Muhacir Ensar nedir ve Muhacir Ensar kime denir? İşte Muhacir Ensar Kardeşliği hakkında bilgi…
Muhacir: Dinleri ve inançları uğruna, Mekke”den Medine ye göç eden Müslümanlara denir.
Ensar: Mekkeli Müslümanlara yardım eden Medineli Müslümanlara da Ensar denir. Peygamberimiz Ensar ve Muhaciri kardeş ilan etmiş, onlar da bu kardeşliği gerçekten uygulamışlardır.
Ensar, Arapçada “yardım edenler, yardımcılar” demektir.
Sıfat olarak, “herkesi seven, herkese yardım eden” demektir.
Terim olarak, İslam dininin tarihsel gelişimi açısından büyük bir öneme sahip olan Hicret olayı ile bir topluluğa kimlik olarak terimleşmiştir İslam tarihinde Mekke’den Medine’ye göç eden Muhacirlere yardım eden, Medineli Müslümanlara Ensar denmiş; Kur’ân’da Yaratıcı tarafından bu topluluk işaret edilerek yer almıştır.
İslam tarihinde Ensar olarak anılan Medine halkı; Mekke’de zûlüm altında olan ilk Müslümanları şehirlerine davet etmiş, onlarla evlerini, topraklarını paylaşmış, kentlerinin bu davet nedeniyle düşmanların taarruzlarına maruz kalmasını göze almışlardır.
Bir ayet ile savaşmaya izin verilene kadar uzun bir süre düşmanlarına karşılık vermeden canlarını vermiş, Yaratıcı’nın iznini içeren ayet inince de İslam için savaşmışlardır.
Ensar Muhacir Kardeşliği
Mekke’yi terkederek Medine’ye hicret eden müslümanlar tamamen parasız pulsuz ve elleri boş olarak gelmişlerdi. Aralarında zengin ve servet sahibi olanlar vardı ama Mekke’yi gizlice terkettikleri için yanlarında bir şey getirememişlerdi.
Her ne kadar Mekke’den gelen muhacirler için, Medine’nin yerli müslümanlan olan ensânn evleri birer misafirhane idiyse de kendi başlarına bir düzen kurulması gerekiyordu. Muhacir müslümanlar hayatlarını bağış ve hayırlarla geçirmek istemiyorlardı. Kendi nzıklannı kazanmaya alışık insanlardı. Ama tamamen parasız pulsuz kaldıklarından ve bir hurma tanesine bile muhtaç olduklarından Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onları ensârla kardeş yapmayı düşündü. Mescid’in inşası tamamlanmak üzereyken ensârı çağırdı. O sırada on yaşında olan Enes b. Mâlik’in evinde toplandılar. Muhacirler kırkbeş kişiden ibaretti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ensâra hitap ederek: “Bunlar sizin kardeşlerinizdir” buyurdu. Muhacir ve ensârdan birer kişiyi çağırarak onlara: “İkiniz kardeş oldunuz” buyuruyor, onlar da artık hiçbir ayrıcalığı olmayan, gerçek kardeşler oluyorlardı. Ensârdan olan müslümanlar kardeş oldukları muhacir müslümanlan yanlarına alarak evlerine gidiyor, eşyalarını ve servetlerini göstererek: “Yansı senin, yarısı da benim” diyorlardı.
Abdurrahman b. Avf (ra) kardeşi olan ensârdan Sa’d b. Rebfnin iki hanımı vardı. Abdurrahman’a: “Birini boşayayın> datmunla evlen” dedi. Ama Abdurrahman (ra) bunu nezâketle geri çevirdi. Ensânn bütün servetleri hurmalıklarından ibaretti. Zaten o devirde para, pul pek bulunmuyordu. Ensâr, Hz. Peygamber’e gelerek bu hurma bağlarını yeni edindikleri kardeşleriyle aralarında paylaştırmasını istediler. Muhacirler ticaretle uğraşan kimselerdi. Toprakla, bağ-bahçeyle uğraşmadıklarından zirâatın nasıl yapıldığını bilmiyorlardı. O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem muhacirler adına bunu geri çevirdi. Bunun üzerine Ensâr: “Bütün işi biz yapıp bitireceğiz, ele geçen mahsûlün yarısı bizim, yarısı da bu kardeşlerimizin olacak” deyince, muhacirler bunu kabul ettiler.
