Hicret nedir, Hz Muhammedin hicreti ve Önemi nedir? İşte Hicret ne zaman olmuştur, Hicret anlamı ve Hicret sonuçları ile Hicret olayı hakkında tüm ayrıntılar.
Arapça kökenli olan hicret sözcüğü, “terketmek, ayrılmak, bir yerden başka bir yere göç etmek” demektir.
Genel anlam ve kullanımda hicret, bir İslam dini kavramı olarak, herhangi bir Müslüman birey veya topluluğun, inançları (Müslüman oluşları) yüzünden baskı gördükleri bir yerden başka bir yere göç etmesine verilen isimdir. İslam terminolojisinde hicret kavramı ile Hz. Muhammed (a.s.) ve arkadaşlarının M. 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleri kastedilir. Mekkeli müşriklerin baskılarına dayanamayan müslümanlar daha önce de iki kafile halinde Habeşistan’a hicret etmişlerdir.
Hak daveti ve islâm çağrısı her taraftan kılıç sesleriyle karşılanmaya başlayınca kâinatın sahibi ve dünya düzeninin yürütücüsü olan Allah Teâlâ müslümanlara Dâru’l-Emân (=Güven yurdu, barış beldesi) olan Medine’nin kapısını açtı. Ama zalimlerin asıl hedefi olan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, ne yapacağı ve nasıl hareket edeceği konusunda Allah’ın emrini bekliyordu. Mekke dışındaki şehirlerde müslüman olanlar, canlarını feda etme pahasına O’nu korumak için ellerinden gelen herşeyi yapacaklarına dair söz veriyorlardı. Sağlam bir kaleye sahip olan Evs kabilesinin lideri Tufeyl b. Amr: “Hicret ederek buraya geliniz” diye kendi kalesini teklif etti. Ama Allah Resulü bunu kabul etmedi. Hemedan oğullarından bir kabile başkanı da benzer bir istekte bulundu ve aynı dileği Peygamber’e ulaştırdı. Kabile mensuplarıyla görüşüp işini düzene koyduktan sonra gelecek yıl geleceğini söyledi.
Ama kaza ve kaderi yürüten, her şeye hükmeden Yüce Allah bu şerefi sadece ensâra nasib etmişti. Nitekim hicretten önce Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem rüyasında hicret edilecek yerin bağ ve bahçelerle dolu güzel bir yer olduğunu gördü. Yemâme veya Hicr şehri olduğunu sandı. Ama sonradan o şehrin Medine olduğu ortaya çıktı. Peygamberliğin 13. yılında sahabe-i kirâm’ın çoğu Medine’ye ulaştı. İşte bu yüzden daha sonra vahiyle de uygun görülerek Hz. Peygamber Medine’ye hicret etmeye karar verdi. Bu destansı olay son derece etkileyici, kalpleri titretici ve insanı hayrete düşürücüdür. Bu nedenledir ki îmam Buharı, olayları çok kısa ve özet vermeyi tercih etmesine rağmen bu olayı genişçe yazmıştır. Hz. Aişe’nin (ra) anlattıklarını, ağzından çıktığı şekilde kaleme almıştır. Hz. Ai-şe (ra) her ne kadar o sırada 7 yaşında idiyse de onun anlattıkları, bizzat Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir’in anlattıkları demektir. Çünkü o, onlardan duyduklarını, onların anlattıklarını aktarmış olmalıdır. Olayın ilk merhalelerinde kendisi de bulunmaktadır.
Kureyş kabilesi, müslümanlarm Medine’ye hicret ettikten sonra güçlenip geliştiklerini ve islâm’ın orada süratle yayıldığını gördüler. Bunun üzerine danışma meclisi durumundaki Dâru’n-Nedve’de toplandılar. Toplantıya bütün kabilelerin başkanları katılmıştı. İsim vermek gerekirse şunları zikredebiliriz: Utbe, Ebu Süf-yân, Cübeyr b. Mut’im, Nadir b. Haris b. Kelede, Ebu’l-Buhturî, İbn Hişâm, Zem’a b. Esved b. Muttalib, Hakîm b. Hizam, Ebu Cehil, Nebih, Münebbih, Ümeyye b. Halef.. Katılanlardan her biri farklı bir görüş ileri sürdü. Biri:
“Muhammed’in elini ayağını zincirle bağlayıp, bir evde hapsetmeliyiz” dedi. Bir diğeri:
“Şehir dışına sürgün edilmesi yeterli” dedi.
Ebu Cehil:
“Her kabileden bir kişi seçilsin ve bu seçilen kişiler hep birlikte kılıçlarıyla saldırıp öldürsünler. Bu durumda O’mm kanının sorumluluğunu bütün kabileler paylaşmış olur. Hâşim oğulları da tek başına bütün kabilelere karşı çıkamayacak, Muhammed’in kanının intikamını almak için hepsine savaş alamayacaktır” dedi. Bu son teklif üzerinde anlaşma oldu ve güneş batmak üzereyken hepsi gelip Hz. Peygam-ber’in mübarek evini kuşatma altına aldılar. Araplar evin haremine girmeyi ayıp saydıklarından dışarıda beklediler, Hz. Peygamber sallalİahu aleyhi vesellem’in çıkmasını ve çıkar çıkmaz öldürme görevlerini yerine getirmeyi kararlaştırdılar.
Kureyş, Hz. Peygamber sallalİahu aleyhi vesellem’e bu kadar düşman olmasına, O’na bu derece kin duymasına rağmen yanında bir miktar parası, malı veya bir takım kıymetli eşyaları olan kimseler bunları güvenli, sağlam bir yere emanet etmek istedikleri zaman, Hz. Peygamber’e teslim edecek kadar O’nun dürüstlük ve güvenilirliğine inanırlardı. O sırada da Hz. Peygamberin yanmda birçok emanet toplanmıştı. Kureyş’in niyetinden daha önceden haberdâr olduğu için Hz. Ali’yi çağırarak, ona: “Bana hicret etme emri geldi, bugün Medine’ye hareket edeceğim. Sen yatağımda, benim yorganıma bürünerek uyu, sabahleyin herkesin emanetini götürüp sahiplerine teslim et” buyurdu.
Gerçekten çok tehlikeli bir andı. Hz. Ali, Kureyş’in Hz. Peygamberi öldürmeye karar verdiğini öğrenmişti ve o gün Resûlullah’ın yatağı, görünüşe göre acı bir ölümün meydana geleceği yerdi. Ama Hayber fatihi için ölüm yeri, gül döşeğiydi.
Hicretten iki üç gün önce Hz. Peygamber öğle vakti Hz. Ebu Bekir’in evine gitti. Adeti gereği kapıyı vurdu. İzin verildikten sonra içeri girdi. Hz. Ebu Bekir’e: “Biraz görüşmemiz lazım, senden başka kimse olmasın” buyurdu. Hz. Ebu Bekir cevap olarak: “Burada eşinizden başka kimse yok” dedi. O sırada Hz. Aişe ile nikah kıyılmıştı. Hz. Peygamber “Bana hicret için izin verildi” buyurunca, Hz. Ebu Bekir kendinden geçerek: “Babam anam sana feda olsun, ben de size refakat etme şerefine sahip miyim?” dedi. Allah Resulü: “Ever buyurdu. Hz. Ebu Bekir (ra) hicret için, dört aydan beri otlar yedirerek, bol gıdalar vererek iki deveyi’besliyor ve yol için hazırlıyordu. Allah Resûlü’ne: “Bu iki deveden birini buyurun” dedi. Herkese ikram ve ihsanda bulunan Yüce Peygamber hiç kimsenin ikramına razı olamazdı: “Evet ama bedelini ödeyerek” dedi. Hz. Ebu Bekir de mecbur kalarak kabul etti.
Hz. Aişe (ra) o sırada küçüktü. Büyük kızkardeşi, Abdullah b. Zübeyr’in (ra) annesi olan Esma (ra) yolculuk malzemelerini hazırlamıştı. Kadınların bellerine doladıkları bezi parçalayarak ondan azık bohçası yaptı ve içine iki-üç günlük azık koydu, işte bu hizmetinden ve becerisinden dolayı kendisine hâlâ, Zâtü’n-Nitâ-kayn (iki kuşak sahibi) denilegelmektedir.
Kâfirler, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in evini kuşatıp da gece epey ilerleyince kudret-i ilâhî, onları habersiz ve dalgın kıldı. Hz. Peygamber onları uyur vaziyette bırakarak aralarından geçip dışarı çıktı. Kabe’yi gördü ve: “Mekke, sen benim için bütün dünyadan daha değerlisin ama senin çocukların beni rahat bırakmıyor” dedi. