadar da az düşünüyorsunuz öyle! [12,103; 12,106]
4 – Biz nice ülkeler imha ettik ki ya gece uyur-larken, yahut gündüz yatarlarken baskınımız onlara gelivermiştir. [6,10; 22,45; 28,58; 7,97-98]
5 – Azabımız gelip çattığında da itiraf ve yalvarmaları: “Biz gerçekten zalim adamlarmışız!” demekten başka bir şey olmadı. [21,11-15]
6 – Kendilerine resûl gönderdiğimiz insanlara, resûllerinin çağrısına uyup ona göre amel edip etmedikleri hakkında elbet hesap soracağız. Gönderilen o elçilere de, tebliğ edip etmediklerini soracağız. [5,109; 28,65]
7 – Ve onlara, olup biten herşeyi, kesin bir ilme dayanarak bir bir anlatacağız. Öyle ya, Biz hiçbir zaman onlardan habersiz değildik ki! [6,59]
8 – O gün, dünyada yapılan işlerin tartılması kesin gerçekleşecek. Artık kimin iyilikleri kötülüklerinden ağır gelirse, işte onlar muradlarına ereceklerdir. [21,47; 4,40; 101,6-11; 23,102-103]
9 – Kimin de sevap tartıları hafif gelirse, onlar da ayetlerimizi hiçe sayıp haksızlık etmelerinden ötürü kendilerini en büyük ziyana uğratacaklardır.
10 – Şu bir gerçektir ki ey insanlar, Biz sizi dünyaya yerleştirip orada size hakimiyet verdik, orada sizin için birçok geçim vasıtaları yarattık. Ne kadar da az şükrediyorsunuz! [14,34] Yaşadığımız dünyayı azıcık düşünüp inceleyen kimse, onun üstünde yaşayan milyonlarca nevi yara-tıkların ve bunların sayılara sığmayacak derecede fazla fertlerinin hayatları boyunca her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde hazırlandığını ikrar ve ilan ederler. Enerji kaynağı Güneşle olan mesafesinin ideal şekilde olması, dünyanın ekseninin düz olmayıp 23.5° meyilli olması ile mevsimlerin oluşmasına imkân vermesi, Ayın denizlerdeki med cezir hareketlerini düzenleyecek şekilde görevlendirilmesi, oksijenin yalnız kendisinde bulunduğu atmosfer tabakasının portakal kabuğunun portakalı sarması gibi dünyayı sarıp oksijeni ile canlıların hayatında en önemli rollerden birini oynaması, (hayvanların zararlı atıkları karbondioksitin bitki-lere yararlı kılınmasındaki denge) ayrıca uzaydan gelecek zararlı ışın ve meteorları emip eriterek dün-yadaki hayatı koruması, dünyanın 3/4 ünün denizle kaplı olması, dünyadaki su dönüşümü, bahar ve yaz mevsiminin erzak filoları gibi binlerce çeşit gıda maddelerini getirmesi, petrol, kömür ve türlü türlü maddelerin oraya yerleştirilmesi, velhasıl sayılmayacak kadar çok nimetlerin, en azından pek muntazam ve muazzam bir fabrika ve saray idaresi gibi hazırlanması, tesadüfe binde bir ihtimal bile bırakmaz.
11 – Sizi Biz yarattık, sonra şekil verdik size. Peşinden de: “Haydi, hürmet için secde edin Ademe!” dedik meleklere. Onların hepsi hemen secde ettiler, yalnız İblis dayattı. Secde edenlerden olmadı. [15,29-32; 2,34; 38,71-72] İnsanın dünyadaki konumu ve ahirette ebedî hayatında elde edeceği sonuç ile ilgili olan Hz. Âdem ile İblis kıssası Bakara, A’raf, Hicr, İsra, Kehf, Tâhâ ve Sâd sûrelerinde ele alınmakla birlikte, her sûrede farklı uzunlukta, değişik siyak içinde, farklı üslûp ve ayrıntılar ve bulunduğu muhtevaya göre hedeflenen gayelerle anlatılır. En uzun anlatım işbu A’raf sûresindedir. İblisten istenen secde, ibadet secdesi değil, Allaha itaatinin bir nişanesi olarak istenen bir inkiyad secdesidir. Allah bütün insanlık nev’ine kıyamete kadar vereceği muazzam ilim kabiliyetine, maddî ve manevi faziletlere karşı İblisten beklediği itirafı, Hz. Âdemin şahsına göstermesini istemiştir. İblis gururu yüzünden kaybetmiş, Adem tevazuu ile kazanmıştır. Zahiren cennetten çıkmasına sebep olan hadisenin hikmeti: tavzif, yani görevlendirmedir. Böylece Allahın insan nevine verdiği muazzam ilim kabiliyeti, sınırsız maddî ve manevî istidatlar gelişme imkânı bulmuş, onun yeryüzündeki hali-feliği gerçekleşmiştir. Fakat insan, bu üstün maka-mından kendisini düşürmek için pusuda bekleyen kıskanç şeytanın aldatmalarına karşı, devamlı sûrette uyarılmakta ve Allaha sığınmaya davet edilmektedir.
12 – Allah buyurdu: “Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene mani nedir?” İblis: “Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından yarattın.”
13 – “Çabuk in oradan!” buyurdu Allah, öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!”
14 – “Bana, onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?” dedi.
15 – Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
16-17 – “Öyle ise!” dedi: “Sen beni azgınlığa mahhûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere Senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, ves-vese verip pusu kuracağım, Sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.” [34,20-21]
18 – “Çık oradan alçak ve kovulmuş olarak!” buyurdu. “Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki cehennemi sizlerle dolduracağım.” [17,63-65]
19 – “Sana gelince Âdem, seninle eşin cennete yerleşiniz, istediğiniz her tarafından yeyip içip yararlanınız. Yalnız şu ağaca yaklaşıp da zalimler zümresine girmeyiniz.”
20-21 – Fakat o Şeytan onlara, gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa çıkarmak için vesvese verdi. Onlara şöyle telkinde bulundu: “Rabbinizin size bu ağacın meyvesini yasaklamasının tek sebebi, sizin meleklerden veya ölümsüz hayata nail olanlardan olmanızı önlemektir” diyerek, kendisinin onların iyiliğini istediğine dair yemin üstüne yemin etti. [20,120]
22 – Böylece onları aldatarak mevkilerinden düşürdü. Şöyle ki: O ağacın meyvesini tadar tadmaz, edep yerlerinin açık olduğunu farkettiler. Derhal, buldukları cennet yapraklarıyla edep yerlerini örtmeye başladılar. Onların Rabbi ise nida edip buyurdu: “Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi? Ben Şeytanın sizin besbelli düşmanınız olduğunu söylemedim mi? Niçin Beni dinlemediniz de bu perişan duruma düştünüz?”
23 – “Ey bizim Rabbimiz, kendimize yazık ettik. Şayet Sen kusurumuzu örtüp, bize merhamet buyurmazsan, en büyük kayba uğrayanlardan oluruz” diye yalvarıp yakardılar.
24-25 – Buyurdu ki: “Birbirinize düşman olarak inin! Size dünyada bir süreye kadar kalma ve yararlanma imkânı veriyorum: Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan diriltilip mezardan çıkarılacak-sınız.”
26 – Ey Âdem’in evlatları! Bakın size edep yerlerinizi örteceğiniz giysi, süsleneceğiniz elbise indirdik. Fakat unutmayın ki en güzel elbise, takva elbisesidir. İşte bunlar Allahın ayetlerindendir. Olur ki insanlar düşünür de ders alırlar. Elbiseden de önemli olan, takva duygusu ve haya hissidir. Örtülmesi gereken yerleri örtmek, namusu korumanın ilk şartıdır. Çıplaklık, övünülecek bir ilerilik değil, ilkellik ve Cahiliyeye dönüştür, irticadır. Cahiliye dönemi arapları, erkeği kadını Kâbeyi çırıl çıplak tavaf edi-yorlar, bunu faziletli bir iş tarzında yapıyorlardı. Çıplaklığı yaymak Şeytanın teşviki ile olunca, Allah Teala, örtünmenin ve elbisenin insanın maddî ve manevî süsü olduğunu, şeytana uyup avret yerlerini açmamak gerektiğini hatırlatıyor. Allahın hikmeti, diğer birçok canlı mahlukun fıtratına, haya ve örtünme duygusu koymayıp sağlam, güzel ve tabiî bir elbise vermiştir. Haya duygusu verdiği insanı, yalnız onu çıplak yaratmıştır. Böylece insan, hem örtünme emrini tutmanın sevabına ermekte, hem de dünyadaki halifelik görevini ispatlamaktadır. Çünkü bütün yeryüzüne yayılan hayvan ve bitkilerden ve diğer maddelerden elde ettiği giyeceklerle, bütün yaratıklar üzerindeki tasarruf ve yönetme gücünü, hali-feliğinin tezahürlerinden birini göstermektedir.
27 – Ey Âdem’in evlatları! Şeytan, edep yerlerini açığa çıkarmak için, babanızla ananızın üzerlerindeki takva elbiselerini çıkarttırmak sûretiyle onları cennetten uzaklaştırdığı gibi, sakın sizi de belaya uğratmasın. Çünkü o da, askerleri de sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden sizi görürler. Doğrusu Biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları yapmışızdır. [18,50]
28 – Onlar çirkin bir iş yaptıklarında: “Babalarımızı bu yolda bulduk, esasen Allah böyle yapmamızı emretti.” derler. De ki: “Allah Teala kötü olan şeyi asla emretmez. Ne o, yoksa siz Allahın söylediğini bilmediğiniz birtakım sözleri Ona iftira ederek Allaha mı mal ediyorsunuz? Ayetin sonundaki bu istifham-ı inkârî üslubu, onların ne büyük bir vebal yüklendiklerini, zarif bir tarzda anlatıyor. Şöyle ki: “Allah Tealanın herhangi bir şeyi emrettiği, kesin olarak bilinmiyorsa, Onun hakkında “Allah falan şeyi emretti” demek asla caiz olamaz. Durum bu iken, bir de Allahın emretmediğini bile bile “Allah bunu emretti” demek, şiddetle reddedilmesi gereken çirkin bir iş, katmerli bir iftiradır” manası kasdedilmektedir.
29 – De ki: “Rabbim adalet ve itidalı emretti. Her secdenizde, her namaz zamanında veya mekânında, yüzünüzü Onun kıblesine yöneltiniz! İhlasla, ibadetinizi yalnız Onun rızası için yaparak Allaha kulluk ediniz! Çünkü ilkin Sizi O yarattığı gibi, dönüşünüz de yine Ona olacaktır.”