Bu kardeşlik gerçek bir kardeşliğe dönüştü. Ensârdan biri öldüğünde mirası ve bıraktığı bütün mallar muhacir kardeşine geçiyor, diğer öz kardeşleri mirastan mahrum kalıyordu. Bu hüküm, şu ilâhî buyruğun uygulanmasından ibaretti:
“iman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd edenler ve -muhacirleri- barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velileridir.” (Enfâl, 8/72)
Bedir savaşından sonra muhacirlerin yardıma ihtiyaçları kalmayınca şu âyet nazil oldu:
“Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine -mirasçı olmaya- daha uygundur.” (Enfâl, 8/75)
Bu âyet geldiği andan itibaren eski sistem kalktı. Bu husus hadis ve tefsir kitaplarında açık bir şekilde anlatılmıştır. Hicretin 4. yılında Benî Nadîr yahudileri sürgün edilip de topraklan ve hurmalıkları ele geçirilince Hz. Peygamber (as) ensân çağırarak: “Muhacirler yoksuldur, onların hiç bir şeyleri yok. Razı olursanız yeni ele geçirilen yerler, sadece onlara verilsin, siz de eski hurmalıklarınızı geri alın” buyurdu. Ensâr: “Hayır! Bizim hurmalıklarımız kardeşlerimizde kalsın. Yenilerini de onlara verin” dediler.
Bütün dünya müslümanlan ensânn bu fedakârlığı ile övünecek, insanlık âlemi bu eşsiz davranışa hayran kalacaktır. Bir de muhacir müslümanların yaptığına bakmak gerekir.
Sa’d b. Rebî (ra) Abdurrahman îbn Avf’a eşyalarını teker teker göstererek yarısını almasını isteyince Abdurrahman, ona: “Bütün bunlan Allah sana hayırlı etsin, sen bana pazarın yolunu göster” dedi. Sa’d b. Rebî ona, Kaynuka yahudilerinin ünlü pazarını gösterdi. Abdurrahman b. Avf biraz yağ, biraz peynir satın aldı. Akşama kadar alışverişle uğraştı. Bir kaç gün içinde evlenecek kadar para biriktirdi. Zamanla Abdurrahman’ın ticareti öyle gelişti ki ticaret mallarını 700 deve ancak taşıyabiliyordu. Kervanı Medine’ye girerken şehir yerinden oynardı. “Elimi toprağa atsam, altın oluyor” derdi. Sahabeden bazıları dükkân açtılar. Hz. Ebu Bekir’in dükkânı Senih denen yerdeydi. Orada kumaş ticareti yapıyordu. Hz. Osman Kaynuka pazarında hurma ticareti yapıyordu. Hz. Ömer de ticaretle uğraşmıştı. Onun ticaret kervanının gidiş mesafesi İran’a kadar da ulaşmış olabilir. Diğer sahabîler de büyük küçük ticaret işi yapmaya başlamışlardı.
Sahîh-i Buhârfde anlatıldığına göre Ebu Hureyre’nin çok hadis rivayet etmesine karşı çıkıp da: “Diğer sahabîler bu kadar hadis rivayet etmiyor” dediklerinde şöyle derdi: “Bunda benim ne kusurum var. Diğerleri çarşı pazarda ticaretle uğraşırken ben gece gündüz Hz. Peygamber’in yanında duruyor, dizinin dibinden ayrılmıyordum”.
Hayber fethedildikten sonra bütün muhacirler hurmalıkları ensâra geri verdiler. Sahîh-i Müslim’in Cihâd babında şöyle bir rivayet vardır:
“Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hayber savaşını bitirip de Medine’ye döndükten sonra muhacirler, ensârın ikram olarak verdikleri hurmalıkları geri verdi.”
