Kalemini aldı eline. Gecedeydi. Şehrin ışıkları işte yine yanıyordu karşısında… Rahatça koltuğuna oturmuş, kahvesi elinde, kâğıdı bembeyaz bir şekilde kendisini beklemekteydi. Evde sessizlik hâkimdi. Ses yok, gürültü yok, herhangi bir kaygı ve telaş yoktu kendisinin zihnini kurcalayacak.
Derinden aldığı nefesi verdi güçlü bir şekilde. “Haydi, başla” komutuydu bu kendine. Kalemi kâğıda değdirdi. Değdirdi. Ama hayır! Ters gitmişti bir şeyler. Çünkü olmamıştı istediği. Tıkanmıştı sanki kaleminin ucu…
Dökülmüyordu kaleminin ucundan bir kelime, bir hece. Umursamadı önce. Kalemi indirdi. Zihninde toparladı yazacaklarını. Girişi oluşturdu, o çok sakin beyninde. Gülümseyiverdi gayri ihtiyari. İstediğini elde etmiş edasını yansıtıyordu şimdi.
Yine aldı kalemini eline. Aynı komut verildi. Aynı fiil işlendi. Yine hayır! İşte yine tıkanıvermişti kalemin ucu. Zincirlenmişti sanki bir anda. Sinirlenmemeye çalıştı. Olabilirdi böyle şeyler.
Bazen bazı kıymet verilenler, ancak bazı kıymetlilerden yahut emek harcanabilmesi şartıyla kabul edilen fiillerden sonra elde edilirdi.
Derin bir nefes aldı tekrar. Üzerinde daha buharı yükselen kahvesi onu davet ediyordu. İstemedi. Eliyle uzaklaştırdı kendisinden. Sıcacık kahve soğumuştu gözünde…
Sakin kalmaya çalıştı. Kalemi yine bıraktı. Sonra yine aldı. Olmadı. Yine bıraktı ve yine aldı. Ve yine olmadı. Tekrarlandı birkaç kez. Artık sakin kalmak zorlaşıyordu. Çünkü sinirlenmesine sadece birkaç deneme ve belki de saniyeler kalmıştı.
Değil saniye, dakikalara ulaşmış; yarım saati aşmıştı denemeleri. Şimdi kavgalar veriliyor, hesaplar soruluyordu; dakikalar öncesine kadar hiçbir kıpırtının görülmediği engin zihin ve beyin okyanuslarında. Ve şimdi fırtınalar esiyordu, gereğinden fazla sakin ve gamsız deniz sularında. Sıkıldı. Keyifli mırıltıların ve rahat nefes egzersizlerinin yerini oflamalar, puflamalar almıştı şimdi. Tutmaktan ellerinin terlediği kalemi, tek bir çiziğin dahi kendisinde oluşmadığı beyaz kâğıda bir defa daha sitemle bıraktı. Bir anlam veremedi hâline.
Neden şen-şakrak hikâyelerini yazamıyordu ki? Ne olmuştu şimdi? Neden buyur etmiyordu kalemi, rengârenk öykülerini bembeyaz kâğıda? Oysa ne de özenle dökerdi hayatın acısından, insanların sıkıntılarından soyutlanmış hayallerini, kaleminin narin dokunuşunu bekleyen zarif satırlara.
Kaleminin ucu yerine dirseklerini bitiştirdi kâğıda. Ardından kafasını dayadı dirseklerine. Yoğun bir düşünce ve fikir üretme aşamasındaydı şu an. Düşündü, düşündü, düşündü. Ağır gelmiş olacak ki kapandı gözleri gecenin bir yarısında, kalemin hemen yanı başı, masanın yatak naipliğine geçiverdiği bir anda…
Nerede olduğunu kestiremedi. Deniz kenarındaydı. Suların serinliğini hissedebiliyordu ayaklarında. Deniz dalgalarının kıyıya vuruş sesleri dolduruyordu kulaklarını. Temiz bir rüzgâr esiyordu. Hissediyordu.