30 – Bir kısmına hidayet buyurdu, bir kısmına da dalalet müstehak oldu; çünkü bunlar Allahtan gayrı şeytanları dost edindiler. Bir de kendilerini doğru yolda zannederler! [18,104] Allah itidali, yani ifrat ve tefritten hâli olup ölçülü olmayı emreder. (Bkz. 1,4)
31 – Ey Âdem’in evlatları! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez. Edep yerlerini örtmek (setr-i avret) her zaman olduğu gibi, özellikle namaz, tavaf gibi ibadetlerde farzdır. Fakat israf etmemek şartı ile, her müslümanın ibadet esnasında en güzel ve temiz elbisesini giymesi sünnettir. Cemaat ile olsun, camide oturuşta olsun edep, vakar, ağırbaşlılık da bu zinet ve güzel sûret cümlesindendir. Nitekim önceki ayetlerde geçen “yüzleri kıbleye döndürme” emrinde de bu intizama işaret vardır. Aynı zamanda, ayetin işaretinden şu da anlaşılır ki cami ve civarları, bir İslam şehrinin teşkilatında, güzellik bakımından, en güzel ve merkezî noktalarda yer almalıdır. Bununla beraber mescidlerin asıl süsü, oraların ibadetle mamûr edilip şenlendirilmesi ve ibadet eden müminlerin hal ve davranışlarıdır.
32 – De ki: Allahın kulları için yaratıp ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları haram kılmak kimin haddine? De ki: onlar dünya hayatında iman etme-yenlerle birlikte, iman edenlerindir. Kıyamet günü ise yalnız müminlere mahsustur. İşte Biz, bilip anlayan kimseler için, âyetleri bu şekilde açıklıyoruz. [22,30] Bu ayetin açıkça gösterdiği gibi Allah dünyadaki bütün nimetleri kullarının istifadesi için yaratmıştır. Şükrünü yerine getirerek meşrû her şeyden yararlanmak mümkündür.
33 – De ki: Rabbim o güzel şeyleri değil, açığı ile gizlisi ile, bütün fuhşiyatı haram kılmıştır. Keza her türlü günahı, haksız tecavüzü ve kendisine tapılması hakkında Allahın herhangi bir delil bildirmediği bir nesneyi Allaha şerik yapmanızı, bir de Allahın emretmediği birtakım şeyleri iftira ederek Ona maletmenizi haram kılmıştır. Burada müşriklerin tutarsızlıkları ifade edilmektedir. Allahtan başka elbette bir tanrı yoktur. Ama faraza böyle bir şey yani Yüce Yaratıcının yanında, Onun kendisine yetki verdiği birinin şerik olması sözkonusu ise, Allahtan gelen bir yetki belgesi olması gerekmez mi? Onun verdiği böyle bir belge olmadıkça, kimin had-dine, Ona birini ortak kılmak?
34 – Her ümmet için belirlenmiş bir müddet vardır. Vâdeleri gelince ne bir an geri bırakabilir, ne de bir an öne alabilirler.
35 – Ey Âdem’in evlatları! Size her ne zaman içinizden Benim ayetlerimi beyan edip açıklayan resûller gelir de, kim onlara karşı çıkmaktan sakınır, nefsini ıslah ederse artık onlara hiçbir korku yoktur, onlar asla üzülmezler de.
36 – Ayetlerimizi yalan sayanlar ve onları kabule tenezzül etmeyenler ise, işte onlar cehennemliktirler. Hem de orada ebedî kalacaklardır.
37 – İftira ederek, Allahın söylemediği bir sözü Ona mal eden, yahut Allahın âyetlerini yalan sayan kimseden daha zalim biri olabilir mi? Kaderden nasipleri ne ise, onlara erişecektir. Nihayet elçilerimiz (ölüm melekleri) gelip canlarını alırken: “Hani nerede o Allahtan gayri taptıklarınız?” dediklerinde “Onlar bizden uzaklaşıp ortadan kayboldular” derler. Böylece kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. [10,69-70; 31,23-24]
38 – Hak Teala: “Girin bakalım sizden önce gelip geçen cin ve insan topluluklarıyla beraber ateşe!” buyurur. Her ümmet girdikçe, yoldaşına lânet eder. Nihayet hepsi birbiri ardından gelip orada bir araya gelince, sonrakiler öndekileri göstererek: “Ey Rabbimiz, derler. İşte şunlar bizi saptırdılar, onun için onlara iki kat ateş azabı çektir.” O da: “Herbirinize iki kat azap var, lakin siz bunu bilmiyorsunuz” buyurur. [16,25; 29,25; 2,166-167; 16,88; 29,13]
39 – Bu sefer öndekiler de sonrakilere derler ki: “Gördünüz ya, sizin bize karşı bir ayrıcalığınız olmadı, artık kendi işlediklerinizin cezası olarak tadın azabı!”
40 – Ayetlerimizi yalan sayanlara ve onları kabule tenezzül etmeyenlere gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçmedikçe onlar da cennete giremeyeceklerdir. İşte mücrimleri Biz böyle cezalandırırız!
41 – Onlara cehennem ateşinden bir döşek ve üzerlerinde de yine ateşten örtüler var. İşte zalimleri Biz böyle cezalandırırız!
42 – İman edip makbul ve güzel işler yapanlar ise -ki hiç kimseye Biz gücünün yetmeyeceği yük yüklemeyiz- cennetlik olup, orada ebedî kalacaklardır.
43 – Öyle bir halde ki içlerinde kin kabilinden ne varsa hepsini söküp çıkarmışızdır, önlerinden ırmaklar akar. “Hamdolsun bizi bu cennete eriştiren Allaha! Eğer Allah bizi muvaffak kılmasaydı kendiliğimizden biz yol bulamazdık. Rabbimizin elçilerinin gerçeği bildirdikleri bir kere daha kesinlikle anlaşılmıştır” derler. Kendilerine de: “İşte güzel işlerinize karşılık, karşınızda duran şu muhteşem cennete varis kılındınız, buyurun!” diye nida edilir. Cennetliklerin bu başarıyı kendilerinden değil, sırf Allahın lütfundan bilerek hamdetmelerinden sonra Allah tarafından onların bu başarılarına dünyadaki güzel davranışlarının vesile olduğunun bildirilmesinde pek latif bir durum vardır. Hem kulluk âdabı öğretiliyor, hem de Allahın, az ameli büyük bir takdir ve teşekkürle karşılamasındaki ilahî lütfu tecelli ediyor. Şu halde insan çalışmalı, fakat işlerine güvenmeyip daima ilahi hidayete sığınmalıdır. Amel cennete girmeye sebep olur, fakat Allahın yardımı ile! Ayetteki varis kılınma kavramını, Peygamberimiz şu hadisle açıklamıştır: “Cehenneme girenlerin her biri iman etmiş olması halinde, cennette kendisine ayrılan konağı görecek ve diyecek ki: “Keşke Allah bizi hidayet etseydi!” Böylece bu görmeleri onlar için pişmanlık olur. Cennete girenlerden her biri de iman etmemiş olması halinde cehennemde varacağı yeri görüp diyecek ki: “Allah bizi hidayet etmemiş olsaydı halimiz ne olurdu! İşte bu da onların şükürleri olur.”
44-45 – Cennetlikler cehennemliklere: “Biz, Rabbi-mizin bize vâdettiği şeylerin gerçek olduğunu gördük; siz de Rabbinizin size vâdettiklerinin gerçekleştiğini gör-dünüz mü?” deyince onlar: “Evet” diye cevap verirler. Derken bir görevli aralarında: “Allahın lâneti o za-limlere olsun ki onlar insanları Allah yolundan uzak-laştırır, onu eğri büğrü göstermek isterlerdi ve onlar âhireti de inkâr ederlerdi” diye nida eder. [37,54-59; 52,14-16] Geçmiş asırlarda cennet ile cehennem arasında çok uzun mesafe olması itibariyle sesin nasıl gideceği sorusu sorulmuştur. 20. asırdaki iletişim keşifleri on binlerce km. ötesi ile konuşmayı çocuklar için bile günlük iş haline getirmiştir.
46 – İki taraf arasında bir perde, A’raf üzerinde de cennetlik ve cehennemliklerin her birini simalarından tanıyacak kimseler vardır ki onlar, henüz cennete girmemiş, fakat girmeyi şiddetle arzular olarak cennetliklere “Selamün aleyküm” diye seslenirler. A’raf: Arf’in çoğuludur. Yüksekçe olan her şeye arf denilir. Meşhur görüşe göre A’raf, cennet ile cehennem arasındaki sûrun yüksek tepeleri, demektir. Hasan-ı Basrî (r.h) demiştir ki: A’raf, marifet kelimesinden olup cennetliklerle cehennemlikleri simalarından tanıyan kimseler demektir. Hasılı A’raf hakkında iki görüş vardır: Birincisi Ebû Huzeyfe ve diğer bazı zevattan rivayet edildiği üzere bunlar, amelde kusur etmiş ve mizanda iyilikleri ile kötülükleri eşit gelmiş, Allahı bir tanıyan kimselerdir ki cennet ile cehennem arasında bir süre kalırlar. Sonra Hak Teala, haklarında bir hüküm verir. İkincisi: Bunlar Peygamberler (a.s), şehidler, hayırlılar, âlimler gibi yüksek dereceli zatlardır. Ayetin sonundaki “lem yedhulûhâ (henüz cennete girmemiş olanlar)” birinci görüşe göre, A’raf ehlini tavsif eder: Yani cennetlikler cennete girmiş, bunlar girmemişlerdir. Fakat arzu ve ümid ederler. Onlara özenirler de “Selam ve selamet size” derler. İkinciye göre ise, o sırada cennet ehlinin halidir. Yani henüz cennete girmemiş ve girmek ümidinde bulunmuş oldukları sıradadır ki A’raf ehli, onları selamete ereceklerine dair müjdelerler.
47 – Gözleri cehennemlikler tarafına çevrildiğinde: “Aman ya Rabbena, aman bizleri o zalimlerle beraber eyleme!” derler.
48-49 – A’raf ashabı, simalarından tanıdıkları bir kısım kimselere seslenip: “Gördünüz ya, ne topladığınız mallarınızın, ne onca taraftarlarınızın, ne de büyüklük taslamalarınızın ve o çalımlarınızın size hiç bir faydası olmadı!” O cennetlikleri göstererek “Sahi, şunlar “Allah, bunları asla lütfuna nail etmez” diye yeminler edip hor gördüğünüz kimseler değil miydi? İşte onların ne yüce mevkide olduklarını şimdi anladınız değil mi? derler ve sonra o cennetliklere dönerek: “Buyurun girin cennete derler, Size korku ve endişe olmadığı gibi, siz asla üzüntü de görmeyeceksiniz.”
