Hayber ne demek, Hayber Fethi ne zaman oldu yani Hayber ne zaman fethedildi? İşte Hayber Fethi Ve Sonuçları ile Hayber kalesi fethi hakkında detaylı bilgi.
Hayber, Medine”nin yaklaşık 180 km. kadar kuzeyinde başlayan ve denizden 850-1000 km yükseklikte yer alan etrafı volkanik topraklarla çevrili geniş bir vadinin adıdır. Bazı müelliflerin ifadesine göre kelime bölgede oturan Yahudilerin dilinde, “kale” anlamını taşımaktadır. Şehrin, adını kurucusu Hayber b. Kâniye b. Mehlâil”den aldığı da rivayet edilir. Hayber şehri, son derece verimli topraklarla kaplı bir hurmalığın kenarında kurulmuştu. Yahudiler buraya çok sağlam kaleler yapmışlardı. Bazılarının kalıntıları hâlâ durmaktadır.
Arabistan’da yahudi gücünün en büyük merkezi Hayber’di. Nadîr oğullan liderleri Medine’den sürgün edildikten sonra Hayber’e yerleşmişlerdi. Araplar’ı Hayber’den kışkırtarak harekete geçirmişlerdi. Bunun ilk meyvası da Ahzâb— Hendek savaşı idi.
Hayber’e yerleşen yahudi liderlerden Huyey b. Ahtab, Kureyzâ savaşında öldürülmüştü. Ebu Râfi’ Sellâm b. Ebu’l-Hukayk onun yerine geçti. Bu adam, büyük bir tüccar ve nüfuz sahibi biriydi. Arapların en güçlü kabilelerinden biri olan Gatafân kabilesi, Hayber’e bitişikti ve yıllardır Hayber yahudilerinin müttefiki ve dostları olagelmişlerdi. Hicretin altıncı yılında Sellâm b. Übeyy bizzat giderek Gatafan kabilesini ve çevresindeki diğer kabileleri müslümanlarla savaşmaya razı etti.
Sonunda büyük bir ordu Medine’ye saldırı hazırlıkları yaptı. Müslümanlar bunu haber alınca Sellâm, Hz. Peygamber’in işaretiyle, Hazrec ensârmdan Abdullah b. Atık (ra) tarafından Hayber kalesinde uyurken öldürüldü. Sellâm’dan sonra Yahudiler Useyr b. Rezzâm’ı başkan seçtiler. Useyr, yahudi kabilelerini toplayarak bir konuşma yaptı ve: “Benden öncekilerin, Muhammed sallallahu aleyhi vesel-lem’e karşı başvurdukları savaş yöntemleri yanlıştı. İşin doğrusu, bizzat Muham-med’in idari merkezine saldırmaktır. Ben bunu tercih ediyorum” dedi. Bu haberler Hz. Peygambere ulaşınca, Resûlullah söylentilere güvenmedi. Abdullah b. Re-vâha’yı doğruca Hayber’e göndererek, olayın içyüzünü öğrenmesini istedi.
Nitekim o yanına bir kaç adam alarak Hayber’e gitti ve bizzat Useyr’in ağzından bu konu konuşulurken ve önlemler alınırken duydu. Duyduklarını gelip Hz. Peygambere arzetti. Allah Resulü, Abdullah b. Revâha’ya otuz kişi vererek Hayber’e gönderdi. Heyet başkanları olarak Abdullah b. Revâha, Useyr’e:
“Eğer Medine’ye gidip de Hz. Peygamberle görüşürseniz, Hayber’in idaresini size vereceğini bildirmemiz için bizi, size gönderdi” dedi. Bunun üzerine Sellâm, otuz adamını yanına alarak Hayber’den çıktı. Müslümanlarla yahudilerin karışımı olan bu kafile şöyle ileriyordu. Aynı bineğe binen iki kişiden biri yahudi, diğeri müslümandı.
Gargare denen yere geldiklerinde Useyr’in aklına bir şüphe düştü ve huylanmaya başladı. Elini uzatarak kılıcını çekmek istedi. Abdullah da: “Ey Allah düşmanı, vaadini bozmak mı istiyorsun” diyerek bindiği hayvanı ona doğru sürdü. Useyr kılıcın altına geldiği sırada kılıcını indirdi. O anda Useyr’in bacağı dizinden koptu ve attan yere düştü. Düşerken, Abdullah’ı (ra) yaraladı. Müslümanlar ellerini çabuk tutup yahudilere aniden saldırdılar. Çatışma sonunda yahudüerden biri dışında hiç biri kurtulamadı. Olay, Hicrî 6. yılın sonunda ya da Hicrî 7. yılın başında, Muharrem ayında meydana gelmişti.
Hayber artık islâm’ın en büyük rakibi ve en tehlikeli düşmanıydı. Hayberliler Mekke’ye giderek, Kureyş aracılığıyla bütün Araplar arasında, herkesi harekete geçiren bir isyan ve toplu hücum tufanı kopardı. Böyle bir tufan Hendek savaşında İslâm’ın merkezi olan Medine-i Münevvere’yi sarsmıştı. Her ne kadar bu çabalar başarısız kalmışsa da durmadan uğraşan eller ve kollar hâlâ vardı.
Hendek savaşını çıkaranlar içinde en etkin ve faal olan, Nadîr yahudilerinden Medine’den sürülmüş İbn Ebu Übeyy el-Hakîk sülâlesiydi. Bu sülâle, Hayber’in ünlü Kamus kalesini hakimiyeti altında bulunduruyordu. Yukarıda anlatılan Sel-lâm b. Übeyy bu sülâlenin lideriydi. Onun öldürülmesinden sonra yeğeni Kinâne b. er-Rebî b. Übeyy el-Hakîk, sülâlenin başına geçirildi. Hayber yahudileri Gatafân kabilesi ile İslâm’a karşı komplolar hazırlıyorlardı. Öte taraftan Medine münafıkları durmadan müslümanlara ait haberler gönderiyor ve “Müslümanlar sizlerle başedemezler, sizi yenemezler” diye bunları cesaretlendiriyordu.
Hz. Peygamber bunlarla anlaşma yapılmasını istediğinden Abdullah b. Revâ-ha’yı kendilerine elçi gönderdi. Yahudiler katı kalpli ve şüpheci bir milletti. Münafıklar da onları sürekli kışkırtıyordu. Böyle bir zamanda, münafıkların başı Abdullah b. Übeyy b. Selûl, Hayberliler’e bir elçi göndererek onlara: “Muhammed sizlere saldırmak istiyor, ama onlardan korkmayınız. Onların varlığı ne ki? Bir avuç insan, doğru dürüst silahları bile yok” diye yüreklendirici bir mesaj iletti. Yahudiler bu mesajı aldıktan sonra Kinâne’yi ve Hevde b. Kays’ı, Gatafân kabilesine gönderdiler: “Bizimle birlikte Medine’ye saldırırsanız, hurmalığın yan gelirini size vereceğiz” dediler. Gatafân bu teklifi kabul etti.
