Arap Kavimleri
Arap tarihçileri Araplar’ı üç bölüme ayırmış.
1. Arapların bugün tamamen yok olmuş olan Tasm, Cedyes ve diğerleri gibi eski kavimleri.
2. Kahtân’ın oğulları olan saf Araplar ki; Yemenliler ve Ensâr gibi Araplar bu koldan gelir.
3. İsmail (as) Mekke’ye yerleşince, Mekke’nin etrafında bulunan Cürhüm oğulları kabilesinden bir kızla evlendi. Bu evlilikten doğan çocuklara Arab-ı Müsta’rebe denilmiştir. Yaşayan Arapların büyük çoğunluğu da işte bu soydan gelmektedir.
îslâm Peygamber’i ve bizatihi islâm’ın kendi tarihi, tamamen bu son zincire bağlıdır. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hz. İsmail’in bu evlili-ğiyle oluşan soydan gelmektedir. Hz. Peygamber’e Allah tarafından bahşedilen şeriat da Hz. ibrahim’e (as) bahşedilen şeriatın ta kendisidir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruluyor:
“O, gerek daha önce -gelmiş kitaplarda-, gerekse bunda -Kur’-ân’da- size ‘Müslümanlar’ adını verdi.” (Hac, 22/78)
Avrupalı tutucu tarihçiler bu gerçeği tamamıyla inkâr etmektedirler. Onlara göre ne ibrahim (as), ne de ismail (as) Arabistan’a gelmiş ve Kabe’nin temelini atmışlar, ne de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hz. ismail’in soyundan gelmiştir. Bu konular dinî tutuculuğa konu olduğundan, göstereceğimiz deliller Avrupalıların kabul ettikleri ilkelere dayansa bile bu meselede onları ikna etmemiz mümkün olmayacaktır.
Üzerinde görüş ayrılığı olan olaylar çoktur; ama görüş ayrılığının temeli derin olan sadece iki konu vardır. Bu iki konuda, taraflar arasında ortak bir nokta göze çarpmıyor. Bu ana mesele hangi tarafın görüşüne uygun karara bağlanırsa, o konunun ayrıntılarının da ona uygun kabul edilmesi gerekir. Yukarıda değinilen iki ana mesele şunlardır:
1. Hz. Hacer ile Hz. İsmail’in Arabistan’a gelip gelmedikleri,
2. Hz. İbrahim’in Hz. îshâk’ı mı, yoksa Hz. ismail’i mi kurban etmek istediği.
Hz. İsmail Nereye Yerleşti?
Yahudiler, ismail (as) değil de Ishâk’m (as) kurban edildiğini, kurban edilme yerinin de Suriye olduğunu iddia etmektedirler. Eğer Hz. tshâk’m değil de ismail’in (as) kurban edilmek istendiği sabit görülürse, kurban edilme yeri konusunda sadece Araplar’in rivayetlerini kabul etmek gerekecek ve bu durumda tarih zincirinin bütün halkaları tamamlanacaktır. Tevrat’ta şöyle denilmektedir:
“İbrahim’in ilk oğlu Hacer’den doğdu ve İbrahim onun adını ismail koydu, ismail’den sonra Sâre’den îshâk (as) doğdu. İsmail büyüyünce, Sâre onun İshâk’a kötülük yaptığını gördü ve İbrahim’e (as); ‘Hacer ile oğlunu evden götür’ dedi.”
Bu olaylardan sonra Tevrat’ın dikkat çeken ifadesi şudur:
“ibrahim sabah olunca erkenden kalktı. Ekmek ve bir tulum su aldı. Hacer’e vererek sırtına yükledi. Çocuğunu da yanına katarak gönderdi. Hacer gidip Bi’r-i se-bü’ (=Beer-şeba) çölünde dolaştı. Tulumdaki su tükenince çocuğu bir çalı altına at-tı.’Çocuğun ölümünü görmeyeyim’ diyerek kendisi de karşıda bir ok atımı uzaklığa gidip oturdu. Böylece karşıya oturup bağıra bağıra ağladı. Allah çocuğun sesini işitti ve Allah’ın meleği gökten Hacer’e seslenerek dedi ki: ‘Neyin var Hâcer? Korkma, bulunduğu yerden Allah çocuğun sesini işitti. Kalk, çocuğu kaldır ve onu elinde tut, çünkü onu büyük bir millet yapacağım.’ Allah Hacer’in gözlerini açtı ve Hacer bir su kuyusu gördü. Gidip, tulumu su ile doldurdu ve çocuğa içirdi. Allah çocukla beraberdi, o büyüdü ve çölde oturdu ve büyüyerek okçu oldu. Fârân çölünde yaşadı. Annesi ona Mısır diyarından bir kadın aldı.” (Tevrat, Tekvin, 21:14-21)
Bu ifadeden de anlaşılıyor ki İsmail (as) evden çıkarıldığında tamamen çocuktu. Nitekim Hz. Hacer tulumu ve onu sırtına aldı. Arapça Tevrat’ta çok açık ve net ifadeyle: “ibrahim, tulumu ve çocuğu, Hacer’in sırtına koydu” denilmektedir.