50 – Cehennemlikler cennetliklere: “Ne olur, lütfen suyunuzdan, Allahın size nasib ettiği nimetlerden biraz da bize gönderin!” diye seslenirler. Onlar da: “Allah bunları kâfirlere haram etmiştir, bunlar kâfirlere yasaktır.” diye cevap verirler.
51 – O kâfirlere ki onlar dinlerini oyun ve eğlence konusu haline getirmişlerdi; dünya hayatı kendilerini aldatmıştı. İşte onlar, kendilerinin en önemli günü olan bu günkü karşılaşmayı büyük randevuyu unuttular ve ayetlerimizi bilerek inkâr ettikleri gibi, Biz de bugün onları unutup kendi hallerine terkedeceğiz. [20,52; 9,67; 126,45-34]
52 – Gerçekten onlara tam bir vukufla manalarını bir bir bildirdiğimiz ve iman edecek kimseler için bir hidayet, bir rahmet olan bir Kitap getirdik. [11,1; 4,166] Ayette geçen tafsil etme: Akaid esasları, fıkhî hükümler, mev’izalar, kıssalar gibi çeşitli bölümlere girecek ayetleri, ayrı ayrı bildirme manasına gelir.
53 – Fakat onlar: “Hele bakalım nereye varacak?” diye sadece bu Kitabın davetinin âkıbetini gözlüyorlar. Onun haber verdiği müthiş akibet geldiği gün, daha önce onu unutup bir tarafa bırakanlar şöyle diyecekler: “Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı tebliğ etmişlermiş? Acaba burada bize şefaat edecek birisi bulunur mu? Yahut geri döndürülmemiz imkânı olur mu ki bu sefer yaptığımız kötü işlerin yerine güzel güzel işler yapabilelim?” Muhakkak ki onlar, kendilerini hüsrana uğrattılar. Uydurdukları sahte tanrıları da kendilerinden uzaklaşıp ortadan kayboldular. [6,27-28]
54 – Rabbiniz o Allahtır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra da Arşa istiva buyurdu. O Allah ki geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürür. Güneş, Ay ve bütün yıldızlar hep Onun buyruğu ile hareket ederler. İyi bilesiniz ki yaratmak da, emretmek yetkisi de Ona mahsustur. Evet o Rabbülalemin olan Allah ne yücedir! [36,37-40] İstiva: Sözlükte istikrar etmek, yani karar kılmak, kurulmak, bir düze olmak, yükselmek gibi manalara gelebilir. Arş ise hükümdarların oturdukları Taht demektir. Selef-i Salihin böylesi müteşabih ayetleri tevil etmeksizin olduğu gibi kabul eder, yalnız Allahı mahluklara benzetmekten, o kelimelerin kullar hakkında ifade ettiği noksan sıfatlardan tenzih ederler. Müteahhirun ise, avam benzetme tehlikesine düşmesin diye muhkem ayetlerin ışığında tevil edip hakimiyet, istîla, mülk anlamına alırlar.Bu ayet Allahın kâinattaki sınırsız tasarruflarını gökleri ve yeri altı günde yaratmasını, Güneş’i Ayı, yıldızları çekip çevirmesini anlatırken, kâinatı yönetmede Onun Rububiyet mertebesini, bir Sultanın Saltanat tahtında durup etrafa emirler yağdırmasını, böylece işleri düzenlemesini bu tarzda beyan buyurmuştur. Arşa çıkıp hükmetmek ekseriya bu mânada kullanılır. Müteahhir alimlerin bu izahları makbul olmakla beraber, Selefin tutumu daha eslem bir metod sayılır.
55 – Rabbinize yalvararak, için için başka nazarlardan uzak, gizlice dua edin. Gerçekten O haddi aşan-ları hiç sevmez. [7,205]
56 – Düzeltilmiş olan ülkeyi ifsad etmeyin. Hem endişe, hem de ümit ile Ona yalvarın. Muhakkak ki Allahın rahmeti iyi kimselere yakındır. [7,156] Yüksek sesle dua etmek, makul olmayan şeyler (mesela nübüvvet gibi) veya günah olan şeyleri istemek, duayı uzatmak “duada haddi aşmak” kabilindendir.
57 – O dur ki, rahmeti olan (yağmurun) önünden müjdeci olarak rüzgarlar göndedir. Nihayet bu rüzgarlar o ağır bulutları hafif bir şeymiş gibi kaldırıp yüklendiklerinde, bakarsın Biz onları, ekinleri ölmüş bir ülke-ye sevkeder, derken oraya su indiririz de orada her türlüsünden meyveler, ürünler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Gerekir ki düşünür ve ibret alırsınız. [30,50; 42,28] Havanın, sırf hareketten aldığı kuvvetle su taneciklerinin toplanmasından ibaret olan o ağır bulut kütlelerini kaldırıp yüklenmesi, bir harikadır. Zira tabiata göre hafif, çok ağır yükü kaldırıp taşıyamaz. Fakat, Rabbimiz bu harika özellikleri tabiata kanun olarak yerleştirmek suretiyle muazzam kudret ve rahmetini tanıttırmak istemiştir. Hareketin, hafiflik ve aşırılık hükmünü tersine çevirdiğine işaret eden bu manayı öğrenme neticesinde uçaklar yapılmıştır. “Ağır bulut kütlelerini yüklenip kaldıran hava” cümlesi, Kur’anın fennî mucizelerinden birini ihtiva etmektedir. Bu işaretle Kur’an cisimlerin havada uçacaklarına ima ve teşvik etmektedir.
58 – Toprağı verimli güzel bir diyarın bitkisi, Rabbinin izniyle yeşerip çıkar. Çorak, verimsiz olan bir yerin bitkisi ise çıkmaz, çıkan da bir şeye yaramaz. İşte şükredecek kimseler için Biz, ayetleri böyle farklı üslup-larla tekrar tekrar açıklarız.
59 – Celalim hakkı için, Biz Nûhu Resul olarak halkına gönderdik.” Ey halkım! dedi, Yalnız Allaha ibadet edin. Ondan başka Tanrınız yoktur. Bunu yapmazsanız, korkarım ki müthiş bir günün azabı tepenize inecektir.” Eski Yunan, Mısır, Hint, Çin ve Babil edebiyatlarında da Hz. Nuh (a.s) kıssasına benzer kıssalar vardır. Hatta Avustralya, Yeni Gine, Malaya, Burma, Amerika’nın çeşitli yerlerinde de benzeri anlatımlar vardır. Bütün bunlar, Hz. Âdem’in çocuklarının dağılmadan önceki ortak taraflarını dile getirmiş olabileceğini gösterir. Olayın aslı vardır, fakat her yer, kendi tasavvur ve tahayyüllerini ortaya koymaktadır.
60 – Halkının söz sahibi yetkilileri: “Biz Seni besbelli bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler. [83,32; 46,11]
61-63 – “Ey kavmim!” dedi, bende hiçbir dalalet yok, fakat ben Rabbulâlemin tarafından size bir elçiyim. Size Rabbimin mesajlarını tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından gelen vahiy sayesinde, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri biliyorum.” “Kötülüklerden korunup Allahın merhametine nâil olmanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla, Rabbinizden size bir buyruk gelmesine mi şaşıyorsunuz?
64 – Onlar Nûhu yalancı saydılar. Biz de onu ve gemide yanında olanları yeniden kurtardık, ayetleri-mizi yalan sayanları ise boğduk. Çünkü onlar basîretleri körelmiş kimselerdi. [29,15; 71,25]
65 – Âd halkına da kardeşleri Hûdu elçi olarak gönderdik. “Ey benim halkım, dedi, yalnız Allaha ibadet edin, Ondan başka Tanrınız yoktur. Hâla ona karşı gelmekten sakınmayacak mısınız? [89,6-8] Âd kavmi, Güney Arabistandan başlayarak Doğu Arabistanda Iraka kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada hüküm süren bir devlet kurmuştur. Hz. Huda ait olduğu söylenen bir kabir Hadramut tarafında bulunmaktadır. 19. asrın ortalarında bulunan kitabe-lerde Hz. Huddan bahseden metinler bulunmuştur. İlk Âd kavminin soyunun kuruduğu, Hz. Huda inananların ise felaketten kurtulup Âd adı ile devam ettiği anlaşılıyor. M.Ö. 1800 yıllarında yeralmış bir kitabede Hz. Hudun bağlılarından bahsedilmektedir.
66 – Kavminin kâfir yetkilileri: “Biz seni bir çılgınlık, bir beyinsizlik içinde bocalar görüyoruz ve senin yalancılardan biri olduğunu düşünüyoruz.”
67 – “Ey halkım! dedi, bende çılgınlık, beyinsizlik yok, fakat ben sadece Rabbulâlemin tarafından size bir elçiyim.”
68 – “Size Rabbimin buyruklarını tebliğ ediyorum. Ben sizin iyiliğinize çalışan, sizi uyaran güveneceğiniz bir insanım.”
69 – Sizi başınıza gelebilecek tehlikeler hakkında uyarmak için içinizden birine Rabbiniz tarafından bir tebliğ gelmesine hayret mi ediyorsunuz? Hatırlayın ki, O sizi Nuh kavminden sonra halife yapıp onların yerine geçirdi ve sizi bedenen güçlü kuvvetli, gösterişli kıldı. O halde Allahın nimetlerini unutmayıp zikredin ki felah bulasınız.”
70 – “Yâ!” dediler “Sen bize yalnız Allaha ibadet edelim atalarımızın taptıklarını ise bırakalım diye mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi, bizi tehdit edip durduğun o felaketi başımıza getir de görelim!”
71 – “İşte!” dedi, “üzerinize Rabbinizden bir azap fırtınası ve bir hışım indi. Siz, sizin ve atalarınızın uydurduğu ve zaten tanrılaştırılmalarına dair Allahın da hiçbir delil göndermediği birtakım boş isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Gözleyin öyleyse azabın gelişini, ben de sizinle beraber gözlüyorum.”