İleriye baktı. Uzaklarda, yere kıvrılmış bir karaltı gördü. Dikkatini çekmişti ne olduğu belli olmayan şahıs yahut eşya. Yürüdü. Sıklaştırdı adımlarını. Hala serin rüzgâr esiyor, dalgalar ayaklarına vuruyordu olanca hızlarıyla. Kumsalı koşarak turluyordu şimdi. Yaklaşmıştı gördüğü şeye.
Adını koyamadı önce. Biraz daha yaklaşmayı bekledi. Yaklaştı, yaklaştı.
Şimdi anlaşılmıştı her şey! Sustu önce. Hiçbir tepki vermedi. Kalakaldı, derlerdi ya. İşte tam öyleydi şimdi. Dizlerinin çözüldü bağı. Düştü dizleri üstüne. Hemen iki adım ötesinde belki daha da yakınındaydı. Titredi baştanbaşa. Elini uzattı önündeki cansız bedene. Yapamadı. Geri çekti elini.
Sonra yine uzandı eli, yüz üstü yere serilmiş, üzerindeki kırmızı tişörtüyle kumsal kumlarına bulanmış bebeğe. Parmak uçları ile dokundu hafifçe. Ölümün soğukluğunu hissetti iliklerine kadar. Ölmüştü. Buz gibi bir ölümle… Hem acımasızca boğan hem de ağzı, burnu azgın sularla doldurup; boğazı bıçak gibi kesen bir ölümle. Gözlerin yuvalarından fırlarcasına açıldığı bir ölümle… Bedenin suyla şişip, insan bedeni olmaktan çıktığı bir ölümle…
Hala suskun, hâlâ şaşkın ve hâlâ hayretteydi. Bir bebeğin burada, bu deniz kenarında bir başına ne işi vardı. Bebeği sarstı sonra. Canlılık yok. Hareket yok. Kıpırtı yok.
Daha fazla duramadı yaşları, göz katmanlarında. Taşıyamadı göz kapakları, gelen gözyaşı dalgalarını. Şimdi minik bebeğe vuran deniz dalgalarını yalnız bırakmıyordu damla damla gözyaşları. Anlamıştı artık. Tanımıştı önündeki minik cesedi. Bu Aylan`dı!
Sadece bu, yeterliydi her şeyi anlatmaya. Canlı canlı şahitti ya minik bebeğin cesedine… Gerek kalmamıştı hiçbir yoruma. Ne bir tercüman tercüme edebilirdi bu anı, ne de dünyanın en kapsamları sözlüklerinde yer alabilirdi bu anın ve mekânın tanımı…
Ağlıyordu şimdi. Doyasıya… Hıçkıra hıçkıra. Aylan bebeği aldı sonra ellerine. Göğsüne bastırdı sıkıca. İçine sokarcasına bastırmıştı şimdi bebeği kendine. Sanki onu ısıtırsa o da ısınacak, böylece ölümün soğukluğu küçücük bedeninden uzaklaşıverecekti.
Ama hayır! Bebek hala aynı hal ve aynı vaziyetteydi. Aynı soğukluk hala küçücük yanaklarında aşikârane hissediliyordu. Gözleri kapalıydı sıkı sıkıya. Öylesine kapatmıştı ki gözlerini, sanki küsmüştü bütün bir dünyaya. Fani dünyadaki fani yaratıklar bilemeyince nazik vücudunun kıymetini, nazenin zatının mahiyetini; o da yönelmişti kıymetlilerin en kıymetlisine. Minik gözlerini açmıştı ebediyet âlemine. Sonsuzluk serüvenine. Kendisinde onur, izzet ve küçük yaşına rağmen şehadeti taşıyarak… Gerisinde ise insanlara utanç, zillet ve rezalet damgasını vurarak…
O ise hala ağlıyordu. Bulunduğu mekânın, mevki ve zamanın neresi olduğunun bilincinde olmadan… Çünkü bulunduğu ortam değişmiş şimdi bambaşka bir mekân ağırlamıştı kendisini. Kendisini neyin beklediğini, ne ile karşılaşacağını bilmeden…
Çok başka bir mekândaydı şimdi. Ne kıyısında yürüyebileceği bir sahil ne ayaklarına buz gibi soğuğu hissettiren deniz dalgaları vardı. Ne bir serinlik ne bir ıslaklık… Kupkuruydu her yer.