Ancak Tevrat’ta şöyle de denilmektedir: ‘İsmail doğduğunda İbrahim 86 yaşındaydı ve ibrahim, ismail’i sünnet ettiğinde Hz. ismail’in yaşı 13, Hz. tbra-him’inki ise 99’du” denmektedir. Hz. ismail’in evden çıkarılması olayı sünnet olduktan sonra olmuş olacağından, yaşının kesinlikle 13’ten fazla olduğu ortadadır ve o yaştaki çocuk annesinin sırtına binerek dolaşacak kadar küçük olamaz. Bu gerçeği belirtmekten maksadımız, Hz. ismail’in yaşının, o sırada Hz. ibrahim’in (as) onu ve annesini asıl memleketlerinden alarak daha uzak bir yere götürüp yerleştirecek kadar büyümüş olduğunu vurgulamaktır.
Tevrat’ın yukarıda nakledilen ibaresinde, Hz. İsmail’in Fârân’da yaşadığı ve ok atıcılığı yaptığı -okla avlandığı- açıkça söylenmektedir. Hıristiyanlar ise: “Fârân, Filistin’in güneyinde bulunan bir çölün adıdır. O bakımdan ismail Arabistan’a gelmesi olayı gerçek değildir” demektedirler. Arap coğrafyacılar genellikle, Fârân’in Hicaz dağlarının adı olduğu üzerinde görüş birliğindedirler. Nitekim Mu’cemu’î-Buldân’da açıkça ve net bir şekilde böyle olduğu bildirilmiştir. Ama Hıristiyan yazarlar bu görüşe katılmamaktadırlar. Kanaatleri uzun, geniş bir inceleme gerektirdiğinden, tartışma ve mücadeleye girmemek için bu nokta üzerinde durmuyoruz. Fakat bir zamanlar Arabistan’ın kuzey sınırının nereye kadar genişlemiş olduğunu anlatmak zorundayız. Mr. Le Bone Arap Medeniyeti adlı eserinde şunu kaydetmektedir:
“Yarımadanın kuzey sınırı kesin çizgilerle ayrılmış olmadığından belirlenmesi de o kadar kolay değildir.
Eğer Filistin’in Akdeniz’in kenarında bulunan Gazze şehrinden Lut gölüne, oradan Şam’a, Şam’dan da Fırat nehrine, Fırat nehri boyunca ilerleyerek Basra körfezine ulaşılan bir çizgi çizebüirsek bu sınıra Arabistan’ın kuzey sınırı denebilir.”
Buna göre Fârân’ın, Arabistan’ın Hicaz bölümünde sayılması gerçeğe aykırı değildir. Hz. İsmail’in (as) yerleştiği yer olarak Tevrat’ta bildirilen ifadelerde şu cümle yer almaktadır:
“O; ismail (as) Havila’dan, Aşûr’e giderken Mısır yolu üstündeki Şûr’a kadar olan alanda yaşadı.”[33]
Bu ifadede belirtilen Mısır karşısındaki toprak, kesinlikle Arabistan toprakları olabilir. Hıristiyanların mukaddes kitaplarında gösterilen bütün itina ve önem, sadece îsrailoğullarma hasredilmiştir. İsmailoğulları ise dolaylı yoldan zikredilmektedir. Bu bakımdan ismail’in (as) Arabistan’da yerleşmiş olması açıkça belirtilmemekte ise de, çeşitli işaret ve dolaylı ifadelerden, Hz. Hacer’in Arabistan’da yerleşmesinin kabul edilmesi gereken bir gerçek olduğu anlaşılmaktadır. Hıristiyanların, Allah’ın vahyi ile geldiğine inandıkları Ahd-i Cedîd (=încil)’de Pavlos’un Galatya-lılara yazdığı bir mektup vardır. Bu mektupta şöyle bir ifade yer almaktadır:
“İbrahim’in biri cariye, diğeri hür kadından iki oğlu vardı. Cariyeden olan isim ve bedene göre doğdu. Hür kadından doğan da vade ile doğdu. Bunlarda remiz vardır. Çünkü kadınlar iki ahiddirler. Kulluk için doğuran Sina dağındandır, yani Hacer’dir. Zira Hacer Arabistan’ın Sina dağıdır ve şimdiki Kudüs’ün karşılığıdır.”
Urduca ve Arapça tercümelerdeki ifadeler net olmadığından asıl ifadenin ne olduğu bilinmese de Hz. isa’nın en büyük havarilerinden olan Pavlos’un Hz. Hacer için Arabistan’ın Sina dağı dediği gayet açıktır. Eğer Hz. Hacer Arabistan’da yerleşmeseydi, ona Arabistan’ın Sina dağı denmesi ne anlama gelirdi?
Kurban Edilmek İstenen Kimdi?
Tevrat, zaman içinde yaşanan olaylar yüzünden ve yahudilerin tedbirsizlikleri ve maddî çıkarlarını fazla düşünmelerinden dolayı baştan başa değiştirilmiş, özellikle de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hakkında verilen açık ve dolaylı bilgiler, işaretler yahudilerin müdahaleleriyle tamamen silinmiş ise de Tevrat’ta gerçekleri gösteren birtakım izlere hâlâ rastlanmaktadır. Tevrat’ta İshâk’ın (as) kurban edildiğinin açıkça yazılmasına rağmen, uzun satırlar üzerinde dikkatle göz gezdirdiğimizde onun asla kurban edilmediğine ve kurban edilmiş olamayacağına dair kesin deliller görürüz. Aşağıdaki noktalar gözönünde bulundurulduğunda bu durum daha iyi anlaşılacaktır.