72 – Biz de onu ve beraberinde olanları, tarafı-mızdan bir lütuf olarak kurtardık ve ayetlerimizi yalan sayıp iman etmeyenlerin ise kökünü kestik. [69,6-8]
73 – Semud halkına da içlerinden biri olan kardeşleri Salihi gönderdik. “Ey benim halkım!” dedi, “yalnız Allaha kulluk edin, sizin Ondan başka tanrınız yoktur. İşte size Rabbinizden açık bir delil, bir mûcize geldi. İşte Allahın devesi de size bir âyet! Onu kendi haline bırakın Allahın diyarında otlasın, sakın ona bir fenalık yapmayın, yoksa sizi acı veren bir azap yakalayıverir. Semud, Âd kavminden sonra Arabistanda en yaygın halktır. Eski Arap şiirinde olduğu gibi, Eski Yunan ve Rum tarihçi ve coğrafyacıları da Semud halkından bahsederler. Bu kavim Kuzey-Batı Arabistanda Hicr denilen bölgede otururdu. Başkentleri şimdi, Medayin Salih adı ile anılmaktadır. Bu halkın tepelerde oydukları taş evler, bu güne bile ulaşmıştır. Kur’anın geldiği sırada Mekkeliler Şama ticaret için giderken, Hicr kalıntılarının yanında geçiyorlardı. Bir defasında Hz. Peygamber (a.s) ashabı ile oradan geçerken: “Burası Allahın gazabı ile helak olan bir halkın arazisidir. Siz de buradan tiksinerek geçin. Burası eğlenecek değil, hüzünlenecek bir yerdir” deyip oradan çabuk ayrılmayı tavsiye etmiştir.
74 – Bir de düşünün ki Allah sizi Âd halkına halef yaptı ve dünya üzerinde size imkânlar bahşetti. Arzın düzlüklerinde saraylar kurup, dağlarını yontarak evler yapıyorsunuz. Allahın nimetlerini düşünün de, bozgunculuk yaparak dünyada karışıklık çıkarmayın.”
75 – Kavminden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görünen müminlere alay yollu: “Siz, gerçekten Salihin Rabbi tarafından size elçi olarak gönderildiğini bilebiliyor musunuz? dediler. Onlar da: “Elbette, biz onunla gönderilen her şeye inandık, iman ettik” diye cevap verdiler.
76 – O büyüklük taslayanlar: “Doğrusu, biz sizin iman ettiğiniz şeyi inkâr ediyoruz” dediler.
77 – Derken deveyi boğazladılar ve Rab’lerinin emrinden çıkıp Ona isyan ettiler ve dediler ki: “Hey Salih! Sen gerçekten resûllerden isen, bizi tehdit edip durduğun o azabı getir de görelim!”
78 – Bunun üzerine o şiddetli sarsıntı onları kıskıvrak yakaladı da yurtlarında çöke kaldılar.
79 – Gördüğü müthiş manzara karşısında Salih, yüzünü üzüntü ile öteye çevirip “Ey halkım!” dedi, “Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim, sizin iyiliğinize çalıştım, size öğütler verdim. Lakin siz, iyiliğinizi isteyip öğüt verenleri bir türlü sevmediniz gitti!”
80 – Lûtu da gönderdik. Halkına dedi ki: “Daha önce hiç kimsenin yapmadığı pek çirkin bir işi siz mi yapıyorsunuz? Sodom halkında iyice yayılmış bu çirkin fiil, yani homoseksüellik bazı yerlerde az da olsa irtikâb edilme-ye devam etmektedir. Ama buna rağmen insanlığın büyük ekseriyeti tarafından hayasız bir fiil olarak kabul edilmektedir. Bu işi normal karşılayanlar, maalesef eski Yunan filozofları ile modern dünyada bir kısım Avrupa ve Amerikalı medeniler olmuşlardır. 20. asrın son çeyreğinde ortaya çıkan ve başlıca yayılma yolu bu gayri meşrû ve gayri fıtrî cinsel ilişkiler olan AIDS hastalığı, fıtrat dışına çıkan insanlığa ilahî bir tokattır.
81 – Siz kadınların ötesinde, şehvetle erkeklere gidiyorsunuz ha! Yok, yok anlaşıldı! Siz haddini aşmış bir milletsiniz!
82 – Kavminin ona verdiği cevap şundan ibaret oldu: “Çıkarın bu adamları memleketinizden; çünkü bu beyler pek temiz insanlar!”
83 – Biz de onu ve ailesini kurtardık, ancak eşi geride kalıp helâk olanlardan oldu. [51,35-36]
84 – Üzerlerine bir azap yağmuru yağdırdık. İşte bak, mücrimlerin sonu nice oldu!
85 – Medyen ahalisine de içlerinden biri olan Şuaybı gönderdik. “Ey benim halkım!” dedi, “yalnız Allaha kulluk edin, sizin Ondan başka tanrınız yoktur. İşte size Rabbinizden açık delil geldi.” “Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların haklarını eksiltmeyin, halka haksızlık etmeyin, ülkede düzen sağlanmışken fesat çıkarıp huzuru bozmayın. Bana inanıp bu dediklerimi yapmanız sizin için elbette hayırlıdır.” [83,1-6]
86 – “Hem öyle tehditler savurarak, yol başlarını tutup, Allaha iman edenleri Allahın yolundan çevir-meyin ve yolun eğri büğrü olduğuna dair, şüpheler verip halkı yanıltmayın.” “Hem düşünün ki bir zaman siz sayıca pek az idiniz. Öyle iken Allah sizi çoğalttı. Ülkeyi bozan o müfsitlerin sonunun nasıl olduğuna bakın da ibret alın!”
87 – “Eğer benimle gönderilen gerçeğe içinizden bir kısmı inanıyor, bir kısmınız inanmıyorsanız, eh ne diyeyim, o halde, aramızda Allah hükmünü verinceye kadar bekleyin. Zaten hüküm verenlerin en iyisi Odur.
88 – Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler: “Bak Şuayb!” dediler, “yeminle söylüyoruz: Ya tekrar dinimize dönersiniz. Ya da seni de, sana inanan taraftarlarını da ülkemizden süreriz!” Şuayb şöyle cevap verdi: “Peki, istemesek de mi dinimizden döndürüp süreceksiniz (Ya istemezsek ne olacakmış!)
89 – “Allah bizi sizin o batıl dininizden kurtardıktan sonra kalkıp tekrar dininize dönecek olursak Allaha büyük bir iftira atmış oluruz. Allah göstermesin, sizin inancınıza dönmemiz ke-sinlikle mümkün değil! Rabbimizin ilmi her şeyi kapsar. Biz yalnız Allaha dayanırız. Ey bizim Rabbimiz! Bizimle şu halkımız arasında Sen hak hükmünü ver, haklı haksız açığa çıksın. Sen elbette hüküm verenlerin en iyisisin!”
90 – Kavminden inkâra sapan ileri gelenler “Eğer Şuayba uyacak olursanız kesinlikle perişan olursunuz!” diye tehditte bulundular.
91 – Derken şiddetli bir deprem onları kıskıvrak yakaladı ve derhal oldukları yerde çökekaldılar. [11,94; 26,189]
92 – Şuaybı yalancı sayanlar… onlar değildi sanki vatanlarında, şen şakrak dolaşanlar! Şuaybı yalancı sayıp perişan etmek isteyenler… asıl perişan olanlar, işte onlar oldular.
93 – Gördüğü müthiş manzara karşısında Şuayb, yüzünü üzüntü ile öteye çevirip: “Zavallı halkım!” dedi, “ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ etmiştim, sizin iyiliğinize çalışmıştım, size öğütler vermiştim! Artık böyle nankör, böyle kâfir bir toplum için ne diye üzülüp kendimi harap edeyim!”
94 – Biz hangi ülkeye peygamber gönderdiysek, mutlaka ilkin oranın halkı, gafletten uyansın, Allaha yönelip yalvarsınlar diye yoksulluğa, hastalık ve musibetlere duçar ederiz.
95 – Sonra o kötü durumları değiştirip güzellikleri yayarız. Zamanla ahali çoğalıp “Vaktiyle atalarımız gâh üzülmüş, gâh sevinmişlerdi.” derler ve fakat olaylardan ibret alıp şükretmezler. Derken, o bilinçsiz halleriyle, hiç hatırlarından geçmezken, ansızın onları tutup bastırırız.
96 – Eğer o ülkelerin ahalisi iman edip Allaha karşı gelmekten sakınsalardı, elbette Biz üzerlerine gökten, yerden nice bereket ve bolluk kapılarını açardık, fakat onlar peygamberleri yalancı saydılar, Biz de işledikleri kötülükler sebebiyle kendilerini cezaya çarptırdık. [37,147-148; 10,98; 34,34]
97 – Peki o ülkelerin ahalisi, geceleyin uyurlarken satvetimizin kendilerine baskın halinde gelivermesinden emin mi oldular?
98 – Yoksa onlar güpegündüz eğlenirlerken azabımızın kendilerine gelmesinden emin mi oldular?
99 – Yoksa onlar Allahın anzısın kendilerini azapla bastırmasından emin mi oldular? Fakat şu muhakkak ki, kendilerine yazık eden kimselerden başkası, Allahın anzısın bastırıvermesinden emin olamaz.
100 – Önceki sahiplerinden sonra dünya mülküne varis olanlar hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki, eğer dilemiş olsaydık kendilerini de günahları sebebiyle musibetlere uğratırdık? Fakat biz kalblerini mühürleriz de onlar işitmez, anlamaz hâle gelirler. [20,128; 32,29; 14,44-45; 19,98; 22-45-46]
101 – İşte o ülkeler… onların başına gelenlerden bir kısmını sana anlatıyoruz. Oraların halklarına peygamberlerimiz açık deliller, mûcizeler getirdiler. Fakat onlar iman etmediler, çünkü ondan önce tekzip ve inkâr etmeyi âdet haline getirmişlerdi. Allah kâfirlerin kalblerini işte böyle mühürler! [17,15; 11,101-102]
102 – Biz onların çoğunda sözünde durma diye bir şey bulmadık; onların ekserisinin sadece itaat dışına çıkmış kimseler olduğunu gördük. [21,25; 57,8]
103 – Onlardan sonra Musayı ayetlerimizle Firavuna ve onun ileri gelen yetkililerine gönderdik. Onlar ayetlerimize haksızlık ettiler. Ettiler de, bak o müfsitlerin âkıbeti nice oldu! [27,14] Mele’: Aynı görüş ve maksadla bir araya gelip şekil ve görünüşleri, kıymet ve önemleri ile göz dolduran hey’et. Meselâ bir dernek, bir kabine, bir parlamento, bir ordunun bütünü adına söz söylemeye yetkili kişilerin teşkil ettikleri hey’et. Firavunun bu danışma meclisine hitaben “Ne buyurursunuz?” (7,110) demesinden, bunların yönetimde önemli yerlerinin olduğu anlaşılıyor.
104 – Musa: “Ey Firavun, dedi, Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir resûlüm.” Hz. Musa (a.s) ın muhatabı Firavunun M.Ö. 1292-1225 arasında yaşayan Ramses II olduğu kabul edilir. İsrailoğullarının takvimine göre Hz. Musa (M.Ö.) 1272 yılında vefat etmiştir. Fakat bu tarihler takribidir. Çünkü İsrail, Mısır ve Hıristiyan takvimlerinin tarihlerini uzlaş-tırmak pek zordur. Bu Firavunun oğlunun adı Minef-tahdır. Mısırdan çıkış öncesinde Hz. Musanın muhatabı Firavun da budur.