Muhacirler için ev ayarlaması şöyle yapıldı: Ensâr evlerinin etrafında boş duran arsaları onlara verdiler. Arsası olmayanlar ise, kardeş edindikleri muhacirlere, kendi evlerinin bir kısmını vermişlerdi. Herkesten önce Hz. Harise b. Nu’mân (ra) kendi arazisini takdim etti. Benî Zühre Peygamber mescidinin hemen arkasına yerleşti. Abdurrahman b. Avf burada bir köşk —şato demek daha doğru olur— yaptırdı. Zübeyr b. Avvâm’ın (ra) eline geniş bir arsa geçmişti. Ensâr, Osman (ra), Mik-dâd (ra) ve Ubeyd’e (ra) kendi evlerinin yanlarında arsalar verdiler. Aralarında kardeşlik bağı kurulmuş olan kişilerden bazılarının adlan şöyledir:
Hz. Ebu Bekir (ra) Hârice b. Zeyd el-Ensârî (ra)
Hz. Ömeı (ra) Utbân b. Mâlik el-Ensarî
Hz. Osman (ra) Evs b. Sabit el-Ensârî (ra)
Ebu Ubeyde el-Cerrâh (ra) Sa’d b. Mu’âz (ra)
Zübeyr b. Avvâm (ra) Selâme b. Vahş (ra)
Mus’ab b. Umeyr (ra) Ebu Eyyûb el-Ensârî (ra)
Ammâr b. Yâsir (ra) Huzeyfe b. el-Yemân (ra)
Ebu Zerr el-Ğıfârî (ra) Münzir b. Amr (ra)
Selmân-ı Fârisî (ra) Ebu’d-Derdâ (ra)
Bilâl (ra) Ebu Rudeyha (ra)
Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rebîa (ra) Abbâd b. Bişr (ra)
Sa’d b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl (ra) Ubeyy b. Ka’b (ra)
Ensâr ile muhacirler arasında bu şekilde kurulan kardeşlik sadece evsiz barksız kalan muhacirleri yerleştirmek gibi geçici bir düzenleme sanılmaktadır. Gerçekte bu hareket islâm’ın yüce amacını gerçekleştirmek ve insanlar arasına oluşturacağı eşitlik ve huzuru temin etmek için atılan en önemli adım olmuştur.
İslâm, ahlâkı güzelleştirmenin, duygulan yüceltmenin ve erdemleri en üstün noktaya ulaştırmanın ilâhî devleti ve saltanatıdır. Bu devletin yöneticilere, ordu komutanlarına ve her türden yetenekli insanlara ihtiyacı vardı. Hz. Peygamber’in huzurunda bulunmanın ve O’nun sohbetlerini dinlemenin feyz ve bereketi sayesinde muhacirler içinde bu yeteneklere sahip bir topluluk yetişmişti ve bunlar arasında diğer kimselerin ders alıp yetişecekleri, feyiz alıp üstün meziyetler elde edebilecekleri nitelikler oluşmuştu. Bu yüzden kardeşlik bağları kurulurken Hz. Peygamber, gerek ensâr, gerekse muhacirlerden olanlar arasında karakter, yetenek ve duygu birlikteliğini gözönünde bulundurmuştu. Bu şekilde onların, başkalarını da aynı Ölçüler içerisinde yetiştirmelerini planlamıştı. Geniş ve derinden incelendiği zaman görülecektir ki kardeş yapılan kişiler arasında duygu ve karakter benzerliği gözönünde tutulmuştu. Medine’ye hicret edeli kısa bir süre geçmişken, bu kadar kısa bir zaman içerisinde yüzlerce insanın karakter ve huy benzerliğini tam ve sağlam bir şekilde ölçmek imkânsızdı. Bu kadar kusursuz ve başarılı bir tanıma ve teşhiste bulunarak tam uyumlu bir kardeşlik kurulması, kabul edilmelidir ki peygamberliğe ait özelliklerden biridir.
Saîd b. Zeyd (ra) cennetle müjdelenen on kişidendi. Babası Zeyd, Hz. Peygam-ber’in Peygamber olarak gönderilmesinden önce İbrahim dinine tabi olmuştu. Bir bakıma, islâm’ın öncü birliğindendi. Saîd (ra) O’nun eğitiminden geçmiş, O’nun terbiyesi altında yetişmişti. Bu yüzden İslâm adını duyar duymaz, “Lebbeyk” dedi. Annesi de onunla birlikte veya ondan önce müslüman oldu. Ömer (ra) onun evinde ve onun teşvikiyle İslâm’a yöneldi. Hz. Ömer’in eniştesiydi. İlim ve fazilet bakımından Sahabe-i kirâm’ın üstün nitelik taşıyanları arasındaydı. Kendisi Übeyy b. Ka’b ile kardeş yapılmıştı. Übeyy b. Ka’b, onun sayesinde Hz. Ömer’in kendisini ‘seyyidü’l-müslimîn’ (=müslümanların önderi) diye çağırdığı bir makama erişmişti. Hz. Peygamber’in vahiy katibliğini ilk üzerine alan kişi Übeyy b, Ka’b’dı. Kur’ân kıraatinde en büyük hüccet oydu.