Toz toprak vardı her tarafta. Yakıcı bir sıcaklık hissediliyordu. Ve genzi yakan bir koku geliyordu burnuna. Dayanılmazdı. Zorluyordu kendini, dayanabilmek için. Hatta nefesini dahi tuttu. Bırakmadı o dayanılmaz koku giriversin göğüs kafesine. Ama nefesti bu, uzun sürmedi nefessizliği. En fazla ne kadar dayanabilirdi ki? Bıraktı nefesini, katlanmalıydı tarifi imkânsız kokuya.
Hissetmemeye, fark etmemeye çalıştı. Uzaklara bakmaya, ilerilerine göz gezdirmeye başladı. Düzlük bir alandaydı. Ne bir ağaç vardı etrafında, ne bir yeşillik, ne de suya dair bir alameti nişane. Gözleri küçüldü, kısılıverdi güneşin yakıcı ışınları altında. Ellerini siper yaptı sonra.
Daha bir özenle baktı ileriye. Göğe yükselen siyah karartılar gördü. Baktı, baktı. Dumanlar yükseliyordu evet. Siyah, ince ve hafif bir yükselişle… Bomboş, kuru, düz ve hiçbir yaşam alametinin görünmediği bir mevzide yapabileceği tek şey, şu yükselen dumana doğru koşmak olmalıydı.
Koştu. Sıcak kumlar, çıplak ayaklarını yakıyordu. Alev alevdi ayak tabanları. Şimdi koşup, seyrini devam ettirdiği güzergâhta ve geride bıraktığı mesafede toz bulutları oluşmuş, toz kümeleri kalmıştı kendisinden geriye.
Koştu yine, koştu. Koştukça susuzluk hissi hissettirmişti kendini. Alnının bitiş yerlerinde ve şakaklarında iri damlalı terler boy göstermişti şimdi. Dilinin damağına yapışır gibi olduğunu hissetti. Nefes nefeseydi. Aldığı nefes akciğerlerine batıyordu. Bir ara durdu. Avuçlarıyla diz kapaklarını tutuverdi. Nefesini kontrol etmeye çalışıyordu. Ne gariptir ki koşmamak için de engelleyemiyordu kendini.
Doğruldu. Koşmak için derinden bir nefes aldı ve yine koşmaya başladı. Bir süre sonra gözlerini kapatıp dümdüz yolda hızla yol almaya başlamıştı. Koşuyordu. Ama sonra… Aniden çarptığı bir şey bütün dengesini kaybetmesine sebep olmuştu. Hızla koşması sebebiyle aniden frenler gibi çarptığı her neyse feci bir şekilde sendelemesine yol açmıştı. Acayiptir ki çarptığı şey alevlenmiş kor sıcaklığındaydı. Ayağı yanmış, acısından tek ayaküstünde zıplamaya, oradan oraya sendelemeye başlamıştı. Ancak bu sefer de bir başka şeyin üstüne basmıştı. Ve ayağı altındaki şey, kendisinin tüm ağırlığıyla basmasıyla cam misali parçalanıvermişti.
Öfke ve sinirin son haddindeydi. Hem bu bastığı şey de ateş gibi sıcak, kömür gibi yakıcıydı. Artık her iki ayağı da alev alevdi. Çaresizce yere çömeldi. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Şimdi oturmuş ve çocuklar misali bir ayağının altını elleriyle kaldırıp, ağzıyla üfleyerek yanık acısını dindirmek istiyor, bir diğer ayağına da aynı işlemi uyguluyordu. Ancak sonra…
Bir an gözleri önündeki manzaraya takıldı. İri iri açıldı gözleri. Ürperdi. Titredi. Elinde olmadan geriledi biçare. Şoktaydı. Ayaklarını tuttuğu elleri şimdi gözlerini kapatıyordu. Sıkı sıkıya bastırmıştı ellerini gözlerine. Gördüğü dehşetti, korkunçtu, felaketti. Karşılaştığının hayal ya da rüya olmasını temenni etti milyon defa. Araladı parmaklarını yavaşça, endişeyle. Hayır, işte yine aynı manzara karşısındaydı. Hala aynı dehşet aynı felaket ve aynı vahşet…
Meğer çarpıp, sendelediği engel bir insan cesediymiş. Daha ilk andan beri duyduğu dehşet verici koku işte bu cesetten geliyormuş. Hem ayağına değip, ayağını yakan ve kendisinin üstüne basıp ayak tabanlarına alev sıcaklığını tattıran da bu cesetmiş. Tutamadı kendini. Avazının çıktığı kadar bağırmaya başladı. Sadece bağırıyordu. Kulakları yırtarcasına bağırıyordu.
Gözyaşları işte akıyordu şimdi. Durmadan ağlıyor, son sesiyle bağırıyordu. Bütün bir arazi şimdi sadece onun haykırışıyla inliyordu. Feryattaydı. Parçalanıyordu sanki diri diri. Yüreği alev alevdi. Tıpkı karşısında alevlere verilmiş, ateşlerde yakılıp pişirilmiş insan cesedi gibi. Çünkü karşısında yanmış, kül olmuş bir cesed, siyahlaşıp, kararmış bir iskelet vardı. Aslında geriye kalanın bir beden yahut iskelet bütünü olduğuna bin şahit lazımdı.
Şimdi karşında yere serilmiş olan, kendisi gibi bir insan mıydı? Her şey gerçekti. Karşısında cayır cayır yanmış, kül olmuş bir insan vardı. Baştan beri duyulan dayanılmaz koku, yanan insanın etinden, ateşe verilen insanın bedeninden geliyormuş oysa. Hem ayağına takılıp, sendelemesine yol açan engel de yine şu yanmış insanın, kül olmuş göğüs kafesiymiş. Üzerine basıp, kırdığı, toz toprak ettiği şeyse, bu vahşete maruz kalan gariban bedenin, masum vücudun kol kemiği, dirseğiymiş.
Çığlıkları yükseldi bir an. Kendi cinsinden bir varlığa basmış, hemcinsinin bedenini parçalamıştı. Bir insanı ezmiş, çiğnemişti. Çaresizce ağlıyor, sesli hıçkırıkları bazen çığlıklara bazen haykırışlara dönüşüyordu.
Şimdi ne o dayanılmaz koku tesir ediyordu genzine ne de damağına yapışan dili, susuzluk hissini gönderiyordu beynine. Akciğerlerine bıçak gibi kesen sancılar saplansa ne yazardı artık! Ayağının sadece dış katmanını biraz hararetlendiren sıcaklık, çöl sıcağında artsaydı ne olacaktı bundan sonra? Karşısında tanımlanabilecek, adı dahi konulamayacak organ ve uzuvlar olmazken, kalmamışken. Artık su içse ne olacak, rahat evinde otursa ne yapacaktı?
Yanmış beden, nasıl tekrar insan suretine girecekti? Küle dönmüş organlar nasıl eski işlevine sahip olacaktı? Şu bakılması dahi azap ve ıstırap veren ve şekilden çıkmış gözler ve kulaklar nasıl yepyeni ve sapasağlam olacaktı? Hayır. Yapacak hiçbir şeyi yoktu. Dehşetle açılmış gözlerinden boşalan yaşlar vardı sadece. Yer yoktu. Zaman yoktu. Özne, kişi, şahıs yoktu şimdi.
Burası yeryüzü, şu önünde kanı dahi yanıp, kuruyan ceset insan ve bu alçaklık ve vahşeti, adı konulamayacak canavarlığı yapanlar da insan olamazlardı. Bir insan bir insana bu yamyamlığı yapamazdı. Oysa her şey gerçek ve ayan beyan ortadaydı. Kanlı canlı… Ne kan kalmıştı şimdi ne de can. Çünkü yer Arakan’dı. Ve öldürülüp yakılan, kül haline getirilip insan suretinden çıkarılan Müslüman’dı.