Gatafan’a bağlı bir başka kuvvetli kabile de Benî Fizâre idi. Bu kabile, Hayberlilerin Hz.Peygamber’e saldırmak istediğini öğrenince doğrudan Hayber’e giderek: “Size katılarak savaşacağız” dedi. Hz. Peygamber bu durumu öğrenince Benî Fezâre kabilesine mektup yazıp: “Hayberliler’e yardım etmekten vazgeçin, Hayber’i fethettikten sonra size de pay verelim” buyurdu. Ama Benî Fezâre bunu reddetti.
Zi Kırd Olayı (Hicrî 7. Yıl, Muharrem Ayı)
Gatafân kabilesinin savaşa katılması şöyle oldu: Hz. Peygamberin develerinin otlağı olan Zî Kırd mezrasına Abdurrahman b. Uyeyne komutanlığında bu kabileden bir kaç kişi baskın yaptı ve yirmi deveyi gaspettiler. Develeri korumakla görevlendirilmiş olan Ebu Zerr’in (ra) oğlunu öldürüp karısını da esir aldılar. Müslümanlar kendilerine takip edince de bir dereye sığındılar. Gatafân kabilesinin başı olan Uyeyne b. Husayn onlara yardım için orada bekliyordu.
Müslümanlar arasında okçulukta ünlü olan Seleme b. el Ekva’ bu olaydan herkesten önce haberdâr oldu. Ve: “Ey müslümanlar! Yardıma koşun, yardıma koşun!” diye bağırarak baskıncıların ardından gitti. Onlara yetiştiği sırada adamlar develerini suluyorlardı. Seleme (ra), bunlara ok yağdırmaya başladı. Saldırganlar kaçtılar. Seleme onları izledi. Vuruşa vuruşa bütün develeri ellerinden geri aldı. Resûlullah’ın huzuruna gelerek: “Düşmanları susuz halde bırakıp geldim. Yiyecek içecek bir şeyleri yok. Yüz adam verilirse hepsini esir edip getiririm” dedi. Resû-lullah ise bütün yaratılmışlara duyduğu engin merhametinden dolayı:
“Onları alt ettiğin yeter, bağışla” buyurdu. Bu olaydan üç gün sonra Hayber savaşı oldu.
Hayber savaşı o döneme kadar müslümanlar tarafından yapılan savaşlar içinde kendine has bazı özellikleri olan bir savaştır. Bunların sebeplerinin neler olduğu siyer yazarlarının dikkatlerini çekmemişse de özgün bir olay olarak onun ayrıcalıklarını belirten hususları farkında olmadan yine kendileri ifade etmişlerdir. Bunların en başta geleni, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in, Hayber’e hareket ederken: “Sadece cihâd etmek isteyenler gelsinler” diye ilan etmesidir. O ana kadar yapılan savaşlar, savunma savaşlarıydı. Bu ise müslüman olmayanların İslâm devletinin vatandaşı yapıldıkları ilk savaştır. Ayrıca devlet tarzının yani idari sistemin temelinin atıldığı olaydır.
İslâm’ın temel gayesi, İslâm’ı tebliğ ve ona davettir. Bir millet bu davete engel olmadıkça, İslâm’ın ne onunla savaşı olabilir, ne de o milleti kendi vatandaşı yapmaya gerek duyar. Sadece barış anlaşması yeterlidir. İslâm tarihinde bunun birçok örneği vardır. Ama herhangi bir millet İslâm’a karşı durmaya azmetmiş ve onu ortadan kaldırmak istemişse o zaman İslâm’ın kendini savunmak için, kılıcı eline alması ve o milleti kendi hakimiyet ve idaresi altında tutması gerekir. Hayber, İslâm’ın bu çerçevede fethedilmiş ilk toprak parçasıydı.
Savaş tarihini bitirdikten sonra bu mesele bütün genişliğiyle anlatılacaktır. Çünkü insanlar uzun bir süre, “cihâdı, Araplar’in eski yaşayış tarzlarında olduğu gibi müslümanlarm geçim vasıtası olan yağma ve çatışmalar” olarak anlayagel-diler. Bu yanlış anlama Hayber savaşına kadar da sürdü.
Hayber savaşı; Allah Resûlü’nün savaşlarıyla ilgili yanlış anlama perdesinin kaldırıldığı ilk savaştır. Bu yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Bu savaşa sadece, gayesi cihâd ve Allah’ın kelimesini yüceltme olan kişiler katılsın” buyurmuştu.
Özetlemek gerekirse Resûlullah efendimiz, Gatafân kabilesinin ve yahudilerin saldırısına karşı kendilerini savunmak için Medine’den Hicrî 7. yılının Muharrem ayında Sibâ’ b. Arfate el-Gıfârryi Medine valisi tayin ederek hareket etti. Mübarek eşlerinden Ümmü Seleme (ra) yanındaydı. 1600 Kişilik askeri vardı, içlerinde 200’ü süvari, gerisi piyade idi. O zamana kadar savaşlarda sancak kullanılması yaygın bir adet değildi. Küçük çapta bayraklar olurdu. Hz. Peygamber ilk kez üç sancak hazırlattı. İkisini, Habbâb b. Münzir ile Sa’d b. Ubâ-de’ye verdi. Hz. Aişe’nin örtüsünden hazırlanan Peygamber sancağını ise Hz. Ali’ye (ra) verdi. Ordu hareket edince ünlü şair Amir b. el Ekva’ şu şiiri okuyarak önde yürüdü:
“Ey Allahım! Eğer bize doğru yolu göstermeseydin ne hiç kimseye iyilik yapardık, ne de namaz kılardık.
Canımız uğruna feda olsun. Emirlerini yapamadığımızdan dolayı bizi bağışla. Bize huzur ve sükûnunu indir.
Bizden yardım dilenip de çağrıldığımız zaman hemen geliriz.
Düşmanla karşılaştığımız zaman ayaklarımızı sağlamlaştır. İnsanlar feryad ederek bizden yardımlarına koşmamızı istediler.”
Bu şiiri Buharı ve Müslim nakletmişlerdir. İbn Hanbel’in Müsned’inde başka şiirler de vardır.
İlk iki mısra Müslim’de biraz farklı olarak zikredilmiştir. Müslim’deki fazla şiirler şunlardır:
“Bize karşı başkaldırıp savaşmak isteyenler, bir fitne ve bozgunculuk yapmak istedikleri zaman onlara karşı koyarız.
“Ve biz Senin lütuf ve kereminden hiç bir zaman müstağni değiliz.”
Yolda ilerlerken İslâm ordusunun karşısına bir meydan çıktı. Sahabe, tekbir narası attı. Resûlullah’ın eğitim, öğretim ve tavsiyeleri her zaman sürdüğü için, herhangi bir meseleyle karşılaşıldığında şeriatın incelikleri öğretilirdi. O yüzden Hz. Peygamber: “Daha hafif bir sesle söyleyiniz. Çünkü bir sağıra veya gözden ırak birine seslenmiyorsunuz. Seslendiğiniz Allah, her an yanınızdadır” buyurdu.