1. Eski şeriatlara göre kurban, insan veya hayvandan olsun sadece ilk doğanlardan olabilirdi. Örneğin Habil’in kestiği kurbanlar, koyunların ilk doğurdukları kuzulardandı. Allah Teâlâ’nın Hz. Musa’ya Levililer’le ilgili verdiği emirlerde şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
“Çünkü tsrailoğulları arasında insan olsun, hayvan olsun ilk doğanlar benim içindir.” (Sayılar, 8: 17)
2. Yahudilikte ilk doğan çocuğun üstünlüğü hiç bir şekilde gözardı edilemez. Tevrat’a göre, eğer kişinin iki karısı varsa, bunlardan biri ona sevimli, diğeri sevim-sizse, üstünlük -sevimsiz olan kadından doğmuş olsa da- ilk doğan çocuğa aittir.
“Çünkü ilk doğan çocuk onun ilk gücüdür ve ilk doğan olarak öncelikli hakları vardır.” (Tesniye, 21:15,17)
3. Allah’a adanan çocuğa babasından miras düşmezdi. Tevrat’ta şöyle denilmektedir:
“O zaman da Rabbin, Levi çocuklarını ahit sandığını taşımak için ve Rabbe hizmet etmek üzere huzurunda dursunlar ve bugüne kadar adını kutsasmlar diye ayırdı. Bundan dolayı Levi’nin bir miras hakkı yoktur ve o, kardeşleriyle birlikte mirasa konma hakkına sahip değildir. Onun hakkına düşen -Rabbin ona söylediği gibi- Rabbidir.” (Tesniye, 10: 9-10)
4. Allah’a adanan kişinin saçı tıraş edilmez, olduğu gibi bırakılırdı ve bugün müslümanların hacda ihramdan çıkacakları zaman saçlarını tıraş ettikleri gibi mabedin yanma götürülerek saçları kestirilirdi. Tevrat’ta şöyle denilmektedir:
“Ve artık şimdi sen hamile olacaksın ve çocuk doğuracaksın. Onun başına ustura değdirme, çünkü bu çocuk Allah için adanacaktır.” (Hâkimler, 13: 5)
5. Allah’ın hizmetine adanan kişi için “Takdime” (=Allah’a takdim edilmiş) ifadesi kullanılırdı. (Sayılar, 6: 16-20; Tekvin ve Tesniye bölümlerinde bunlarla ilgili detaylar vardır.)
6. Hz. İbrahim’e verilen, oğlunu kurban etmesi emrinde; ilk doğan ve sevimli olan çocuğunu kurban etmesi şartı vardı. (Tekvin, 22:2)
Asıl meseleye geçmeden önce şunu söylemek zorundayız ki; Hz. İbrahim’in şe-riatinde kurban kesmek ve Allah’a adak adamak aynı kelime ile söylenirdi. Yani ikisi için de bir tek kelime kullanılırdı. Eğer “Bu çocuğu falan mabede kurban ada” denmişse, bunun anlamı; “Onu bu mabedin hizmetine ver ve orada kalması için evden uzaklaştır” demektir. Ama bu kelime hayvanlar için kullanıldığında gerçek kurban kesme anlamı kasdedilirdi. Tevrat’ta Allah kendi ifadesi ile şöyle demektedir:
“Çünkü îsrailoğulları içinde insan olsun, hayvan olsun ilk doğanlar benim içindir.”
İşte Tevrâf m bu bölümünde (Sayılar: 8:11 -özetle-) şöyle söylenmektedir:
“Allah, Hz. Musa’ya dedi ki: İsrailoğullarmdan Levililer’i al ve onları Allah’ın huzuruna getir de Allah için onları ayır ve bu insanlar kurban edilecek iki sığırın başına ellerini koysunlar.”
Hz. ibrahim’e rüyasında verilen, oğlunu kurban etmesi emrinden oğlunu mabede hizmet için adamasının kastedildiği anlamı da çıkar, ibrahim (as) önceleri bu rüyayı olduğu gibi ve zahirî manâsıyla anlamıştı O yüzden zahirî mânâsına göre uygulamak istedi. Ama daha sonra anlaşıldı ki bu mecazî anlamda bir rüya idi. Dolayısıyla ibrahim (as) oğlunu Allah’ın evine hizmet etmesi için tahsis etti ve kurban şartlarını yerine getirdi.
Bütün bu açıklamalardan sonra aşağıdaki delilleri gözönünde bulundurmalıyız:
1. İshâk (as) İsmail’den (as) sonra doğmuştur. Kurban edilmek için, ilk doğan çocuk olmak şart olduğundan, Hz. İshâk (as) da ilk doğan çocuk olmadığından İs-hâk’ın kurban edilmesi için emir verilmiş olamaz.
2. Hz. İbrahim (as) bütün mirasını tshâk’a (as) verdi. Bunun aksine ismail’e (as) ve annesine sadece -bir miktar buğday ve- su tulumu verdi. Bu, Hz. ibrahim’in Is-hâk’ı (as) kurban, yani mabede adak yapmadığını gösteren kesin delildir.
3. İnsanların saçlarını kestirmemeleri adeti İsmail’in (as) soyunda uzun süre devam etmiştir. Müslümanların, bugün bile hac yaparken ihram çıkarma anma kadar saçlarını kestirmemeleri İsmail’in (as) bu sünnetine uydukları içindir.
4. Hz. İbrahim’in (as) soyundan gelen insanlar arasında ve onun tevhid dininde kurban ve adak adama için kullanılan kelimeyi ibrahim (as), îshâk (as) için değil, îsmail (as) için kullanmıştır. Tevrat’ta da bildirildiği üzere Allah Teâlâ Hz. ibrahim’e (as) Ishâk’m (as) doğduğu müjdesini verdiğinde, İbrahim (as): “Keşke îsmail senin huzurunda yaşayabilse” dedi.
Tevrat’ta bu kelime “karşısında canlı kalma” kelimesi kullanıldığı her yerde bu anlamlarda kullanılmıştır.
5. ismail (as), Hz. İbrahim’in (as) en sevdiği oğluydu. Bugünkü Tevrat ise baştan başa Ishâk’ın (as) tek taraflı destanıdır. Tevrat’ta Hz. ishâk ile Hz. ismail arasındaki fark ve ikisi arasındaki ayrıcalık şöyle açıklanmıştır: Hz. ishâk Allah’ın vaadine ve ahdine mazhar olarak doğmuş,[38] ismail (as) ise İbrahim’in duası ve Allah’tan talebi üzerine doğmuştur. Bundan dolayı Allah onun adını ismail koydu. Çünkü İsmail iki kelimeden meydana gelmektedir: sem ve îl. Sem işitmek demek, îl ise Allah demektir.[39] Yani, Allah Hz. İbrahim’in duasını işitti, demektir. Tevrat’ta, bildirildiğine göre, Allah, Hz. İbrahim’e:
“ismail konusunda senin söylediklerini duydum” buyurdu.
Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’e (as), İshâk’ın doğacağı müjdesini verince ibrahim (as) daha o anda İsmail’i hatırladı. Demek istiyoruz ki, Hz. ibrahim’e oğlunu kurban etme emri verildiğinde, bu emirde en sevgili evladını kurban etmesi şartı olduğundan, îshâk’ı (as) değil, ismail’i (as) kurban edeceğini biliyordu.
6. İshâk’m (as) doğacağını Allah Hz. İbrahim’e (as) müjdelediğinde onun soyu ile ebedî bir ahid meydana getireceğini de müjdelemişti. Tevrat’ta şöyle denilmektedir:
“Sonra Allah dedi ki: Belki senin eşin Sâre senin için bir oğul doğuracak ve onun adını Ishâk koyacaksm. Ben de ebedî ahdi onun zürriyetinden kuracağım.” (Tekvîn, 17:19)
Bunun genişçe açıklaması şöyledir:
Tevrat’ta anlatıldığına göre, İbrahim (as) oğlunu kurban etmek istediğinde ve melek “Elini çek!” diye nida ettiğinde meleğin ona söylediği sözler şunlardı:
“Allah diyor ki: Mademki sen öyle yaptın ve biricik oğlunu esirgemeyip kurban istedin. Ben de seni ziyadesiyle mübarek kılacağım ve senin neslini gökteki yıldızlar ve sahildeki kumlar gibi çoğaltacağım” (Tekvîn, 22:16-17)
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Cenab-ı Hak, Hz. Ishâk[40] doğduğu zaman onun zürriyetini devam ettirmek istediğini söylemiştir. Böyle olduğuna göre, Cenab-ı Hak onun zürriyeti meydana gelmeden kurban edilmesini emreder miydi? Halbuki kurban edilmesi emredilen kişinin İsmail (as) olduğunu kabul ettiğimiz takdirde bütün ifadeler birbirini tutmaktadır. Hz. ismail, Hz. ibrahim’in ilk ve en çok sevdiği çocuğuydu. Kendisi ergenlik yaşma ulaşmış, yahut ulaşmak üzere bulunuyordu. Zürriyetinin bereketi hakkında, adanmasından önce bir vaat meydana gelmemişti. Ama Tevrat’ta Hz. İbrahim biricik oğlunu kurban etmek istediği zaman, o oğluna zürriyet vaad edildiğini görüyoruz. Demek ki kurban edilme adağı karşısında bereket vaadi meydana gelmiştir. O halde kurbanın ancak Hz. ismail olabileceği açıktır. Hz. Ishâk doğduğu andan itibaren bereket ve zürriyet ile vaad olunduğu için onun kurban edilmesinin imkân ve ihtimali yoktur.
Kurban Edilme Yeri
Tevrat’ta kurban yeri olarak bildirilen yer Merya’dır. Yahudiler; oranın Hz. Süleyman’ın heykelinin bulunduğu yer olduğunu söylüyorlar. Hıristiyanlar ise burasının Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği yer olduğunu söylemektedirler.
Fakat Avrupalı araştırmacılar bu iki iddianın da yanlış olduğunu ifade etmişlerdir. Sir Stanley şöyle demiştir:
“Hz. ibrahim sabah vakti çadırından çıkarak kendisine Allah’ın emir verdiği yere gitti. Ama bu yer yahudilerin iddia ettikleri Merya dağı değildi. Hıristiyanların iddia ettikleri gibi, kutsal kabrin bulunduğu kilisenin yanında da değildi. Bu tahmin, yahudilerin tahminlerinden de çok uzaktır. Bundan çok daha uzak bir ihtimal müslümanların iddia ettikleri Arafat dağı da değildir. Burası muhtemelen Cerîzem dağı üzerinde bulunan bir yerdir. Zaten kurban yerine benzeyen bir yerdir.”
Bu ifadeden kesinlikle anlaşılan şudur ki; Merya’mn belirlenmesinde yahudi-lerle hıristiyanların ileri sürdükleri iddialar yanlıştır, Müslüman iddialarının yanlışlığına gelince, bu konu ileride incelenecektir. Merya’nın yeriyle ilgili olarak farklı görüşler ileri sürülmesi bir başka farklı görüşü daha ortaya çıkarmıştı: Kelimenin bir yerin adı mıydı, yoksa bir nitelik ve sıfat anlamı mı taşıyordu? Bir çok mütercim onun bileşik bir kelime olduğunu kabul ettiklerinden tercüme etmeyerek olduğu gibi bırakmışlardı. Ama zaman aşımına uğraması ve ilgisizlikten dolayı kelimenin şekli değişmiş, yani Merya, More şekline dönüşmüştür. İbranî dilinde iki kelime de yazılış bakımından birbirine yakın olmalarından dolayı bu şekli almıştı. Tevrat’ta More kelimesi hakkında bilgi verilirken, Arabistan’da olduğu açıkça yazılıdır. Tevrat’ın bu konudaki ifadesi şöyledir:
“Ve Medyenliler’in”[43] ordugâhı kuzey yönünde, More dağları üzerindeki derede idi.” (Hâkimler, 7:1)
Yaşanan olaylarla delilleri gözönünde bulundurursak bu kelimenin More değil, bilakis Müslümanların Sa’y merasimini yerine getirdikleri Mekke-i Mükerre-me’nin bir tepesi olan Merve tepesi olduğuna hükmedebiliriz. Araplar’dan anlatı-lagelen rivayetler, Kur’ân-ı Kerîm’in açıklaması, hadislerin belirlemesi, bütün her şey bu hükme o kadar uygun düşmektedir ki, bu uygunluk, olayın doğruluğu ve gerçekliği olmadan imkânsızdır. Şöyle bir hadis vardır:
“Hz. Peygamber Merve tepesine doğru işaret ederek: “Kurban yeri burasıdır ve Mekke’nin bütün tepeleri ve geçitleri kurban yeridir” buyurdu. Hz. Peygamber zamanında Merve’de Mekke’den beş km. uzaklıkta bulunan Mina’da kurban kesiliyordu. Buna rağmen Hz. Peygamber Merve’yi kurban yeri olarak göstermişti. Bu, Hz. İbrahim’in burada Hz. ismail’i kurban etmek istemesinden dolayıdır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:
“Sonra bunların varacakları yer Eski Ev’e —Kabe— kadardır.” (Hacc, 22/33) “Ve Kabe’ye varacak bir kurban…” (Mâide, 5/95)
Merve, Kabe’nin tam karşısında ve ona çok yakındır. Bu âyetle ortaya çıkan gerçek şudur ki; kurban kesmenin asıl yeri Mina değil, Kabe’dir. Hacı sayısının artması sebebiyle Kabe’nin sınırı Mina’ya kadar genişletilmiştir.
Kurban Hatırası
Yahudiler Ishâk (as) soyundan geldikleri için, eğer îshâk (as) kurban edilmek istenmiş olsaydı, yahudiler arasında bugün hâlâ devam eden bir geleneği, bir hatırası mevcut olurdu. Bunun aksine İsmail’in (as) soyunda ve İsmail’in (as) manevî evlatları olan müslümanlar arasında onun kurban oluşuyla ilgili merasimler bugüne kadar gelmiştir.
Hz. ismail’in oğullan arasında onun kurban edilmek istendiğine dair bütün hatıra ve gelenekler devam etmektedir. Büyük bir İslâm farzı olan hac, tamamen o kurban edilişi canlandıran bir hatıradır. Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz:
1. Allah Teâlâ, Hz. ibrahim’e (as) oğlunu kurban etmesini emretmek dileyince: “Ey İbrahim!” diye çağırdı. İbrahim (as) da: “Hazırım” dedi.
Hac sırasında adım başı “Lebbeyk” diye feryad ederek yürüyen müslümanla-nn söyledikleri kelimenin tam karşılığı, Hz. İbrahim’in “Hazırım!” anlamına gelen sözüdür.
2. ibrahim şeriatında; kurban yerine getirilen veya Allah için adanan kurbanlığın, mabedin veya kurban edilen yerin etrafında tekrar tekrar gezdirilmesi prensibi vardı.
Hac sırasında Safa ile Merve tepesi arasında yedi kere sa’y etmek (=gidip gelmek) esası da, ibrahim şeriatının bir hatırasıdır.
3. ibrahim şeriatındaki adak görevleri arasında, bir de adak gününe kadar saçların kesilmemesi vardı. Hacda da bu esas vardır, ihram çıkarılırken müslümanlar saçlarını kestirir veya tıraş ettirirler. Kur’ân-ı Kerim’de bu esas şöyle anılmaktadır:
“Başlarınız tıraş edilmiş olarak…” (Fetih, 48/27)
4. Hac farizasının çok önemli ve gerekli bir rüknü de kurban kesmektir. Bu da İsmail’in (as) kurban edilmesi hadisesinin bir hatırasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır:
“Oğluna karşılık ona büyük bir kurban verdik.” (Sâffât, 37/107)
Ortaya koyduğumuz bu delilleri Tevrat’ın onları açıklaması ve dolaylı yoldan bildirmesi üzerine verdik. Kur’ân-ı Kerîm’e göre ise -her ne kadar bazı müfessirler yanlışlıkla yahudi rivayetlerini desteklemişle de- Hz. ismail’in kurban edilmek istenmesi açık ve kesindir. Kur’ân-ı Kerîm’de kurban edilme olayı şu ifadelerle anlatılmıştır:
“(Oradan kurtulan İbrahim), ‘Ben Rabbime gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek. Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ver” dedi. işte o zaman Biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: ‘Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; ne dersin?’ dedi..” (Sâffât, 37/99-102)
Yukarıdaki âyette; Hz. İbrahim’in (as) Allah’tan salih evlatlar istediği, Allah’ın da onu kabul ettiği, bahşedilen çocuğun kurban olarak takdim edildiği anlatılmaktadır.