105 – “Başta gelen görevim, Allah Teala hakkında, haktan başka bir şey söylemememdir. Gerçekten size Rabbinizden çok açık bir belge getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle beraber gönder.” Hz. Yusuf (a.s) kuyudan çıkarılıp satılınca Mısırda Vezirin sarayında kalmış, daha sonra da Mısırın Maliye bakanı olmuştu. Babası Hz. Ya’kubu (a.s), davet etmiş, o da ailesi ve İsrailoğulları ile Filistinden beraberce gelip Mısıra yerleşmişlerdi. Zamanla, Mısır Firavunları onlara parya, hizmetçi muamelesi yapmış, ağır işlerde çalıştırmaya gitmişlerdi. Onlara zulüm ve işkence uygulamışlardı. Musa (a.s) onlardan, muvahhit bir ümmet teşkil etmek için Firavunlara esir olmaktan kurtarıp, hür olarak, vatanları Filistine yerleştirmek istemişti.
106 – “Eğer” dedi Firavun, “gerçekten getirdiğin bir belge varsa ve sen doğru söyleyen biri isen, onu ortaya koy da görelim.”
107-108 – Bunun üzerine Musa, asasını yere bırakıverdi, bir de ne görsün! o koskoca bir ejderha kesiliverdi. Elini sıyırıp çıkardı, bir de ne görsün! bakan kimseler için parlak mı parlak, ışık saçan bir el haline geliverdi.
109 – Firavunun ileri gelen yetkilileri: “Anlaşıldı, bu mahir bir sihirbaz!” dediler.
110 – Firavun: “Bu adam” dedi, “sizi yerinizden yurdunuzdan etmek peşinde! Görüşünüz nedir bu konuda?”
111-112 – Yetkililer: “Onu ve kardeşini alıkoy, bütün şehirlere de görevliler yolla, mahir sihirbazların hepsini senin huzuruna getirsinler” dediler.
113 – Bütün sihirbazlar Firavuna gelip: “Galip gelecek olursak, herhalde mutlaka bize büyük bir mükâfat verilir, değil mi?” dediler. [27,57-60]
114 – Firavun: “Elbette! üstelik siz benim gözdele-rimden olacaksınız” dedi.
115-116 – Büyücüler: “Musa! Önce sen mi hünerini ortaya koyacaksın yoksa biz mi koyalım?” deyince Musa: “Siz ortaya koyun!” dedi. Vakta ki atacaklarını ortaya koydular, halkın gözlerini büyülediler, onları dehşete düşürdüler, hasılı müthiş bir sihir sergilediler
117 – Biz de Musaya “Asanı yere bırak” diye vahyettik. Bir de ne baksınlar, asa onların yaptıkları sihir, gözboyacılık kabilinden her şeyi yutuyor!
118 – Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların bütün yaptıkları boşa çıktı.
119 – İşte o Firavun ve takımı yenilip küçük düştüler.
120 – Büyücüler hep birden secdeye kapandılar.
121-122 – “İman ettik” dediler, “O Rabbul-âlemine, Musa ve Harunun Rabbine!”
123-124 – Firavun: “Demek siz” dedi, “benden izin almadan ona iman ettiniz hâ! Şüphe yok ki bu, yerli olan kıbtî ahaliyi yurtlarından sürmek için, sizin şehirde beraberce planladığınız gizli bir oyundur. Ama yakın-da bileceksiniz başınıza gelecekleri! Evet, ellerinizi ve ayaklarınızı, değişik taraflardan olarak keseceğim, sonra da hepinizi toptan asacağım!” [20,71]
125-126 – Onlar: “Biz elbette Rabbimize döne-ceğiz. Senin bize kızman da sırf Rabbimizin bize gelen ayetlerine iman etmemizden! Biz de Ona yönelerek deriz ki: “Ey bizim büyük Rabbimiz! Sabır kuvvetiyle doldur kalbimizi, yağmur gibi sabır yağdır üzerimize ve sana teslimiyette sebat eden kulların olarak can emanetimizi teslim al!” [20,72-75]
127 – Firavunun halkının yetkilileri ona: “Ne yapıyorsun, Musa ile kavmini, seni ve senin tanrılarını terketsinler, ülkede bozgunculuk yapsınlar diye kendi hallerine mi bırakacaksın?” dediler. Firavun: “Hayır, onların erkek evlatlarını öldürüp, kız çocuklarını sağ bırakacağız. Biz elbette onların üzerinde tam bir hakimiyet sahibiyiz” diye cevap verdi. Bir önceki Firavun da Hz. Musanın dünyaya gele-ceği sırada İsrailoğullarının çoğalmamaları için böylesi bir uygulama yapmıştı. Hz. Musaya tabi olanlara uygulanan bu ikinci işkence döneminin Mineftah adlı Firavunun yönetimine rastladığı söylenmektedir.
128 – Musa kavmine şöyle dedi: “Allahtan yardım dileyin ve sabredin. Muhakkak ki dünya Allahın mülküdür; kullarından dilediğini oraya varis kılar. Güzel âkıbet, elbette müttakilerindir.”
129 – İsrailoğulları: “Biz, hem sen bize gelmeden önce, hem de sen bize peygamber olarak geldikten sonra işkenceye maruz kaldık!” diye yakındılar. Musa ise, şöyle dedi: “Hele biraz daha sabredin. Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı imha eder de, onların yerine sizi hakim kılıp nasıl hareket edeceğinize bakar.”
130 – Biz Firavun hanedanı düşünüp ibret alsınlar diye, senelerce onları kuraklık, kıtlık ve ürün azlığı ile cezalandırdık.
131 – Onlara iyilik, bolluk geldiğinde: “Hâ işte bu bizim hakkımız! Kendi becerimizle bunu elde ettik” derlerdi. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse onu, Mûsa ile beraberindeki müminlerin uğursuzluklarına verirlerdi. Dikkat edin, iyiliği olduğu gibi kötülüğü de yaratmak, ancak Allahın kudretiyledir fakat onların çoğu bilmezler.
132 – Ve şöyle derlerdi: “Bizi büyülemek için sen hangi mûcizeyi getirirsen getir, imkânı yok, sana inanacak değiliz!”
133 – Biz de kudretimizin ayrı ayrı delilleri olarak onların üzerine tufan gönderdik, çekirgeler gönderdik, haşerat gönderdik, kurbağalar gönderdik, kan gönderdik. Yine de inad edip büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk oldular. Firavun halkına gönderilen bu felaketlerin gerek nitelikleri, gerek süreleri hakkında, Kur’anda hiçbir bilgi ve işaret bulunmuyor. İsrailiyat kaynaklı ayrıntılı hikaye-ler bazı tefsirlerde yer almıştır.
134 – Azap üzerlerine çökünce dediler ki: “Musa! Rabbin ile arandaki ahid uyarınca, bizim için Ona yalvar. Eğer bu azabı üstümüzden kaldırırsan, mutlaka sana inanacak ve İsrailoğullarını da seninle göndereceğiz.”
135 – Biz, geçirecekleri bir süreye kadar onlardan azabı kaldırınca da yeminlerinden döndüler.
136 – Biz de ayetlerimizi yalan sayıp umursama-dıkları için onlardan intikam alarak denizde boğduk.
137 – Horlanan, ezilen milleti de, bereketlerle donattığımız o ülkenin doğularına ve batılarına (yani tamamına) varis kıldık. Böylece sabretmelerine mükâfat olarak İsrail evlatlarına, senin Rabbinin yaptığı güzel vaad tamamen gerçekleşti. Firavun ile kavminin yaptıkları binaları ve yetiştirdikleri bahçeleri ise imha ettik. [28,5-6; 44,25-28] Bazı tefsirler İsrailoğullarının Mısırın efendileri kılındığını anlamışlardır. Fakat bu ayetten onların Filistine varis kılındıklarını anlamak daha makuldür. Zira Mısıra varis olduklarına dair Kur’anda bir işaret olmadığı gibi Mısır tarihinde de buna ait bilgi yoktur. İsrailoğulları Firavunun suda boğulduğu yerin do-ğusunda bulunan Mısıra bağlı toprakların büyük kısmı-na malik olmuşlardır.
138-140 – İsrail evlatlarını denizden geçirdik. Der-ken yolları, kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir topluluğa uğradı. “Musa!” dediler, “bunların tanrıları olduğu gibi bize de bir tanrı yapıver!” O ise: “Siz” dedi, “gerçekten cahil bir milletsiniz! Çünkü şu imrendiğiniz kimselerin dini yıkılmıştır ve yaptıkları bütün ameller de boşunadır. Hem Allah size bunca lütufta bulunup öteki insanlara üstün kılmış olduğu halde, hiç ben sizin için Ondan başka bir Tanrı arar mıyım?” Buradaki insanlar Sinada yaşayan Mısırlılardı. Hz. Musa ve kavmi muhtemelen, şimdiki Süveyş ili ile İsmailiye arasından bir yerden Kızıldenizi geçmişlerdi. Mısıra bağlı Sina yarımadasındaki Mafka şehrinde günümüze kadar kalan Mısırlılara ait bir mabed bulunmaktadır. İsrailoğullarının bunlar gibi inanç sahiplerine özendikleri anlaşılıyor. 2,93 ayetinden, Mısırdaki uzun kölelik döneminin İsrailoğulları üzerinde kalıcı tesirler bıraktığı anlaşılıyor.
141 – Hem düşünün ki, sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar ki size pek acı bir işkence uyguluyor, oğullarınızı hep öldürüyor, kızlarınızı ise, kendilerine hizmetçilik etmeleri için sağ bırakıyorlardı. Bunda, Rabbiniz tarafından size büyük bir imtihan vardı.
142 – Otuz geceyi ibadetle geçirmesi ve Tevratı almaya hazırlanması için, Mûsa ile sözleşip huzurumuza kabul ettik. Sonra on gece daha ilave ettik. Böylece Rabbinin belirlediği müddet tam kırk gece oldu. Musa, kardeşi Haruna: “Kavmim içinde benim vekilim ol, onları güzelce yönet ve sakın müfsitlerin yoluna uyma!” dedi. İsrailoğulları hürriyetlerine kavuşunca muvahhid topluluğun uyacakları şeriatı bildirmek üzere Cenab-ı Allah Hz. Musayı kırk günlüğüne Sinaya çağırdı. Sina dağının tepesinde bugün, Hz. Musanın kırk gün kaldığı mağara bulunur. Kutsal bir ziyaret yeri olan bu mağara yakınında bir cami, bir kilise, bir de Justinyen zamanında yapılmış bir manastır vardır.