Bu savaşta bazı kadınlar da kendi istekleriyle orduya katılmışlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu öğrenince onları çağırttı ve öfkeli bir ifadeyle: “Siz kimlerle ve kimin emriyle geldiniz?” buyurdu.
Bunun üzerine kadınlar: “Ey Allah Resulü! Biz emeğimizle kazandığımız paralarımızı bu yolda harcamak üzere geldik. Yanımızda yaralılar için ilaçlar da var. Dahası biz düşmanın attığı okları toplayarak getirir, askerlere veririz, savaşta onlara yardımcı oluruz” dediler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ses çıkarmadı ve zaferden sonra ganimet malları bölüştürülürken onlara da pay ayırdı. Ama bu pay neydi? Para ve mücevher değildi. Mal mülk değildi. Sadece hurmaydı. Bütün mücahidlere bu verilmiş, kadınlar da aynı şeyi elde etmişti.
Bu olay Ebu Davud’un “Kadınların ganimet payı” bölümünde zikredilmiştir. Bütün hadis ve siyer kitaplarından anlaşılıyor ki, birçok gazvede kadınlar da bulunuyordu. Yaralıların yaralarını sarıyor, susuzlara su içiriyorlardı. Uhud savaşında Hz. Aişe’nin testilerle su taşıması, yaralılara su içirmesi yukarıda anlatılmıştı. Ama kadınların savaş alanından ok toplayıp getirdiklerini ve mücahidlere verdiklerini sadece Ebu Dâvûd zikretmiştir. Hem de rivayet zincirinde kopukluk olmayan sahih, bitişik bir senetle zikretmiştir. O yüzden hadisin sağlamlığında tereddüte imkân yoktur. Zaten Arap kadınlarının en zayıfından bu yüreklilik beklenir.
Gatafanlılar’in, Hayber’e yardıma gelecekleri bilindiği için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Gatafan ile Hayber arasındaki Recf denen yerde karargâh kurdu. Bütün yolculuk eşyaları, çadır ve kadınlar burada bırakıldı[208]ve askerler Hayber tarafına ilerlediler. Gatafânlılar, İslâm ordusunun Hayber’e doğru ilerlediğini duyunca silahlarını kuşanarak çıktılar. Ama biraz gittikten sonra bizzat kendi evlerinin tehlikede olduğunu anlayınca dönüp gittiler.
Hayber’de altı kale vardı: Salim,, Netât, Kasara, Şakk, Merbata. Ya’kûbî’nin belirttiğine göre bu kalelerde yirmi bin asker bulunuyordu. Bunlar arasında Kamus kalesi, en sağlam ve en güvenli kaleydi. Bin süvariye eşit kabul edilen Araplar’in meşhur pehlivanı Merhab işte bu kalenin komutanıydı. Medine’den yurtdışı edilerek Hayber reisliğini ele geçiren îbn Übeyy el Hakîk’in ailesi ve yakınları da burada yaşıyordu.
İslâm ordusu Hayber’e yaklaşıp Sahbâ denen yere ulaşınca ikindi namazının vakti girdi. Hz. Peygamber burada durarak ikindi namazını kıldı ve yemek istedi. Yiyecek sadece kavrulmuş undu. Hz. Peygamber onu suya karıştırarak içti. Hava kararırken islâm ordusu Hayber’e yakınlarına ulaşmıştı. Evler gölgeli, titrek görüntüleriyle seçilirken Resûlullah sahabe-i kirâm’a: “Durun!” diye emir buyurdu. Sonra Allah’ın adını anarak şöyle duayı etti:
“Yarabbi! Senden bu memleketin, memleket halkının ve memleketteki herşeyin iyiliğini isteriz. Buranın halkının ve içindeki herşeyin şerrinden Sana sığınırız.”
İbn Hişâm: “Bu, Hz. Peygamber’in her zamanki adetiydi. Yani bir yere girerken önce bu duayı okurdu” diye yazar. Geceleyin bir yere hücum etmemek Hz. Peygamber’in sünneti olduğundan geceyi burada geçirdi. Sabahleyin Hayber’e girdi. Yahudiler, kadınları güvenli bir yere ulaştırdı. Yiyecek ve içeceklerini Na’îm kalesine depoladı. Askerleri ise Netât ve Kamus kalelerine yerleştirdi. Nadir kabilesinden Selâm b. Mişkem hastaydı. O da, herkesten daha gayretli davrandı ve Netât kalesine gelerek askerlere katıldı.
Hz. Peygamber’in öncelikli gayesi savaşmak değildi. Ama yahudiler büyük malzeme ve askeri güçle savaş hali alınca Resûlullah sahabeye hitap ederek bir konuşma yaptı ve onları cihâda teşvik etti. Tarihi Hamîs bu savaşı anlatırken şöyle yazar:
“Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, yahudilerin savaşmaya kararlı olduklarına kesinlikle anlayınca, sahabeye öğüt verdi ve onları cihâda teşvik etti.”
Askerler önce Na’îm kalesine doğru ilerledi. Mahmud b. Mesleme (ra) büyük bir cesaretle yahudilere saldırdı ve uzun süre savaştı. Hava çok sıcak olduğundan yoruldu. Biraz nefeslenmek için kale duvarının dibindeki gölgeye oturdu. Kinâne b. Rebî’, kaleyi çevreleyen surun üzerinden bir el değirmeni taşını onun tepesine attı. înen taşla Mahmud b. Mesleme şehid oldu, ama kale de kısa sürede ele geçirildi.
Na’îm kalesinden sonra diğer kaleler de çok çabuk ele geçirildi. Merhab’ın sarayının bulunduğu Kamus kalesini ele geçirmek için giden askerlerin başına Hz. Ömer’le Hz. Ebu Bekir gönderildi. Ama ikisi de bir sonuç alamadan başarısız olarak geri döndüler. Tarih-i Taberî de şöyle bir rivayet vardır:
“Yahudilerin saldırısına Hz. Ömer karşı koyamadı ve geri çekildi. Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek askerlerin sebat göstermediğinden şikayette bulundu. Ama askerler de onun hakkında benzer şikayette bulundular.” Taberînin naklettiği bu rivayetin senet zincirindeki râviler arasında Avf vardır. Birçok kişi ona güvenilir demişse de Bendar onun rivayetini anlatırken: “O, Râfizî ve şeytandı” demektedir. Bu ifade çok ağır olmakla beraber Şiî olduğunu herkes kabul etmektedir. Her ne kadar Şîî olmak güvensizlik şartı değilse de, Hz. Ömer’in kaçtığının anlatıldığı bir rivayet bir Şiî’nin ağızından çıkıyorsa, o rivayetin ne ölçüde doğru olacağı ortadadır. Yukarıdaki rivayetin bir râvisi de Abdullah b. Büreyde’dir. O babasından rivayet etmektedir. Ama hacüsçiler babası kanalıyla yaptığı rivayetlerin doğru olup olmadığından şüphelidirler.