Tevrat’tan anlaşılan ise, İbrahim’in (as) duası üzerine ismail’in (as) doğmuş olduğu, bundan dolayı da “Allah ibrahim’in dileğini duydu” anlamında, doğan çocuğa ismail adı konmuştur. O yüzden, bu âyette anlatılan tshâk değil, ismail (as)’dır.
Tevrat’ta kurban olayı bu şekilde genişçe anlatılıp bitirildikten sonra îshâk’ın (as) doğması anlatılmıştır. Bundan da kesinlikle anlaşılıyor ki, yukarıdaki âyette bildirilen Ishâk (as) değil, aksine ismail (as)’dır.
inananlara “Müslüman” adını ilk defa Hz. ibrahim (as) vermişti. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Babanız İbrahim’in dininde (olduğu gibi) o daha önce sizi “müslüman” diye isimlendirdi” buyurulmuştur. Bu isim vermenin tarihi, kurban olayıyla birlikte başlar. Yani ibrahim (as), ismail’i (as) kurban etmek istediğinde ona: “Allah şu emri indirdi. Ne dersin?” deyince, İsmail (as) son derece güven içinde ve rahatça: “Bu baş hazırdır” diye kafasını yere eğdi. Tam bu sırada Allah, “islâm” kelimesinden alınmış olan ve teslim olmak anlamına gelen “esleme” ifadesini kullandı:
“Her ikisi de teslim olup…” (Sâffât, 37/103).
Hz. ibrahim (as) ile ismail’in (as) en büyük ve en muazzam kahramanlıkları, kendilerini Allah’a teslim etmeleri ve verdiği emre razı olmalarıdır. Yani kurban edilme emri verilince baba-oğul ikisi birden hiç bir bahane ileri sürmeden başlarını eğdiler ve emre rıza gösterdiler. Bu özellik huzur-i ilâhîde beğenildi ve kabul gördü. Sonra Hz. ibrahim ve ismail’in (as) Allah’a teslim olma şiarı, dinî bir şiar olmuş, bu yüzden de ibrahim (as) kendisine tâbi olanlar için “Müslüman” admı kullanmıştır.
Teslimiyet, fedakârlık ve İslâm; aslında eş anlamlı kelimelerdir, ismail’in (as) kendi kendini kurban edilmek üzere takdim etmesi bunun kesin bir delilidir. Eğer İshâk (as) kurban edilseydi bu lakab onun soyundan gelenlere veya onun ümmetine verilirdi.
Kurban Kesmenin Asıl Mahiyeti
Oğlunu kurban etmesi için Hz. İbrahim’e (as) verilen emrin amacının ne olduğu üzerinde iyice düşünürsek, bu meselenin mahiyetinin ne olduğu açığa çıkacaktır. Eski zamanlarda putperest milletler, çocuklarmı mabudlarma kurban etmek üzere adarlardı, ingiliz idaresi gelmeden önce bu âdet Hindistan’da da vardı, islâm’a karşı olanların düşüncesine göre İsmail’in (as) kurban edilmesi de bu türden bir emirdir. Ama böyle düşünmek büyük bir yanılgıdır.
Büyük mutasavvıfların, velî makamındaki tarikat mürşitlerinin yazdığına göre peygamberlere gösterilen rüyalar iki çeşittir: Biri hakikî, diğeri de mecazî olan rüyalar. Hakikî rüyalarda görülenlerden maksat, rüyada görülenin aynısının ortaya çıkmasıdır. Mecazî rüyada ise, mecaz veya kıyas yoluyla bir isteğin yerine getirilmesi vardır. Hz. ibrahim’e (as) gösterilen rüyadan maksat, kendi oğlunu Kabe’nin hizmetine adamasıydı. Yani onun başka işlerle uğraşmayarak Kabe’nin hizmetine vakfedilmesi idi. Tevrat’ta kurban kelimesi yer yer bu anlamda da kullanılmıştır.
İbrahim (as), gördüğü bu rüyayı hakikî rüya zannetti, yani rüyada görülen ne ise aynısının yapılmasının gerekli olduğunu sandı ve olduğu gibi uygulamak istedi. Bu şekilde bu düşünce, peygamberlerde olabilen içtihad yanılması olduğu için -bu yanılma devam etmeyip Allah kendisini uyaracağından- ibrahim (as) da bu hareketten menedildi. Ama Allah onun bu iyi niyetini takdir ederek şöyle buyurdu:
“Ey ibrahim! Rüyana sâdık kaldın. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız.” (Sâffât, 37/103-104)
Her halükârda, burada bu kadar geniş bilgi vermemizin gayesi, Allah’ın ismail’i kurban etmeyi Hz. ibrahim’e emretmesinin aslında onu Kabe’ye hizmet için vakfetmesi demek olduğunu bildirmektir. Adak adamak için önceki şeriatlardaa kullanılan kelime “Rabbin önünde” ifadesi idi. Tevrat’ta bu ifade çok sık kullanılmıştır. Hz. ibrahim’in (as) ismail (as) hakkında Allah’a yaptığı duanın lafzı şöyleydi: “Keşke ismail senin önünde -huzurunda- yaşayabilse” (Tekvîn, 17:18). işte bu isteğe uygun olarak rüyasında ona mecazî anlamda oğlunu kurban etmesi emri verildi. Bu söz, Hz. ibrahim’e (as) rüyasında Ishâk’ın (as) değil, aksine ismail’in (as) kurban edilmesinin emredildiğinin en kesin delildir.