143 – Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi ona hitab edince: “Ya Rabbi” dedi. “Göster bana zatını, bakayım Sana!” Allah Teala şöyle cevap verdi: “Sen Beni göremezsin. Ama şimdi şu dağa bak, eğer yerinde durursa sen de Beni görürsün!” Derken Rabbi dağa tecelli eder etmez onu un ufak ediverdi. Musa da düşüp bayıldı. Kendine gelince dedi ki: “Sübhansın ya Rabbî, her noksanlıktan münezzeh olduğun gibi, dünyada Seni görmemizden de münezzehsin. Bu talebimden ötürü tövbe ettim. Ben ümmetim içinde Seni görmeden iman edenlerin ilkiyim!” Hz. Musa (a.s), Allahın kelamını işitip onun şevk ve neşesiyle içinde, Rabbini görme iştiyakı uyandı. Allah Teala dünya gözü ile zatını göremeyeceğini bildirdi. Cennetliklerin Allahı görmek şerefine erecekleri ayet ve hadislerle sabittir (75,22-23). “Şüphe yok ki siz şu do-lunayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de göreceksiniz.”
144 – Buyurdu ki: “Musa! Ben seni risaletlerim, mesajlarımla ve hitabıma mazhar etmemle öbür insanlar arasından seçip mümtaz kıldım. Şimdi şu sana verdiğim nübüvveti al ve bu nimetime şükreden kullarımdan ol!”
145 – Ona verdiğimiz levhalarda, insanlara öğüt olmak üzere her şeyi tafsilatlı olarak buyurduk. Sen bunlara kuvvetle sarıl ve ümmetine de o hükümlerin daha sevaplı olanlarına sarılmalarını emret. İtaat dışına çıkanların diyarlarını ise nasıl târumar ettiğimi yakında size göstereceğim.” [28,43] Tevrat, bu levhaların taştan olduğunu ve yazıların Allah Teala tarafından yazıldığını bildirir. Kur’an da bunu Allaha izafe etmekle beraber yazının melek vası-tasıyla mı, Hz. Musa tarafından mı, bizzat Allah tara-fından mı yazıldığı tasrih edilmez. Tevrattaki şeylerin en güzeli birkaç yoruma elve-rişlidir. Mesela: Farzlar mübahlardan daha güzeldir. Kısas caiz ise de affetmek daha güzeldir. Birkaç ihtimal varsa, o tefsirlerden biri diğerlerine göre daha güzel olabilir.
146 – Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım. O kibirlenenler her türlü mûcizeyi bile görseler yine de onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler o yolu tutmazlar. Ama sapıklık yolunu görseler o yola girerler. Öyle! Çünkü onlar ayetlerimizi yalan saymayı âdet haline getirmiş ve onlardan gafil olagelmişlerdir. [6,110; 61,5; 10,96-97] Kibirliler kalblerini dışardan gelecek aydınlığa öylesine kapatmışlar, Allah da onların bütün varlıklarıyla istedikleri bu sonucu yaratıp kalplerini mühürlemiştir ki gerek tekvinî, gerek tenzilî yani gerek Allahın kâinat kitabına koyduğu, gerek indirdiği Kur’ana dercettiği ilahî ayetlerin ifade ettiği gerçekleri görmeyecekler, o şan ve şerefi, o mutluluğu tadamayacaklardır. Kur’an vahiyle indirildiği gibi, onun makbul yorumu da vahiy sırrına mazhardır. Tevazu ve teslimiyetten uzak olan kibirlilere, gizli hazinelerini açmaz.
147 – Halbuki ayetlerimizi ve âhirete kavuşacaklarını yalan sayanların bütün işleri ve eserleri boşa çıkmıştır. Böyle olmayıp ne olacaktı ya? Onlar yaptıklarından başkasıyla mı karşılık göreceklerdi? Ahirete inanmadıklarından, orada da bekleyecekleri hiç bir karşılık olamaz. Mesele bu kadar vazıhtır!
148 – Rabbinin huzuruna çıkmak için Tura giden Musanın peşinden ümmeti, zinet takımlarından, böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp tanrı edindiler. Görmemişler miydi ki o heykel onlara hitap edemiyordu, kendilerine yol da gösteremiyordu. Fakat buna rağmen onu tanrı edindiler ve zalimlerden oldular. [20,85] Mısırdan çıkışın üzerinden daha üç ay geçmeden, buzağıya tapma şirki İsrailoğulları arasında başlamış oluyordu. Bunca mûcizelere rağmen, bu dönek tabiatları sebebiyle kendi soylarından olan bazı peygamberler “İsrail milletini daha ilk gecesinde kocasına ihanet eden ve kocasından başka bütün erkeklere sevgi gösteren bir kadına benzetmişlerdir.”
149 – Ne vakit ki yaptıklarının saçmalığını anlayıp son derece pişman oldular ve saptıklarını gördüler. “Yemin olsun ki” dediler, “Eğer Rabbimiz bize merha-met etmez ve bizi affetmezse, muhakkak herşeyimizi kaybedenlerden oluruz.” [20,92-94]
150 – Musa pek öfkeli ve üzgün olarak halkına dönünce: “Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini çarçabuk terk mi ettiniz!” dedi ve… levhaları yere bırakıverdi. Kardeşini başından tuttu, kendisine doğru çekiyordu. Harun ise ona: “Anamın oğlu!” dedi: “İnan ki bu millet beni fena halde hırpaladı, nerdeyse beni linç edip öldüreceklerdi. Ne olur, düşmanlarımı üstüme güldürme, beni bu zalim milletle bir tutma!”
151 – Musa: “Ya Rabbi, beni ve kardeşimi affet. Rahmetine bizi de dahil et; çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi Sensin Sen!”
152 – Buzağıya tanrı diye tapanlar var ya, işte onlara Rableri tarafından dünya hayatında bir gazap ve bir zillet gelecektir. İşte iftiracıları böyle cezalandırırız Biz! [2,54]
153 – Günahları işledikten sonra, arkasından tevbe edip iman edenler için ise Rabbin elbette Gafur ve Rahimdir: Affı ve merhameti boldur.
154 – Musanın öfkesi yatışınca, levhaları yerden aldı. Onlardaki yazıda, Rablerinden çekinenler için hidayet ve rahmet vardı. Hz. Musa mikatta iken Samirinin aldatmasıyla altından yaptığı buzağıyı putlaştırma fitnesi, Hz. Musanın dönmesinden sonra yaptığı uyarmalarla telafi edildi. Mevcut Tevratın altın buzağıyı yapma işini Hz. Haruna isnad etmesi, kabul edilemeyecek bir iftira ve cehalettir. Gelecek ayette bildirildiği üzere (Krş. Çıkış, 31,1-6; Bkz. 20,90-94), Onlar pişman olunca, Allah Teala içlerinden yetmiş temsilci seçerek dağdaki mikat yerinde tevbe etmelerini istedi. Gelecek ayet bu hususu anlatır. Bu yetmiş kişi Allahı açıkça görmek iste-yince onları yıldırım çarpmıştı (2,54-56). Tevrat, bunların, kırılan levhaların yerine yenilerini almak için mikata çağırıldıklarını bildirir.
155 – Musa ümmetinden yetmiş kişi seçti, onları alıp huzura getirdi. Gelenlerin bu kabul şerefiyle yetinmeyip Allahı açıkça görmek istemeleri üzerine onları şiddetli bir deprem yakaladı. Musa: “Ya Rabbi!” dedi, “dileseydin beni de bunları da daha önce imha ederdin. Şimdi bizi aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı helâk mi edeceksin? Bu sırf Senin bir imtihanından ibarettir. Dilediğini bu imtihanla şaşırtır, dilediğine yol gösterirsin. Sensin bizim Mevlamız, affet bizi, merhamet eyle. Sen mağfiret edenlerin en hayırlısısın!”
156 – “Bize bu dünyada da, ahirette de iyilik nasib et. Biz sana yöneldik, Senin yolunu tuttuk.” Hak Teala da şöyle buyurdu: “Ben dilediğim kimseyi cezalandırırım. Rahmetim ise her şeyi kaplar. O rahmetimi de Allaha karşı gelmekten korunan, zekât veren ve özellikle Bizim ayetlerimize iman edenlere nasib edeceğim.” [40,7; 6,54]
157 – Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve incillerde vasıfları yazılı o Peygambere tâbi olurlar. O Peygamber ki kendilerine meşrû şeyleri emre-der, kötülükleri yasaklar. Kendilerine güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona iman eden, onu destekleyen, ona yardımcı alan ve onunla beraber indirilen nûra tabi olanlar var ya, işte felaha erenler onlardır. Hz. Musa (a.s) rahmeti kendisi ve halkı için istedi. Allah Teala da bunun, ancak bütün insanlığa gönderi-lecek “Rahmet Peygamberi” olan âhirzaman elçisine uymaya bağlı olduğunu buyurmak sûretiyle bu müj-deyi, tüm insanlığa vâd buyurdu. İşte Musa kıssasının sonuçta vardığı nokta, bu rahmet şeriatının ve ahirzaman Peygamberinin ileride geleceği meselesidir. Burada Hz. Peygamber hakkında ümmi sıfatının kullanılması çok dikkate değer. Bu kelimenin “öğrenim görmemiş, okuma yazma bilmeyen” manasından başka bir de Yahudiler arasında “Kitap sahibi, yani Yahudi olmayan” (Gentil) anlamı vardır. Burada her ikisi de kastedilmiştir. Yahudiler ümmilere değer ver-mezlerdi (3,75). Allah onların yersiz kavmî gurur ve küstahlıklarını kırmak istemiştir. Hz. Peygamber (a.s) ın Tevrat ve İncilde müjdelenmesi hk. bkz. 6,20
158 – De ki: Ey insanlar ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim. O ki, göklerin ve yerin hakimiyeti Ona aittir. Ondan başka ilah yoktur. Hayatı veren de, ölümü yaratan da Odur. Öyleyse siz de Allaha ve Onun bütün kelimelerine iman eden Nebiyy-i Ümmi olan o Resûlüne inanın. Ona tabi olun ki doğru yolu bulasınız. [6,19; 11,17; 3,20]
159 – Evet! Musanın kavminden bir topluluk da vardır ki hak dinle insanları doğru yola götürür ve onunla halk içinde adaleti tatbik ederler. [3,113; 28,52-54; 2,121] Bunların kimler olduğu hakkında farklı rivayetler vardır. Fakat ayetten açıkça anlaşılan şudur ki bunlar, selefte, Hz. Musadan sonra gelen İsrail neslinde olan peygamberler ve onlara uyan âdil hükümdarlar, hak hukuk gözeten rabbaniler ve hahamlar ve bunlara tabi olan bir kısım iyi insanlardı ki, asr-ı saadette Hate-mu’l-enbiya Efendimizi (a.s) tasdik edenler de bunların halefleri olmuştur. Demek ki Hz. Musanın kavminin hepsi, yukarıda kötü halleri bildirilenler gibi haksız ve zalim değildirler, onlar farklı topluluklara ayrılmışlardır.