Bununla birlikte şu kadan gerçektir ki, Kamus kalesini ele geçirmek için daha önce başka büyük sahabîler gönderilmişti. Ama fetih şerefi bir başkasımn kısmeti idi. Fetih gecikince bir gün akşamleyin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Yarın sancağı, kendisinin eliyle fethin nasip olacağı, Allah’ı ve Allah’ın Peygam-ber’ini seven, Allah’ın ve Allah’ın Peygamber’inin de kendisini sevdiği bir kimseye vereceğim” buyurdu.[212] Bu, son derece ümit ve beklenti dolu bir geceydi. Sahabe-i kiram bütün geceyi; bakalım bu şeref tacı kimin başına konacak diye, heyecan ve sabırsızlıkla geçirdi. Hz. Ömer (ra) gözü tok bir kimse olduğu için ve üstün karakterli bir kişi olmasından dolayı hiç bir zaman idarecilik ve liderlik hevesleri taşımadı. Ama Sahîh-i Müslim’de, Hz. Ali’nin faziletleri bölümünde anlatıldığı üzere, bu olayda, bu müjdenin kendisine nasip olmasını istediğini bizzat kendisi itiraf etmiştir.
Sabahleyin kulaklara birden “Ali nerede?”, sesi geldi. Bu hiç beklenmeyen bir sesti. Çünkü Hz. Ali’nin gözlerinde hastalık vardı. Gözleri ağrıyor, yaşanyordu. Herkes özürlü olduğundan savaşamayacağını düşünüyordu, istek üzerine hemen Hz. Peygamber’in huzuruna geldi. Hz. Peygamber ağzından parmağı ile tükürüğünü alarak onun gözlerine sürdü, arkasından şifa bulması için dua etti. Hz. Ali’ye sancak verilince, “Yahudiler teslim oluncaya kadar savaşacak mıyım?” dedi. Re-sûllullah ise: “Onlara yumuşaklıkla islâm’ı sun. Eğer bir kişi dahi senin vasıtanla islâm’a girerse, bu senin için kırmızı develerden daha hayırlıdır” buyurdu.
Ama yahudiler, ne islâm’ı ne de barışı kabul etmeye yanaştılar. Merhab, kaleden şu şiiri okuya okuya dışarı çıktı.
“Hayber, çok iyi bilir ki ben Merhab’ım, Yiğidim, tecrübeliyim, silah kuşanmışım.”
Merhab’in başında sarı renkli Yemen miğferi vardı. Zırhını kuşanmış, kalkanını eline almış, heybetli bir şekilde duruyordu. Hz. Ali (ra) Merhab’a cevap olarak şu şiiri okudu:
“Ben anasının, adını Arslan koyduğu kimseyim. Ormanlardaki arslan gibi heybetli görünüşlüyüm.”
Merhab büyük bir hışımla geldi. Ama Hz. Ali (ra) ona öyle bir kılıç darbesi vurdu ki başını ortadan ikiye biçen kılıç, dişlerine kadar indi. Kılıç darbesinin sesi orduya kadar ulaştı. Bir cengâverin, bir kahramanın öldürülmesi müthiş bir olay olduğundan Merhab’ı öldürünce Hazreti Ali’ye duyulan hayranlık aşırı noktaya vararak asılsız ve uydurma sözler yayıldı.
Meâlimu’t-Tenzîl adlı kitapta şöyle yazıyor:
“Hz. Ali kılıcı vurduğunda Merhab kalkanla engelledi. Ama Hz. Ali’nin elindeki Zülfikar, miğferi ve Merhab’ın başını yararak dişlerine kadar indi. Merhab’ın öldürülmesi üzerine yahudiler toplu bir saldırıya geçince, birara Hz. Ali’nin kalkanı elinden düştü. Hz. Ali bunun üzerine, kale kapısının kanadını söküp, kalkan olarak kullandı. Savaş bittikten sonra Ebu Râf’i yedi kişiyle birlikte onu kaldırmak istedi, yerinden bile oynatamadı.” Pek de inandıncı olmayan bu hikayeyi tbn Ishâk ve Hâkim rivayet etmişlerdir.
Allâme Sehavî el-Mekâsîdu’l-Hasene isimli eserinde şöyle bir açıklama yapmaktadır: “Hepsi uydurma ve anlamsız sözlerdir.”
Allâme Zehebî, Mîzânu’î-Î’tidâl isimli kitabında Ali b. Ahmed Ferrûh’un durumunu anlatırken bu rivayeti nakledip, şöyle der: “Bu rivayet münkerdir.” îbn Hi-şâm bu rivayetin senet zincirinde, aradaki bir râvinin adını boş bırakmıştır. Diğer bir rivayet zincirinde ise bu aynı eksiklikle birlikte Büreyde b. Süfyân’ı da râviler zinciri içinde göstermektedir, imam Buhârî, Ebu Dâvûd ve Dârekutnî onu güvenilir kabul etmemektedirler.
îbn Ishâk, Musa b. Ukbe ve Vâkıdfnin anlattığına göre Merhab’ı, Muhammed b. Mesleme öldürmüştü. Müsned-i Ahmed îbn Hanbel ve Nevevî’nin Sahîh-i Müslim şerhi’nde de bir rivayet vardır. Ama Sahîh-i Müslim ve Hâkim’de Hz. Ali, Merhab’ı öldüren ve Hayberi fetheden kişi olarak belirtilmektedir. Bu, rivayetlerin en doğrusudur.
Kamus kalesi yirmi gün kuşatmadan sonra ele geçirildi. Bu savaşta 93 yahudi öldürüldü. Bunlar arasında Haris, Merhab, Useyr, Yâsir, Amir en ünlüleridir. Sahabemi kiramdan da 15 mübarek zât şehitlik derecesini elde etti. îbn Sa’d bunların isimlerini genişçe yazmıştır.
Fetihten sonra ele geçirilen yerlere el kondu. Ama yahudiler: “Toprak bize bırakılsın, üretimin yarısını size verelim” dileğinde bulundular. Bu istek kabul edildi. Mahsulün toplanma zamanı gelince Hz. Peygamber Abdullah b. Revâha’yı gönderdi. O da mahsulü ikiye ayırarak yahudilere: “Bunlardan hangi bölümü isterseniz alın” dedi. Yahudiler bu adalete ve eşitliğe hayret ederek: “Yer ve gök ancak böyle bir adaletle ayakta durur” dediler. Hayber toprakları bu savaşa katılan mücahidler arasında bölüştürüldü. Bunlar arasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in de beşte bir hissesi vardı.
Yaygın bir rivayete göre, ganimet mallarından, beşte biri dışında bir hisse daha özel olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem için ayrıldı. Hz. Peygamber bu hisse ile Hz. Safiyye’yi satın alarak savaş esiri olmaktan kurtardı. Sonra da âzad ederek kendisiyle evlendiği için bu paya ‘Safiyy’ dendi.
Safıyye (Ra) Olayına Bir Bakış
Safiyye (ra) hakkında bazı hadis ve siyer kitaplarında şu ifâde kullanılmaktadır.
“Hz. Peygamber sâllallahu aleyhi vesellem bunu önce savaş payı olarak Dıhye-tu’1-Kelbî’ye vermişti. Sonra biri onun güzelliğini övünce ondan istedi. Karşılığında ona yedi hizmetçi kadın verdi”.
İslâm karşıtları, bu rivayeti alarak son derece çirkin bir biçime soktular.
Rivayette bu kadarcık anlatılan meseleyi, İslâm karşıtlarının nerelere ulaştırabileceği ortadaydı.
Safiyye meselesi, Enes (ra) tarafından nakledilmiştir. Ama bu konuda Enes’in (ra) kendisinden, yapılan değişik rivayetler vardır. Bu rivayetler birbirinden farklıdırlar.
Kelimesi kelimesine Buharı’deki rivayetin sözleri şöyledir
“Allah Teâlâ kalenin fethini nasib edince insanlar, Hz. Peygamber’e Huyey’in kızı Safiyye’nin güzelliğini anlattılar. Kocası bu savaşta öldürülmüştü. Hz. Peygamber sâllallahu aleyhi vesellem onu kendisi için seçti.”
Ama Buhârî’nin Kitâbü’s-Salât bölümünde ve Sahîh-i Müslim’in de ‘Cariye âzad etmenin fazileti’ bölümünde, bizzat Enes’in yaptığı rivayet şöyle nakledilmiştir:
“Savaştan sonra esirler toplandığında Dıhyeîu’l-Kelbî (ra), Hz. Peygamberden: ‘Bunlardan bana bir hizmetçi kadın verilsin’ diye dilekte bulundu. Hz. Peygamber de: ‘Bizzat giderek herhangi bir hizmetçi kadını al’ diye ona seçme hakkı verdi. O da Safiyye’yi seçti. Ama diğerleri itiraz ettiler. Bir kişi gelerek Hz. Peygamber’e:
‘Ey Allah’ın elçisi! Siz Huyey kızı Safiyye’yi Dıhye’ye verdiniz. Halbuki o, Kureyzâ ve Nadîr kabilelerinin hanımefendisidir, bu ancak size yakışır’ dedi.
Bunun üzerine Allah Resulü Safiyye’yi âzad ederek kendisiyle evlendi.”
Ebu Dâvûd’da bu rivayetlerin ikisi de vardır ve ikisi de Enes’ten rivayet edilmiştir. Ebu Davud’un şerhinde ünlü hadisçi Mâzirrnin:
“Hz. Peygamber sâllallahu aleyhi vesellem’in Safiyye’yi (ra) Dıhye’den (ra) alarak onunla evlenmesinin sebebi; Safiyye’nin sosyal mevkisinin yüksek oluşu ve ya-hudi liderinin kızı olmasıydı. Onun başka herhangi birine gitmesi kendisini aşağılamak olurdu.” açıklaması nakledilmiştir. Hafız İbn Hacer de Fethu’l-Bârî’de hemen hemen buna yakın olarak şöyle demektedir:
“Şurası açıktır ki, ailesinin mahvolup gitmesinden sonra Safiyye (ra), tek başına, ailesi olmayan kimsesiz bir hanım veya cariye olarak yaşayacaktı. O, Hayber liderinin kızıydı. Öte taraftan kocası da Nadîr kabilesinin lideriydi. Hem babası, hem de kocası bu savaşta öldürülmüştü. Böyle bir durumda onun gönlünü alacak, seviyesini koruyacak ve üzüntüsünü giderecek, Hz. Peyamber’le evlenmesinden başka çıkar yol yoktu. Cariye olarak da yaşayabilirdi. Ama Hz. Peygamber, ailesinin şerefi açısından onu âzad etti ve nikahına aldı.”
Hatta Ahmed b. Hanbel Müsned’inde: “Hz. Peygamber ona; âzad olduktan sonra evine çekip gidebilme veya kendisiyle evlenmeyi kabul etme tercihlerini sundu. O, ikinci teklifi yeğledi.” Yani Hz. Peygamber’le evlenmeyi kabul etti” diye yazmaktadır.
Felakete uğramışa yardımcı olma duygusundan, merhamet ve güzel ahlâkın gösterilmesinden başka siyasî ve dinî açıdan da bu hareket tarzı son derece uygun ve yerindeydi. Bu tür davranışlardan dolayı İslâm, kendi düşmanlarının geride kalanlarına bile iyilik ve merhametle yaklaşıyor diye Araplar İslâm’a ilgi duyuyor, etkileniyorlardı.
Benî Mustalık savaşında Cüveyriyye (ra) ile de benzer bir durum yaşanmış ve bu davranışın insanlar üzerinde ne kadar güzel etkiler yaptığı daha önce anlatılmıştı.
Hayber’in fethinden sonra Hz. Peygamber bir kaç gün orada kaldı. Her ne kadar yahudilere tam bir güven ve emniyet verildiyse de, bozguncu ve isyankâr davranışları devam etti. Bu tür hareketlerinin ilki olarak bir gün Sellâm b. Mişkem’in karısı ve Merhab’ın yengesi olan Zeyneb, Hz. peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem’i birkaç sahabîsiyle birlikte yemeğe davet etti. Resûlullah aşırı kerem ve merhametinden kabul buyurdu. Zeynep, yemeğe zehir koymuştu. Hz. Peygamber bir lokma yiyerek elini çekti. Ama Bişr b. Berâ (ra) bir kaç lokma yediğinden zehirin etkisiyle öldü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zeyneb’i çağırarak sorguya çekti. O da suçunu kabul etti. Yahudiler: “Biz yemeğe şu yüzden zehir koymuştuk: Eğer siz gerçekten peygamberseniz o zaman zehir size etki yapmayacaktır. Eğer peygamber değilseniz sizden kurtulmuş olacaktık” dediler.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hiç bir zaman kendi şahsı için bir kişiden intikam almamıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zeyneb’e bir kötülük yapmadı. Ama bir kaç gün sonra Bişr (ra) zehirin etkisiyle ölünce, kısas yapılıp Zeyneb öldürüldü.
Bir kıtlık yılıydı. Sahabeden Abdullah b. Süheyl (ra) ile Muhayse (ra), Hay-ber’e gittiler. Yahudiler Abdullah’ı hileyle öldürüp, cesedini bir dereye attılar. Muhaysa (ra), Peygamber’e giderek olayı anlattı. Allah Resulü: ”Yahudilerin öldürdüğüne yemin edebilir inisin?” buyurdu-. Bunun üzerine Muhaysa: “Ey Allah’ın elçisi! Ben yemin ederim. Ama o yahudiler elli müslümanı öldürseler yine de itiraf etmez, yalan yere yemin ederler” dedi. Sonuçta Hz. Peygamber, ya-hudilere karşı bir harekette bulunmayarak öldürülen kişinin kan bedelini devlet hazinesinden ödedi.