Mekkei mükerreme Ve Kabe
Hz. İsmail’in yerleştiği yer konusunu incelerken oranın Arabistan olduğunu belirtmiş, kurban edilmek istendiği yerle ilgili olarak da Mekke vadisi olduğunu delilleriyle tesbit etmiştik. Bütün bunlar göstermektedir ki Mekke şehri çok eski bir yerleşim yeridir.
Tutucu hıristiyan tarihçiler, bu şehrin çok eski olduğu iddiasının müslümanla-ra özgü bir iddia olduğunu, eski tarihlerde izine bile rastlanmadığını yazmaktadırlar. Bu yüzden bu konuyu biraz genişçe ele alacağız.
Mekke’nin eski ve asıl adi, Bekke’dir. Kufân-ı Kerîm’de bu isim geçmektedir:
“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev -mabed- Mekke’deki -Kâbe-dir.” (Al-i îmrân, 3/96)
Zebur kitabının 84. mezmûrunun 6. ayetinde şöyle deniyor:
“Bekke vadisinden geçerken ona bir kuyu gösterir. Bereketlerle More’yi kaplar. Gittikçe güçlenir.”
Bu ifadede geçen ‘Bekke’ kelimesi Mekke-i Mükerreme’dir. Ama bu kelimeyi özel isim değil de fiilden türemiş bir isim kabul edersek, kök olarak ağlamak anlamına gelmektedir. Bu da Arapça’daki ‘Bükâ’ kelimesidir. Yahudiler ve hıris-tiyanlar daima Mekke’nin azametini gölgelemek için birbirlerine destek verdikleri için birçok mütercim yukarıdaki ifadeyi tercüme ederken Bekke’yi “ağlamak” diye tercüme etmişlerdir. Ama herkes bu durumda ağlama vadisinin ne anlama geleceğini kendiliğinden anlayabilir. Zebur’un yukarıda naklettiğimiz ayetinden açıkça anlaşılmaktadır ki, bu ilâhîde Dâvûd (as) Mekke-i Mükerre-me’yi, Merve’yi ve ismail’in (as) kurban edilmek istendiği yeri görmeyi arzulamaktadır.
Hz. Davud’un (as) Allah Teâlâ’ya yakarışını belirten ifadesi şöyledir:
“Ey askerlerin Rabbi! Senin evin -Kabe- ne kadar tatlıdır. Canım, Allah’ın Evini özlemiştir, hatta ona aşıktır. Kalbim ve cismim, canlı ve diri olan Allah’ı terennüm ediyor. Serçe yurdunu, kırlangıç da yavrularının yuvasını Senin kurban yerlerinin yanında kurdu. Daima Senin evinde yaşayan insanlar ve Seni her zaman teşbih edenler ne mübarek kimselerdir.”
Bunun hemen ardından ‘Bekke’ ile ilgili âyetler gelmektedir. Şimdi bu âyetler üzerinde biraz durur ve düşünürsek, Hz. Davud’un (as) kavuşmayı özlediği yerin, belirtilen yere uygun düşebilmesi için aşağıdaki özelliklerin bulunması gerekmektedir:
1. Kurban kesme yeri olması.
2. Hz. Davud’un (as) memleketinden uzak olması, ki oraya kadar yolculuk etmeyi göze alabilsin.
3. Bekke vadisi deniliyor olması.
4. Orada ‘More’ denen bir yerin bulunması.
Bu şartları gözönüne aldığımızda kesinlikle görürüz ki; Bekke denen yer Mek-ke-i Mükerreme’dir. More, Merve’nin ta kendisidir. Buna rağmen yahudilerin ne kadar dar görüşlülükle kelimeleri evirip çevirerek değiştirdikleri de ortadadır.
Ayet-i kerime bu hususta şöyle der:
“Onlar kelimelerin yerlerini değiştirir -kitaplarını tahrif ederler-.” (Mâide, 5/141)
Dr. Hastings’in Dictionary of the Bibİe adlı kitabında Bükâ Vadisi konusunda yazdığı makalenin Özeti şudur:
“Bu kelime ile eğer gerçekten bir vadi kastedilmişse o zaman bu aşağıdaki yerlerden biri olabilir:
1. Ziyaretçilerin Beytü’l-Makdis’e gitmek için geçtikleri bir vadidir.
2. Tevrat’ın Yeşû 7. babının 24 ve 26. âyetlerinde zikredilen Ahor vadisidir.
3. Tevrâf m ikinci Samuel kitabının 5. babının 18 ve 22. âyetlerinde anlatılan Re-fâyon vadisidir.
4- Sina dağının bir vadisidir.
5- Beytü’l-Makdis’e kadar kuzeyden gelen kervan yolunun son durağıdır.
Ne tuhaftır ki Dr. Hastings’in bu kadar fazla ihtimali arasında hiç bir yerde Mekke-i Mükerreme’nin adma rastlanmamaktadır. Daha da şaşılacak olan şudur ki isimlerini saydığı vadilerden hiçbirisinin, ‘Bükâ’ kelimesiyle hiç bir ilgisi, hatta ortak bir harfleri bile yoktur. Bunun aksine ‘Bükâ’ ile ‘Bekke’ tamamen aynı kelimelerdir.’Fark sadece söyleniştedir.