Hem kendi cinsinden insan hem din kardeşi Müslüman yatıyordu, yanmış ve kül olmuş halde gözlerinin önünde. Sarsılarak ağlıyordu. Sesi kontrolden çoktan çıkmıştı. Haddi hesabı yoktu artık sesinin ve haykırışlarının. Adı konulamıyordu, ismi verilemiyordu ve tarifi açıklanamıyordu asla. Sadece ağlamak ve haykırmak vardı şimdi onun için. Bir başka mekâna ve zamana geçmiş olduğunu fark etmeksizin, anlamaksızın…
Ağlıyordu. Sarsıla sarsıla ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir tepeliğin üstündeydi. Ayakta duramıyordu. Önünde sonsuza uzanan bir arazi vardı. Ve eşilip doldurulmuş, tepe tepe olmuş çukurlarla doluydu düz arazi. Mezarlıklar dizilmişti ard arda. Sayılamazdı. Oldukça fazlaydı. Sonu gözükmüyordu zaten. Tamamı vahşice öldürülüp, katledilmiş Müslümanlara aitti. Bütün mezarlıklarda mazlum, masum ve gariban insanların delik deşik edilmiş bedenleri, vücutları mevcuttu şimdi. Ürperdi. Titredi baştan sona. Toprak zemine çöktü sonra. Ölmüş Müslüman kardeşleri önündeydi şimdi. Çaresizdi. Acizdi. Ağlıyordu. Yine ve hala…
İrkildi birden bire. Gözlerini açtı. Korku ve dehşet vardı gözlerinde. Yanaklarından süzülen sıcak damlaları hissetti. Ağlamıştı. Başını yasladığı elleri ıslaktı. Masası üstüne bıraktığı beyaz kâğıdı da ıslanmıştı. Şoktaydı. Bir an nerede, ne zamanda olduğunu kavrayamadı zihni. Kan kırmızısına dönen gözlerini kapattı. Başını sağa sola salladı. Uyanmıştı. Rüyaydı gördükleri.
Rüya değil aslında dehşet, korkunç ve gerçek bir kâbustu. Oturduğu sandalyesinden kalktı. Odasının kapısını açıp, dışarı çıktı. Banyoya gitti. Musluğu açıp elini, yüzünü yıkadı. Hemen yan tarafında asılı duran havluyla kuruladı yüzünü. Aynaya baktı sonra. Ne uyumuş gibiydi ne de uyanmış. Yüzü kurumuş olsa da yine de ıslaktı gözleri.
Endişe ve huzursuzluk belirmişti gözlerinde. Gözlerine bakmaya devam etti. Sonra rüyasında gördüğü yanmış aslında kül olmuş bedenin, baş ve yüzü andıran yanmış bölgeleri geldi gözünün önüne. Hızla çevirdi başını. Sanki yeniden o yanık kokusunu duyar olmuştu. Korkunçtu.
Odasına geçti. Sandalyesine oturdu. Darmadağındı. Karmakarışıktı. Gözlerini açsa karaya vurmuş minik Aylan bebek karşısındaydı. Başka yöne çevirse, başka noktaya baksa o ateşe verilmiş Müslüman hala yanmaktaydı.
Kapattı sonra gözlerini sıkıca. Unutmak, hatırlamamak için. Ancak ne mümkün! Hayır, işte şimdi de sayısız mezarlık, kabir, tek tek sayılıyordu gözleri önünde. Bağırmak istedi. Saate kaydı ister istemez gözleri. Gecenin bir vaktinde bağıramazdı. Gözleri bağıracaktı o zaman… Doldu, doldu ve taştı. Ağladı bir süre.
İlerlemişti vakit. Dolabından peçetelerini çıkardı. Gözlerini sildi. Derinden nefes alıp, vermeye başladı. Zorladı beynini. Toparlanmalıydı. Önündeki ıslanmış sonra kurumuş kâğıdı kaldırdı. Yeni ve temiz bir sayfayı koydu önüne. Kalemini aradı gözleri. Bulup, eline aldı. Kapattı gözlerini. Kâğıda dökülecek ilk kelimeyi arıyordu zihni. Değdi kalemi kâğıda.
…
Özür dilerim…
Sizlere uzatabileceğim ellerimi sizden esirgediğim için. Sizi azgın ve öfkeli deniz sularına terk ettiğim için. Oysa sizi denizlere düşmekten alıkoyacak, soğuk suyla aranıza set, engel koyabilecek güce sahiptim. Meğer minik bir bebeğin elinden tutamayacak kadar güçsüz, aciz ve gafilmişim. Özür dilerim.
Şimdi fark ettim. Aslında ben körmüşüm. Bütün bir ömür boyunca baktığımı, gördüğümü sanırdım. Hatta en çok görenin ve en iyi görenin kendim olduğumu iddia ederdim. Yanılmışım.
Ben hiçbir şeyi görmemişim. Ne sizin çaresizliğinizi görebilmişim ne de gözlerinizdeki yakıcı gözyaşlarını fark edebilmişim. Özür dilerim.
Siz aklıma her geldiğinizde, zihnimde asla unutamayacağım halleriniz, görüntüleriniz her oluşuverdiğinde utanç duyuyorum kendimden.
İşte şu kocamış ben. Ve bana ders veren minik bedenli ama büyük yürekli, cesur, yaşına rağmen muallim olan miniğim. Senden gerçekten özür dilerim. Seni tutamadım. Soğuktan koruyamadım. Azgın sudan çıkaramadım. Hastalığımdan değil, sakatlığımdan değil, öldüğümden değil… Sağlamdım, ayaktaydım ve yaşamaktaydım. Tembelliğimden, acizliğimden, gafilliğimden seni tutmadım. O kadar tembeldim o kadar uyurgezerdim ki gözlerimi açmaya dahi tenezzül etmedim.
Biliyorum özrüm kabahatimin yerini asla tutmaz. Ne giden gelir ne can veren dirilir. Yine de utanarak diyorum ki, özür dilerim.
O kadar sağırmışım o kadar duymazmışım ki; ateşlerde yanarken semaya yükselen çığlıklarınızı duymamışım. Sizin bağırışlarınız, haykırışlarınız benim zarı yırtılmış kulaklarımı çınlatmamış. Beynimde zonklamamış yakarışlarınız. “Ey Müslümanlar neredesiniz” çığlıklarınızı bile duymamışım, alınmamışım üstüme. Hep başka Müslümanları suçlamış, sorgulamış, aramışım. Siz yanarken alevler içinde, ateşin sesi bile kıpırdatamamış beni yerimden. Siz canınızı yanarak teslim ederken, ben rahatımı dahi teslim edememişim. Sizin kemikleriniz dahi yanarken, benim içim yanmamış. Taşmış meğer kalbim. Ateş bile eritememiş taş kalbimi. Diyecek söz ve kelam yoktur artık. Çaresizce diyorum sadece, özür dilerim.
Ve yine özür dilerim. Gayretsizliğimi, acizliğimi, ataletimi, bencilliğimi, rehavete düşkünlüğümü, taş kalpliliğimi ikrar ve itiraf ederek… Açılan her mezarın, kazılıp eşilen her kabrin sebebinde dilsiz ve fiilsiz oluşum var, biliyorum. Körüm, sağırım, dilsizim. Biliyorum vicdansız, kalpsiz, merhametsizim. Ne kendimi savunabilirim ne diyecek söz bulabilirim.
Diyecek sözüm yok! Ama verecek sözüm, verecek ahdim var… Ahdim ve yeminim olsun ki ne kör, ne sağır ve ne de dilsizim bundan sonra. Artık dilim kelam söyleyecek ve kalemim kıyama kalkacak sizin adınıza. Haykırışlarınıza, yakarışlarınıza tercüman ve aracı olacak, ahdim ve yeminimden sonra.
İşte yeminim ve işte ahdim… (Beyzanur Erden / Nisanur Dergisi)