Hz. Ömer’in halifeliği döneminde yahudiler, Abdullah b. Ömer’i (ra) uyurken damdan aşağıya atmışlar, eli ve ayağı kırılmıştı. Yahudiler sürekli bozgunculuk yapıp duruyorlardı. Hz. Ömer en sonunda mecbur kalarak onları Suriye’nin bazı kenar bölgelerine sürdü.
Siyer yazarlan, çok yanhşJbir rivayeti Hayber olayları arasında nakletmiş, o da birçok kitaba geçerek elden ele, dilden dile dolaşıp gelmiştir. Bu asılsız yanlış rivayet şöyledir:
“Allah Resulü, yahudilere; gizli bir şey yapmamaları şartıyla güvenlik ve serbestlik vermişti. Ama Kinâne b. Rebf hazinenin yerini bildirmeyi reddedince Re-sûlullah, Zübeyr’e (ra) ona hazinenin yerini zorla söyletmesini emretti. Zübeyr (ra) onu söyletmek için çeşitli işkenceler yapıyor, göğsünü dağlıyordu. Neredeyse ölecek hale geldi. Yine de söylemeyince, Hz. Peygamber sonunda Kinâne’yi öldürttü. Bütün yahudiler de köle ve cariye yapıldı.”
Bu rivayetin ancak, Kinâne’nin katledilmesi bölümü doğrudur. Ama bunun nedeni, hazinenin yerini söylememesi değildi. Aksine Kinâne’nin, Mahmud b. Mes-leme’yi (ra) öldürmüş olmasıydı, bu konuda Taberfde açıklama vardır:
“Sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Kinâne’yi, Muhammed b. Mesleme’ye havale etti. O da, kardeşi Mahmud b. Mesleme’nin kısası olarak Kinâne’yi öldürdü.”
Bu rivayetin başka bir yönüne gelince, Taberî ve Ibn Hişâm’ın her ikisi de bu rivayeti îbn îshâk’tan nakletmişlerdir. Ama tbn Ishâk yukarıdaki râvilerden hiç birinin adını belirtmemiştir. Hadis alimleri “Rical” kitaplarında, Ibn îshâk’ın Hz.Pey-gamber’in gazvelerine ait olayları yahudilerden rivayet ettiğini, bu yüzden îbn îshâk’ın râvilerin adlarımı zikretmediğini, bu rivayeti de işte o rivayetlerden biri kabul etmek gerektiğini belirtmişlerdir.
Hazinenin yerini bildirmesi için bir kimseye işkence yaptırması, âlemlere rahmet olan Hz. Peygamber’in şanına yakışmaz. Onun yüce şanı bu tür davranışların çok üzerindedir. Kendini zehirleyene hiç bir şekilde kötülük yapmayan bir kimse, herhangi birinin ateşle dağlanmasını emredebilir mi?
Olay bundan ibaretti. Hiç bir şekilde ahdini bozmayacağına ve aleyhte konuşmayacağına söz vermesi şartıyla Kinâne b. Übeyy el-Hakîk’a güvence verilmişti. Hatta bir başka rivayete göre; eğer verdiği sözlere aykırı birşey yaparsa öldürülmeyi hakettiğini kabul etmişti. Kinâne ahdini bozdu. Verdiği sözde durmadı. Böylece kendisine verilen güvence kalkmış oldu. Kinâne, Mahmud b. Mesleme’yi öldürdüğü için, onun kısası olarak öldürüldü. Bu rivayete ne gibi asılsız olaylar ilâve edilmiştir bakalım:
1. Öldürülme olayı Kinâne ile sınırlıydı. Kinâne, hazineyi gizlemenin suçlusuy-du. Mahmud b. Meslemeyi öldürdüğü için onun da öldürülmesi hakkıydı. Fakat ilavenin ilk adımı olarak tbn Sa’d, Bekir b. Abdurrahman’dan muttasıl olarak naklettiği rivayette, Kinâne’nin öldürülmesine onun kardeşinin admı da ekleyerek:
“Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ikisini de öldürttü. Onların kadın ve çocuklarını esir ve köle yaptı” diyerek kardeşinin de birlikte öldürüldüğünü söylemiştir.
2. Buraya kadarı bile olabilir. Ama îbn Sa’d’ın, Affan b. Müsellem’den naklettiği rivayet bundan da abartılı ve uydurmadır. Yani iki kardeşle birlikte bütün yahudi-ler esir edilmiş, köle ve cariye yapılmışlardır diyerek bakın işi nereye götürmektedir.
“Deve derisi içinde sakladıkları hazine bulununca kadınları esir edildi ve köle yapıldı.”
Ama bu rivayetler, hadis ilmi metodu ile tenkid edilerek kontrol edildiğinde kabuk sıyrılıp düşmekte ve ortada asıl ve öz kalmaktadır. Yahudilerin öldürülüp, kadınlarının ve çocuklarının esir edilmesi bir tarafa, Kinâne’nin kardeşi de dahil olmak üzere hiç kimsenin öldürülmediği ve onun Hz. Ömer’in halifeliği zamanına kadar yaşadığı kesin olarak ortaya çıkmaktadır.
Sahîh-i Buhârî’de şöyle bildirilmektedir:
“Daha sonra Hz. Ömer (ra) bu karan alınca, Ebu’ 1-Hakîk’ın bir oğlu yanma gitti ve: ‘Ey mü’minlerin emiri! Bizi sürgüne gönderiyorsunuz, halbuki Muhammed sallallahu aleyhi vesellem bizi yerimizde bırakmış, sadece vergi uygulamıştı’ dedi.”
Hafız tbn Hacer, Fethu’l-Bârî isimli eserinde, Hz. Ömerle konuşan kişinin, Ebu’l-Hakîk’ın oğlu Kinâne’nin kardeşi olduğunu açıkça belirtmiştir.
Hafız îbn Kayyım, Zâdü’î-Meâd isimli eserinde, rivayetlerin ayrıntılarını daha da kısaltarak, hepsinden çıkan sonucu şöyle bağlamıştır:
“Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem barış yaptıktan sonra, Ebu’l-Ha-kîk’ın iki oğlundan başka hiç kimseyi öldürtmemiştir.” “Hayber savaşının anlatılması bölümü”
Ama Hafız îbn Hacer, eğer Sahîh-i Buharı* nin yukanda zikredilen ibaresini gö-zönüne alsaydı, galiba atacağı rivayetler daha da çoğalırdı.
Ebu Davud’un Hayber arazisi başlığı altında yazdığı bilgiler arasında sadece, Ebu’l-Hakîk’ın oğlunun öldürüldüğünü, yazmıştır. Ebu Dâvûd’da yazılan şu ince nokta da göz önünde bulundurulmalıdır.
“Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Huyey b. Ahtab’ın amcası Saîd’den, hazinenin ne olduğunu sordu. O da savaşlarda harcandığını söyledi. Buna rağmen Hz. Peygamber sadece Kinâne’nin öldürülmesini emretti. Bu açık bir şekilde Kinâ-ne’nin, Mahmud b. Mesleme’nin kısası olarak öldürüldüğüne delildir. Yoksa hazine gizlemek, öldürülme sebebi olsaydı daha başkaları da bu suçtan dolayı cezalandırılırdı.”
Tarihçilerin en büyük hatası; Kinâne’nin öldürülmesini hazinenin gizlenmesine bağlamalarıdır. Bu suça daha başkalarının da ortak olacağını düşündüklerinden, Kinâne’nin bütün sülâlesinin öldürülmesine varıncaya kadar bunun yaygınlaşması kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Hayber olayının Muharrem ayında meydana geldiği herkesçe bilinen bir husustur. Yani Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hayber’e gitmek niyetiyle Medine’den çıktığında Muharrem ayının son günleriydi. Muharrem ayında savaşmak şer’î bakımdan haram olduğundan bunun yorumu konusunda hadisçiler ve fıkıhçılar arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır. Bir çok fıkıhçı: “Önceleri bu aylarda savaşmak şer’an yasaktı. Ama sonra bu hüküm neshedilmiştir” görüşündedir. Allâme îbn Kayyım, şöyle yazıyor:
“Haram aylarda savaşmanın yasak olduğu şu âyetten anlaşılmaktadır:
“De ki: Bu ayda savaşmak çok büyük günahtır ve Allah yolundan alıkoymadır.” (Bakara, 2/217)
Sonra Mâide süresindeki şu âyet inmiştir:
“Ey müslümanlar! Allah’ın belirlediği sınırlara ve haram aylara saygısızlık yapmayın.” (Mâide, 5/2)
Bu ikinci âyet, birinci âyetten sekiz yıl sonra nazil olmuştur. Görülüyor ki, bu geniş zaman süresi içinde haramlık hükmü devam etmiştir. O halde hangi âyet veya hadisle bu hüküm neshedilmiştir?
Ibn-i Kayyım son olarak şu karara varmaktadır:
“Allah’ın kitabında ve Peygamber’in hadisinde bu âyetlerin hükmünü nesneden hiç birşey bulunmamaktadır.”
Olduğunu ileri sürenlerin gösterdikleri delillere gelince:
Mekke’nin fethi, Tâif in kuşatılması, Hudeybiye Barışı, bütün bunlar haram bilinen aylarda olmuştu. O yüzden cahiliye döneminde haram bilinen aylarda İslama göre de savaşmak caiz olmasaydı, o zaman Hz. peygamber (as) bunları nasıl caiz görüp kendisi de bizzat yapardı” demektedirler.
Hafız îbn Kayyım buna cevab olarak şöyle demiştir: “Haram aylarda savaşmak önceleri haramdı. Ama eğer düşmana karşı koyup savunma yapmak kastedilmiş-se ittifakla caizdir. Bunların hepsi savunma amaçlı yapılan savaşlardı. Hz. Peygamber salla Uahu aleyhi vesellem savaşı başlatan değildi. Savunma yapmıştı. Hudeybiye Barışı, kâfirlerin Hz. Osman’ı öldürdüklerinin duyulması üzerine yapılmıştı. Tâif in kuşatılması, kendi basma bir savaş değil, aksine Huneyn savaşının devamıydı. Bu savaşta kâfirler her taraftan gelerek müslümanlara saldırmışlardı. Mekke’nin fethi ise, Hudeybiye barışının bozulması sonucuydu. Bunu da Kureyş başlatmıştı.”
Hafız îbn Kayyım çok güzel ve doğru bir cevap vermiştir. Ama özellikle Hay-ber konusundaki düğümü çözememiş ve konu tam aydınlanmamıştır. Hafız îbn Kayyım’ın hocası Allâme îbn Teymiyye bile bu noktada şüpheye düşmüştür, el Ce-vabü’s-Sahih \-men Beddeîe dine’î-Mesih (Mesih’in dinini değiştirene en doğru cevap) isimli eserinde şöyle demektedir:
“Hz. Peygamber ne kadar savaş yapmışsa, hepsi de savunma savaşlarıydı. Sadece Bedir ve Hayber bunun dışındadır”.
Allâme îbn Teymiyye işin üzerinde durup da bu iki savaşı derinlemesine ince-leseydi, o zaman Bedir ve Hayber’in de müstesna olmayıp savunma savaşlan olduğunu kesin olarak görürdü. Bedir savaşı daha önce anlatılmıştı. Yukarıda anlatılan Hayber olaylarına sırayla bakar ve çok dikkatle incelersek yahudilerle, Gata-fânhlarm Medine’ye saldırmak için hazırlık yaptıklarını açıkça görürüz. [230]
Hayber Arazilerı’nin Taksimi
Hayber’in topraklan iki eşit parçaya bölündü. Yansı misafirleri ağırlamak ve başka bölgelere gönderilecek elçilerin ihtiyaçlarını karşılamak için Beytü’l-Mal’e verildi. Yansı da bu savaşa katılan mücahidlere eşit paylarla bölüştürüldü. Ordunun tamamının sayısı 1400 kişi idi. Bunlann 200’ü süvari idi. Süvarilerde atlannın payı da eklenerek, piyadelerden bir misli daha fazla verildi. Toplam sayı 1800’e eşitti. Bu hesaba göre bütün mallar 1800 hisseye ayrıldı ve her mücahidin payına bir hisse düştü. îki cihan serveri Hz. Peygamber’e de mücahidlere eşit olarak bir hisse düştü.
“Ve Hz. Peygamber’e sallallahu aleyhi vesellem de bütün insanlar gibi bir tek pay düştü.”
Hayber Savaşının Siyasi Ve İdari Sonuçları
Hayber’in fethiyle birlikte İslâm’ın siyasî ve idari durumunda yeni bir devir başlar. İslâm’ın gerçek düşmanı sadece iki taneydi. Bunlar da müşriklerle yahudiler-di. Her ne kadar Araplar arasında hıristiyanlar da bulunmaktaysa da çok güçlü ve etkili değillerdi. Müşriklerle yahudiler ise, din bakımından farklı ve birbirinden tamamen ayrı iki toplum olmalarına rağmen siyasî sebeplerden dolayı aralarında birlik meydana gelmişti. Medine yahudileri, genellikle ensârm müttefikleriydi. Aynı şekilde Hayber yahudileri de Gatafânlılann müttefikiydi. Hz. Peygamberin karşısında olan Mekke ve Medine müşrikleri ile bütün münafıklar birleşerek müslü-manlarla savaş için tek vücut olmuşlardı.
Hayber’in fethinden sonra yahudüerin gücü tamamen kırıldı, müşriklerin de bir kolu yokolup gitti. Hayber’in fethine kadar islâm her taraftan kuşatılmış vaziyetteydi. O yüzden iman ile farz ibadetler dışında şeriatı ve Allah’ın emirlerini eksiksiz öğretme ve yerleştirme fırsatı olmuyordu.