Ebu Huzeyfe (ra), Kureyş’in en büyük liderlerinden olan Utbe b. Rebîa’nm oğluydu. Bu niteliğinden dolayı, Eşhel kabilesinin reisi olan Ubbâd b. Bişr’in kardeşi yapıldı.
Hz. Peygamberin, ’eminü’1-ümme’ (=Ümmetin mutemedi) unvanını verdiği Ebu Ubeyde b. el-Cerrah (ra) ileride Suriye fatihi olma yeteneğini taşıyordu. Diğer taraftan İslâm karşısında babalık ve oğulluk duygularının kendisi üzerinde hiç bir etki yapamadığı bir kimseydi. Nitekim Bedir savaşında babası karşısına çıkınca önce babalık haklarını gözetti. Ama sonunda babasını İslâm’a feda etmek zorunda kaldı. Onun eğitim ve Öğretimi altında yetişmesi için Evs kabilesinin büyük lideri Sa’d b. Mu’âz ile kardeş yapıldı. Onda da işte bu feda^etme ve vefakârlık niteliği açıkça göze çarpmaktadır. Kureyza oğulları yahudîteri, Sa’d b. Muaz’ın yeminli dostuydu. Araplar arasında yeminli dostluk bağı, kardeşlik ve babalık bağına eşitti. Buna rağmen Benî Kureyzâ gazvesinde mesele İslâm’ı ya da diğerini tercih etmeye gelince, 400 yeminli dostunu islâm’a feda etti. Bilâl (ra) ile Ebu Rudeyha (ra), Selman-ı Fârisi (ra) ile Ebu’d-Derda (ra), Ammâr b. Yasir (ra) ile Huzeyfe b. e-Yemân (ra) ve Mus’ab b. Umeyr ile Ebu Eyyûb el-Ensarî (ra) Hazretleri arasında öyle bir birlik ve kaynaşma olmuştu ki onun sayesinde sadece talebe hocasından değil, hatta hocası talebesinden etkilenebiliyordu. Abdurrahman b. Avı Medine’ye geldikten sonra başının üstüne peynir kabını koyarak satmaya gidiyordu. Ama çok zengin olan Sa’d b. Rebî’nin eğitimi altında bulunup onun görgüsü altında yetişmesi, yukarıdan beri anlatageldiğimiz derecede servet ve zenginliğe ulaşmasını sağlamıştı.
Tarih, ensârın muhacirlere gösterdiği kardeşlik ve fedakârlık duygularının bir benzerini göstermekten acizdir. Bahreyn’in fethi sırasında Resûl-ü Ekrem ensân çağırtarak oradaki arazileri aralarında bölüştürmek istediğini söylemişti. Ama ensâr hep bir ağızdan: “Önce muhacir kardeşlerimize verilsin, hissemizi onlardan sonra alırız” demişlerdi.
Bir keresinde aç biri Hz. Peygamber’in huzuruna gelmiş ve: “Çok açım, bana yiyecek birşeyler ver” demişti. Hz, Peygamber evine haber göndererek yiyecek bir-şeyler varsa gönderilmesini istedi. Sudan başka bir şey olmadığı bildirildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber yanındakilere hitaben: “Bu adamı evinde misafir edecek var mı?” buyurdu. Ebu Talha (ra):”Ben varım” dedi ve onu alıp evine götürdü. Ama orada da durum aynı idi. Hanımı sadece çocukların yiyeceğinin olduğunu söyledi. Karısına lambayı söndürmesini ve o yiyeceği getirip misafirin önüne koymasını söyledi. Üçü birlikte sofraya oturdular. Kan-koca aç durdular ve sanki yiyormuş gibi ellerini getirip götürerek hareket ettirdiler, yemeği o aç misafirin yemesine fırsat verdiler. Bu olay üzerine şu âyet nazil olmuştur:
“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) [35]