160 – Biz onları on iki kabileye, on iki topluluğa ayırdık. Halkı kendisinden su istediğinde ona: “Asanı taşa vur!” diye vahyettik. Derhal on iki pınar fışkırdı. Her kabile su alacağı yeri belledi. Bulutu da üzerlerine gölgelik yaptık. Kendilerine kudret helvasıyla bıldırcın da indirdik ve dedik ki: “Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yeyiniz!” Fakat onlar emrimizi dinlememekle Bize değil, asıl kendilerine zulmediyorlar, kendilerine yazık ediyorlardı. Tevrata göre (Sayılar I, 1-54) Allah Hz. Musaya, bütün İsrailoğullarını Sina çölünde toplayıp sayım yap-tırmasını emretti. On iki aşirete ayrılıp teşkilatlandılar. Hz. Yakubun on ikinci oğlu ve Hz. Musa ile Hz. Harunun dedelerinin kabilesi Levi aşireti, bunların dışında tutulup bütün aşiretlerin dinî selametleri ile görevlendirildiler. (Bkz, 5,12) Bu ayetten anladığımıza göre Sina çölünde kaldıkları sürece mûcizevî bir şekilde: 1-Su ihtiyaçları sağlandı. 2-Kavurucu güneşten korunmak için bulutlar gölgelik etti. 3-Gıda olarak bıldırcın kuşu ile kudret helvası ihsan edildi. İki milyon civarında oldukları söylenen cemaatin böyle bir düzenleme olmaksızın o çölde durmaları mümkün değildir. Fakat gelecek ayetlerin de bildirdiği üzere, devamlı sûrette nankörlük etmişler ve bu nankörlüğün sonuçlarına da katlanmak zorunda kalmışlardır.
161 – O vakit onlara denildi ki: “Şu şehre (Kudüse) yerleşin, oranın ürünlerinden dilediğiniz şekilde yeyin, yararlanın, affını diliyoruz ya Rabbî!” deyin ve şehrin kapısından tevazû ile eğilerek girin ki suçlarınızı bağışlayalım. İyi ve güzel davrananlara, ayrıca daha fazla mükâfatlar vereceğiz.”
162 – Ama aralarındaki zalimler, sözü kasden değiştirdiler, başka bir şekle soktular. Biz de zulmü âdet haline getirdikleri için üzerlerine gökten azap salı-verdik.
163 – Bir de onlara o deniz kıyısında bulunan Şehir halkının başına gelenleri sor. Hani onlar sebt (cumartesi) gününün hükmüne saygısızlık edip Allahın koyduğu sınırı çiğniyorlardı. Şöyle ki: Sebt gününün hükmünü gözettiklerinde balıklar yanlarına akın akın geliyordu; sebt yapma-dıkları gün ise gelmiyordu. İşte fasıklıkları, yoldan çıkmaları sebebiyle onları böyle imtihan ediyorduk. Bu şehrin Akabe limanına yakın Eyle şehri olduğu genellikle kabul edilir. Bu sahil şehri Hz. Süleymanın Kızıl-denizdeki donanmasının merkezi idi. Ayette bildirilen bu olay yahudilerin ne dini, ne de tarihi kitaplarında yer almıyor. Medine yahudileri tarafından bilindiği kesindir. Zira onlar birçok konuda Peygamberimize itirazları ile meşhur oldukları halde, bu hususta hiçbir itirazları olmamıştır.
164 – Hani onlardan bir cemaat: “Allahın yerle bir edeceği veya şiddetli bir felaket göndereceği şu gürûha ne diye boşuna öğüt verip duruyorsunuz?” demişti. O salih kişiler de: “Rabbinize mazeret arzedebil-mek için! Bir de ne bilirsiniz, olur ki Allaha karşı gelmekten nihayet sakınırlar ümidiyle öğüt veriyoruz” diye cevap verdiler.
165-166 – Kendilerine verilen öğütleri ve uyarıları kulak ardı edip onları bir tarafa bırakınca, içlerinden kötülükleri önlemeye çalışanları kurtarıp o zalimleri fasıklıkları yüzünden şiddetli bir azaba uğrattık. Şöyle ki: Onlar serkeşlik edip yasakları çiğnemekte ısrar edince onlara “hor ve hakir maymunlar haline gelin” diye emrettik. Şiddetli azabın, maymuna çevirme olduğu, yani bunun daha önceki cümleyi tekid ettiği söylenmiştir. Meal buna göredir.
167 – O vakit Rabbin, kıyamet gününe kadar onları kötü azaba uğratacak kimseler ortaya çıkaracağını bildirdi. Muhakkak ki Rabbin, dilediğinde cezayı çabucak veren, ama aslında Gafurdur, Rahimdir: Affı ve merhameti boldur.
168 – Onları parça parça topluluklar halinde dünyanın her yerine dağıttık. Aralarında iyi kimseler de vardı, iyi olmayanlar da. Kötülüklerden dönüş yaparlar diye onları gâh nimetler, gâh musibetlerle imtihan ettik.
169 – Onlardan sonra hayırsız bir nesil geldi ki bunlar Kitaba (Tevrata) varis oldular, ama ayetleri tahrif etme karşılığında şu değersiz dünya metaını alıp “Nasılsa affa nail oluruz!” düşüncesiyle hareket ettiler. Af umarken bile, öbür yandan yine gayr-ı meşrû bir meta, bir rüşvet zuhûr etse, onu da alırlar. Peki onlardan, Allah hakkında hak ve gerçek olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair Kitapta mevcut hükümler uyarınca söz alınmamış mıydı? Ve Kitabın içindekileri ders edinip okumamışlar mıydı? Halbuki ebedi ahiret yurdu, Allaha karşı gelmekten sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. Hâla aklınızı başınıza almayacak mısınız?
170 – Kitaba sarılanlar ve namazı hakkı ile ifa edenler bilsinler ki, Biz iyilik için çalışanların mükâfatlarını asla zâyi etmeyiz.
171 – Hem bir vakit biz o Dağı bir gölgelik gibi İsrailoğullarının başlarının üstüne kaldırmıştık da onlar, dağın üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. O zaman demiştik ki: Size verdiğimiz bu Kitaba ciddiyetle sarılın ve içindeki gerçekleri düşünüp hiç hatırınızdan çıkarmayın ki Allahı sayıp kötülüklerden sakınasınız.
172-173 – Rabbinin Âdem evlatlarından, misak aldığını da düşünün: Rabbin onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onların kendileri hakkında şahitliklerini isteyerek “Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurunca onlar da “Elbette!” diye ikrar etmişlerdi. Kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu!” yahut, “Ne yapalım, daha önce babalarımız Allaha şirk koştular, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları sebebiyle bizi imha mı edeceksin?” gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu ikrarı aldı. [30,30; 57,8] Bu ayette Cenab-ı Allah, Kendisini Rab kabul ettiklerine dair insanlardan ikrar aldığını bildirmektedir. Bu ahdin zaman ve mekânı hakkında farklı anlayışlar mevcuttur. Ayet-i Kerime bu esas prensibi kesin olarak ortaya koymakla beraber, işin cereyan tarzını kesin olarak bildirmediğinden anlayış farkları ortaya çıkmıştır. Şöyle ki: a-Babasının sulbünden ayrıldığı sırada olmuştur. b-Baba sulbünden çıkıp ana rahmine düşerek yumurtayı döllemesiyle ceninin oluşmasını müteakip ruh üflenme vaktinde (takriben dört aylık iken) olmuştur. c-Büluğa erme çağında Allahın nimetlerine ve Rububiyetine bizzat şahit olmaları tarzında olmuştur. Bu yorumu yapanlar ayette temsili (sembolik) bir anlatım olduğunu düşünürler ve derler ki: Allah varlığının, birliğinin delillerini kâinata yerleştirmiştir. Kendi varlıklarına yerleştirdiği akılları da buna tanıklık etmiştir. Bunları yapmakla, insanın Rabbini ikrar etmesi için bütün şartları hazırlamasıyla âdeta onun şahitliğini almış saymıştır. d-İnsanlığın babası Hz. Âdemin sulbünden kıyamete kadar gelecek bütün zürriyetini çıkarıp onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. Onlar da: “Elbette” dediler. Ve o gün takdir kalemi, kıyamete kadar olacak şeyleri yazdı, bitirdi. Bu son izah aslında çeşitli tariklerden hadis olarak rivayet edilmiştir. Tefsircilerin ekserisi bunu kabul ettikleri gibi, müslümanlar arasında en yaygın inanç da budur. Bütün insanların aslını teşkil eden genlerin, bütün insanların Babasının sulbüne sığabileceğini genetik biliminden öğrenmekteyiz. Allah rûhlar aleminde bu ilk ahdi almış olup, bizlerin “kalû belâdan” beri müslüman olmamıza mani yoktur. Allahın kudreti böyle yapmayı dilemişse öyledir. Vallahu a’lem.
174 – İşte Biz böylece, ayetleri iyice açıklıyoruz, olur ki düşünürler de inkârlarından dönüş yaparlar.
175-176 – Onlara, kendisine ayetlerimiz hakkında ilim nasib ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat: Evet, o adam bu ilme rağmen o ayetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o ayetler sayesinde yüksek bir mevkiye çıkarırdık, lakin o yere saplandı ve hevasının esiri oldu. Onun hali tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da yine dilini salar solur! İşte bu, tıpkı âyetlerimizi yalan sayan kimselerin misalidir. Sen olayı onlara anlat, olur ki düşünüp kendilerine çekidüzen verirler.
177 – Ayetlerimizi yalan sayarak sırf kendi kendile-rine zulmeden o kimselerin hali, ne çirkin bir ibret levhasıdır!
178 – Allah kime hidayet ederse işte doğru yolu bulan odur; kimi de şaşırtırsa işte onlar da kaybedenlerin ta kendileridir.
179 – Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalbleri vardır ama bu kalblerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmez-ler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır. [46,26; 2,18; 8,23; 22,46; 2,171]
180 – En güzel isimler Allahındır, o halde bu isimlerle Ona dua edin. Onun isimleri konusunda haktan sapanları terkedin. Onlar işlediklerinin cezasını çekeceklerdir. Allah Teala sayılamayacak kadar fazla güzel fiilleri ve eserleri ile Kendisini tanıtmaktadır. Bu fiillerin kaynağı Onun güzel isimleri, isimlerin kaynağı da zatî ve sübûtî sıfatlarıdır. Allah Kendisini nasıl tanıtıyorsa insanın da öyle tanıması gerekir. Yoksa insan kendi sınırlı akıl ve duyuları ile Allahı tavsif etmeye kalkarsa ciddî eksiklikler ve yanlışlar yapabilir. Kur’an, Allahı ulûhiyetin niha-yetsiz hususiyetlerini ortaya koyacak en güzel isimlerle tanıtır. Bu ilahî isimler vasıtasıyla insan, yaşayışının her türlü durumunda Allah ile bir bağ kurma imkânına kavuşur. Esma-yı hüsnanın en önemli işlevi Allah ile insan, insan ile Allah arasında münasebetleri en ideal bir seviyede gerçekleştirmektir. Kur’an, insanlığa indirdiği esma-yı hüsna bağları ile, şirkin ayrı ayrı tanrılara dağıttığı birçok kavramı, Allah ile münasebete koyar. Böylece bu isimler, insanlık için mümkün olan en yüksek seviyede bir marifetullahı gerçekleştirirler. Hz. Peygam-ber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allahın 99 ismi vardır. Kim bunları bellerse, bunlarla Allahı zikrederse cennete girer.” Alimlerin çoğuna göre, esma-yı hüsna tevkifîdir, yani dinde hangileri bildirilmiş ise yalnız onlar kullanılır. Mesela: “Allah Alimdir”, denir, ama aynı mânaya geli-yor diye “Allah Ariftir, Fatindir, Bilgedir” denilmez. Alla-ha yaraşmayan isimler vermek, veya vasfettiği bazı isimleri Ona vermemek, Onun isimlerini putlar hakkında kullanmak, yahut o isimleri te’villerle gerçeğinden saptırmak tarzlarında olur. Mezkûr yanlışlardan her biri, Allahın isimleri konusunda “haktan sapma” ya girer.
181 – Yarattıklarımız içinde, daima Hakka giden yolu gösteren ve onunla adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır. Hz. Peygamber (a.s.m) “İsa nüzul edinceye kadar ümmetim içinde, hak üzere kaim olan bir topluluk eksik olmayacaktır.” Bir rivayette: “Kıyamet kopuncaya kadar, hak üzere kaim olan bir topluluk eksik olmayacaktır” buyurmuştur.
182 – Ayetlerimizi yalan sayanları, farkına varamayacakları şekilde yavaş yavaş helâke yaklaştırırız. [6,44-45]
183 – Ben onlara mühlet veririm; fakat vakti gelin-ce Benim cezalandırmam pek kesin ve şiddetlidir.
184 – Bunlar hiç düşünmediler mi ki kendilerine tebliğde bulunan arkadaşları Muhammedde delilikten hiçbir eser yoktur. O sadece ilerideki tehlikelerden kurtarmak için görevli bir uyarıcıdır. [34,46; 81,22]
185 – Hiç düşünmezler mi göklerin ve yerin hükümranlığını, o muazzam saltanatı? Düşünmezler mi Allahın yarattığı herhangi bir mahluktaki ilahî düzenlemeyi? Onu da düşünmezlerse bari ecellerinin yaklaşmış olabileceği ihtimalini? O halde buna iman etmedikten sonra, daha hangi söze inanırlar?
186 – Allah kimi şaşırtırsa onu doğru yola getirecek yoktur. Allah onları azgınlıkları içinde bırakır, körükörüne yuvarlanır giderler. [5,41; 10,101]
187 – Sana kıyametin ne zaman geleceğini sorarlar. De ki: “Onun ne zaman geleceğine dair bilgi yalnız Rabbimin nezdindedir. Vaktini Ondan başkası açıkla-yamaz. O kıyamet öyle bir meseledir ki, ne göklerde ve ne de yerde ona tahammül edecek hiç kimse yoktur!” O size ansızın gelecektir. Sen sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Ona dair gerçek bilgi yalnız Allahın nezdindedir; ama insanların çoğu bunu bilmezler.” [21,38; 42,18]
188 – De ki: “Ben kendim için bile Allah dileme-dikçe hiçbir şeye kadir değilim: Ne fayda sağlayabili-rim, ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim. Şayet gaybı bilseydim elbette çok mal mülk elde ederdim, bana hiç fenalık da dokunmazdı. Ama ben iman edecek kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.” [72,26] Bu iki ayet, hak din olan İslamın başlıca delillerini pek güzel özetlemiştir. 1-Hz. Muhammed (a.s) gibi son derece akıllı, son derece dürüst, güvenilir, güzel ahlakın her bölümünde mükemmel bir şahsiyetin onu tebliğ edip yaşamasında tatbik etmesi. 2-Göklerin, yerin ve her bir yaratığın iyice incelenmesi, o mükemmel nizamın, her şeye kadir mükemmel bir Yaratıcısının mutlaka bulunduğu. 3-Âciz ve fanî olan insanın, diğer bütün insanlar gibi dünyadan ayrılacağı gerçeği. Bütün hayatları emanet veren, onları istisnasız geri alıyor. Şimdiye kadar gerçeği anlamadıysa, bari imtihan vakti dolmak üzere iken fırsatı değerlendirip, Hakka dönmeli. Hasılı, bu üç külli delilden de anlamayan insanın gerçeği bulmasına yol kalmamıştır.
189 – Odur ki sizi bir tek candan yarattı ve bundan da, gönlü kendisine ısınsın diye eşini yarattı. Erkek eşini sarıp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi, hamile kaldı. Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca her ikisi de Rableri olan Allaha yönelip “Eğer bize sağlıklı, kusursuz bir evlat verirsen mutlaka Sana şükreden kullarından oluruz” diye yalvardılar. [4,1; 49,13; 30,21]
190 – Fakat Allah kendilerine kusursuz bir çocuk verince, annesi de babası da ölçüyü kaçırıp verdiği çocuk sebebiyle şirke bulaştılar. Tuttular, Allaha birtakım şerikler yakıştırdılar. Halbuki Allah onların yakıştırdıkları her türlü ortaktan münezzehtir.
191-193 – Ona hiç bir şey yaratmaya güç yetiremeyen, zaten kendileri de yaratılıp duran mahlukları mı eş ortak sayıyorlar? Halbuki o şerikler, kendilerini putlaştıranların imdadına yetişemezler. Şayet siz onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. O müşrikleri siz ha hakka çağır mışsınız, ha susmuş-sunuz, size karşı onların durumu aynıdır. [22,73-74; 37,95; 37,93; 21,58]
194-195 – Allahtan başka dua ve ibadet ettiğiniz bütün putlar, sizin gibi kullardır. Onların tanrılığı hakkın-daki iddianız yerinde ise, haydi bakalım onları çağırın da size cevap versinler bakalım! Nasıl icabet edecekler ki, onların yürüyecek ayakları mı var? Yoksa tutacak elleri mi var? Veya görecek gözleri mi var? Yahut işitecek kulakları mı var, neleri var? De ki: Haydi bütün şeriklerinizi çağırın, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun, haydi elinizden geliyorsa bir an bile göz açtırmayın!
196 – Zira benim Mevlam o Kitabı indiren Allahtır ve O bütün iyi kullarının velisi olup onları korur. [11,54-56; 26,75-78; 43,26-28]
197 – Allahtan başka yardımınıza çağırdığınız tanrılarınız ise sizin imdadınıza yetişemezler, hatta kendilerine bile fayda ve yardımları dokunmaz.
198 – Siz o müşrikleri (veya putları) doğru yola davet ederseniz işitmezler. Onların sana baktığını görürsün ama, aslında onlar görmezler. [35,14]
199 – Sen af ve müsamaha yolunu tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme.
200 – Her ne zaman Şeytandan bir fit gelip seni gıdıklayacak olursa, hemen Allaha sığın. Çünkü o duaları işitip icabet eder ve her şeyi bilir. Allahın emirlerine ve rızasına aykırı tarafa çeken, içten içe dürten herhangi bir vesvese gelirse, müminin Allaha sığınması, istiaze kalesine girmesi emrolunuyor. İnanç esasları, ibadetler, haramlar, insanlara karşı davranışlar, hülasa insanın hayatında karşılaşacağı her türlü durumda vesveseye maruz kalınca Allaha yönelmek, Onun korumasına girmek gerekir. Ayetin muhatabı zahiren Hz. Peygamber olmakla beraber, aslında bütün insanlara hitab etmektedir.
201 – Allaha karşı gelmekten sakınanlara Şeytandan bir hayal sinyali ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahib olurlar. Allaha karşı gelmekten sakınanlar, müttakiler, kendilerini tam emniyette hissetmezler. Şeytan onları da etkilemeye çalışır. Fakat onlar bunu bildiklerinden, Şeytanın bir tayf, bir hayal eseri gibi bir etkisine maruz kalıp gözleri bulanabilir. Ama çok geçmeden gerçeği sezer, Allaha sığınmak gerektiğini hatırlar, basiretleri açılır, vartadan kurtulurlar.
202 – Şeytanların dostlarına gelince, şeytanlar on-ları azgınlığa sürükler, sonra da yakalarını bırakmazlar.
203 – Onlara keyfi olarak istedikleri bir ayet veya mûcize getirmediğin zaman “hiç değilse birşeyler bulup buluştursaydın yâ!” derler. De ki: “Ben, sadece Rabbimden ne vahyolunursa ona tabi olurum. Bütün bu Kur’an Rabbinizden gelen basiretlerdir, gönül gözlerini açan gerçekleri gösteren nurlardır. İman edecek kimseler için bir hidayet ve rahmettir.”
204 – Öyle ise, Kur’an okunduğunda hemen ona kulak verin, susup dinleyin ki merhamete nail olasınız. Gerek namazda, gerek namaz dışında Kur’an okunurken sükût edip sükûnet ve huşû ile, bilenlerin manalarını da düşünmeye çalışarak dinlemeleri gerekir.
205 – Sabah ve akşam Rabbini, içinden yalvararak, ürpererek ve yüksek olmayan, kendinin işitebileceği bir sesle zikret, gafillerden olma! [17,110; 76,25]
206 – Rabbine yakın melekler Ona kulluk ve ibadet etmekten asla kibirlenmez, hep Onu tenzih ederler ve yalnız Ona secde ederler. Kur’an-ı Kerimde 14 ayetin okunması veya dinlenilmesi sırasında “tilavet secdesi” yapılır. Bu secdeyi yapmak vaciptir. Mushaf-ı Şerifteki sıraya göre bu ayetler şunlardır: Araf, 206; Ra’d 15; Nahl 49; İsra 107; Meryem 58; Hac 18; Furkan 60; Neml 25; Secde 15; Sad 24; Fussilet 38; Necm 62; İnşikak 21; Alak 19.