Hz. Aişe’nin (ra) buyurduğu gibi:
“Şeriatın hükümleri, durum gereği kademe kademe gelmiştir.”
Nitekim buraya ait geniş bilgi ileride verilecektir. Hayber’in fethi sayesinde, bir taraftan yahudüerin fitne çıkarmasından kurtulmuş; bir taraftan da, Hudeybiye barışından sonra müşrikler tarafından gelecek tehlikelere karşı güven kazanmışlardı. Müslümanlar artık yeni fıkıh hükümlerini uygulayabilir hale gelmişlerdi.
Siyer alimleri, Hayber savaşını anlatırken genellikle bu arada çeşitli yeni fıkıh emirlerini bildiren âyetlerin nazil olduğunu ve Hz. Peygamberdin onları tebliğ ettiğini bildirmişlerdir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1. Pençeli hayvanların etleri haram kılındı.
2. Avlarını parçalayan yırtıcı hayvanların etleri haram kılındı.
3. Eşek ve katır eti haram kılındı.
4. O ana kadar uygulanan bir adet olarak cariyelerden yararlanmak caiz kabul edilirdi. Artık ‘istibra’ kaydı getirildi. Yani hamile ise doğuruncaya kadar, değilse bir aya kadar onlardan yararlanmanın caiz olmadığı bildirildi.
5. Altın ve gümüşü değerinden fazlasıyla alıp satmak haram kılındı.
6. Bazı rivayetlerde, ‘mut’a’ nikahının da işte bu savaşta haram kılındığı bildirilmiştir.
Vadi’l-Kura Ve Fedek
Teymâ ile Hayber arasında bir vadi vardır. Bu vadide birçok yerleşim yeri vardır. Bu vadiye, Vadi’1-Kurâ denir. Eski dönemlerde Ad ve Semûd kavimleri burada yaşamışlardır. Yâkût, Mu’cemu’l~BuIdân’da: “Ad ve Semûd kavimlerinin izleri ve kalıntıları hâlâ durmaktadır, islâm’dan önce bu yerleşim bölgelerine yahudiler gelip yerleştiler, tanm ve sulamayı çok geliştirdiler. Burası artık yahudilerin yerleşim merkezi haline gelmişti” diye yazmaktadır.
Hayber’den sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Vadi’l-Kurâ’ya yöneldi. Ama savaşmak istemiyordu. Ama yahudiler önceden savaşa hazırlanmış olduklarından hemen ok atmaya başladılar. Kölesi Müdğam (ra) Hz. Peygamber’in eşyasını devesinden indiriyordu ki tam o sırada bir ok gelip saplandı ve oracıkta can verdi. Tarihçiler, yahudilerin savaşa hazır beklediklerini anlatmamaktadır. Ama îmam Beyhakî açık bir şekilde şöyle demektedir:
“Yahudiler bizi ok atarak karşıladılar. Biz ise buna hazır değildik.”
Bu nedenle savaş başladı ama, kısa bir çatışmadan sonra yahudiler teslim bayrağını çektiler ve Hayber’in şartlarına uygun olarak barış yapıldı.
Umre
Hudeybiye anlaşmasında Kureyş kabilesinden, Hz. Peygamber’in Mekke’ye gelerek ertesi yıl umre yapacağı ve üç gün orada kaldıktan sonra geri döneceği üzerinde söz alınmıştı. O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu yıl umre yapmak istedi. Hudeybiye barışına katılmış olan kişilerden kimsenin geri kalmamasını hepsinin mutlaka bu umreye katılmasını istedi. Nitekim bu arada Ölenlerin dışında herkes katılma mutluluğunu elde etti.
Hudeybiye anlaşmasının şartlarından biri de; müslümanların Mekke’ye gelirken yanlarında silah getirmemeleriydi. Bu yüzden savaş silahları Mekke’den sekiz mil ötede olan Batn-ı Bâhac’da bırakıldı ve ikiyüz süvariden oluşan bir bölük, silahları korumak için görevlendirildi.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem “Lebbeyk! Lebbeyk!” diyerek Kabe’ye doğru ilerledi. Abdullah b. Revâha, Resûlullah’ın devesinin yularını eline almış olarak önde gidiyor ve şu şiiri okuyordu:
“Ey kâfirler! Karşıdan çekilin, Peygamber’in yolunu açın,
Bu gün Mekkeye girişimize engel olursanız boynunuzu vururuz.
Kelleyi bedenden ayıran bir vuruşla vururuz.
Dostun gönlünden, dost hatıralarım silip süpüren vuruşla vururuz.”
Sahabe’den büyük bir kalabalık, Hz. Peygamberle birlikteydi. Yılların birikmiş, derin özlemini ve dinin farzım büyük bir heyecanla yerine getiriyorlardı. Mekkeliler, Medine’nin havasının, suyunun muhacir müslümanlan zayıflattığım düşünüyorlardı. O yüzden Hz. Peygamber, tavafın ilk üç şavtında koşuyormuşca-sına yürümelerini emretti. Arapçada buna “remi” denir. Nitekim bugüne kadar o sünnet devam etmektedir.
Mekkeliler her ne kadar çaresiz kalarak umreye izin vermişseler de gözleri bu manzarayı görmeye katlanamadığı için Kureyş’in çoğunluğu şehri boşaltarak dağlara gitti. Üç gün sonra Hz. Ali’nin (ra) yanına gelerek, şartın gerçekleştiğini ve zamanın dolduğunu hatırlatıp: “Muhammed’e Mekke’den çıkması gerektiğini söyle” dediler. Hz. Ali (ra) Hz. Peygamber’e durumu bildirince, Hz. Peygamber hemen harekete geçti ve Mekke’den ayrıldı. Mekke’den ayrılırken daha önce Mekke’de kalmış olan Hamza’nın (ra) küçük kızı Ümâme: “Amca! Amca!” diyerek koşup Hz. Peygamberdin yanına geldi. Hz. Ali, onu elleriyle yukarı kaldırıp kucağına aldı. Ama Cafer (ra) -Hz. Ali’nin kardeşi- ve Zeyd b. Harise (ra) Ümâme’nin kendilerine verilmesini, buna daha fazla haklan olduğunu iddia ettiler. Cafer (ra): “Bu, amcamın kızıdır” diyordu. Zeyd ise: “Hamza, benim din kardeşimdi, bu bağdan dolayı o yeğenim olur” diyordu. Hz. Ali ise, Aynı zamanda kendisinin kızkardeşi mesabesinde olduğunu ve önce kendisinin kucağına geldiğini iddia ediyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hepsinin iddiasını eşit derecede görerek Ümâme’yi teyzesi Esmâ’nın kucağına verdi. Esma, Ümâme’nin halasıydı. Sonra: “Hala anne gibi olur” diye buyurdu.