Yeni Encyclopedia da “Muhammed” başlığı altında yazılan makaleyi Margoli-outh kaleme almıştır. Orada Mekke-i Mükerreme hakkında şöyle demektedir:
“Eski tarihlerde bu şehrin adına rastlanmamaktadır. Ancak Zebur’un 84. mez-murunun 6. ayetinde “Vadi Bekke” sözü vardır.”
Ama o, bu tarihî delili zayıf kabul etmektedir. Meşhur Fransız araştırmacısı ve Arapça uzmanı Prof. Dozy şöyle demiştir:
“Bekke; Yunan coğrafyacılarının Makrobe dedikleri yerin adıdır.”Fakat Margoliouth’un Prof. Dozy’nin açıklamasına da güveni yoktur. Heroes and Hero Wor$hip isimli kitabında Cariyle şöyle emektedir:
“Romalı tarihçi Selis Kabe’yi zikretmiş ve: ‘O, dünyanın bütün mabedleri içinde en eski ve en üstün olanıdır’ diye yazmıştır. Selis’in bu sözü, Hz. isa’nın (as) doğumundan 50 yıl öncesine ait bir sözdür.”
Kabe Hz. isa’dan çok önce varolduğuna göre Mekke şehri de hemen hemen aynı döneme ait bir şehir olmalıdır. Çünkü nerede ünlü bir mabed varsa, çevresinde mutlaka bir şehir veya koy kurulmuştur. Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân isimli eserinde: “Batlamyus coğrafyasında Mekke-i Mükerreme’nin boylamı 28°, enlemi 3°’dir diye belirtilmiştir” demektedir.
Batlamyus eski döneme mensup bir bilgindir. Eğer o, coğrafyasında Mekke’yi zikretmişse, şehrin eskiliğini belirtecek başka ne gibi bir belgeye ihtiyaç olabilir? Margoliouth’un Mekke-i Mükerreme’nin eskiliğini reddediş nedeni ise Hamevfnin el-îsâbe’sindeki: “Mekke’de ilk inşa edilen ev, Saîd veya Sa’d b.Amr’ın evidir” ifadesidir. Margoliouth şu gerçeği bilmemektedir: Tarihçilerin de yer yer açıkladığı gibi, Araplar Kabe karşısında veya çevresinde binalar yapılmasını Kabe’ye saygısızlık kabul ettiklerinden civarda ev yapmayıp çardak ve çadırlarda yaşamışlardı. Mekke de bu sayede uzun zaman çadırlardan oluşan büyük bir şehir olarak kalmıştı.
Hz. İsmail’in (As) Kurban Edilmesi
Allah’ın evi yapılmış ve tamamlanmış olduğundan, artık ona hizmet etmek ve mü-tevelliliğini üstlenmek için mübarek bir kişinin bütün uğraşlardan sıyrılarak hayatını Kabe’ye adaması gerekiyordu. Bu tür bir adağa ibrahim (as) şeriatında “kurbanlık” denmekteydi. Tevrat’ta bu tabir sıkça kullanılmaktadır.
Yukarıdan beri yazageldiğimiz gibi, peygamberlere vahiy gelmektedir. Bunun çeşitli türleri vardır. Biri de sâdık rüya görmektir. Nitekim Sahîh-i Buhâ-rrnin “Bed’ul-vahy” bölümünde şöyle anlatılmaktadır: “Hz. Peygambere ilk vahyi rüyada geldi. Bu rüya bazan Yusuf’un (as) güneş, ay ve yıldızlan kendine secde ederken gördüğü gibi mecazî olurdu. Ne şekilde olursa olsun, Hz.ibrahim’e (as) rüyasında oğlunu kendi elleriyle kurban edişi gösterildi. Bu Rüyayı Görüldüğü Gibi Gerçek Rüya Sandı Ve Onu Gördüğü Şekilde Uygulamaya Hazır Olduğunu bildirdi.
İbrahim (as), oğlu ismail’in çekinmeden hareket edeceğine ve fedakârlık yapacağına güveniyordu. Ama onbeş yaşında genç bir çocuğun boynunu bıçağın altında görmeye dayanıp dayanamayacağını bilmek istiyordu. Oğluna dönerek:
‘Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; ne dersin?’ dedi.” (Sâf-fât, 37/102)
Oğlu son derece cesaret ve kendine güvenle şöyle cevap verdi:
“Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. Inşaallah beni sabredenlerden bulursun.” (Sâffât, 37/102)
Bir tarafta, seher vakitlerinde yaptığı dualar sonucu kendisine peygamber soyunun gözünün nuru, gönlünün sürûru bir oğul bağışlanan ve onu dünyada her-şeyden çok seven 90 yaşında ihtiyar bir baba vardır. Çok sevdiği yavrusunu boğazlamak için kollarını sıvamış, bıçağını eline almış, durmaktadır. Diğer tarafta, bebekliğinden bugüne kadar babasının sevgi dolu bakışları altmda büyüyen genç oğlu durmakta ve babasının kendisini kesecek olan eline bakmaktadır. Kudsî melekler, derin gökyüzü, kâinat âlemi bu dehşetengiz manzarayı seyredip, parmakları hayretten ağızlarında beklerlerken, birden lâhûtî âlemden şu ses geldi:
“Ey ibrahim! Rüyana sâdık kaldın. Biz iyileri böyle mükafatlandırırız.” (Sâffât, 37/105)
Evladın tam bir azim, rahatlık ve hayrete düşüren fedakârlık ve vefakârlıkla kendini kurban edilmek üzere takdim etmesinin mükâfatı bu kurban merasiminin kıyamete kadar dünyada onun hatırası olarak yaşamasıydı.”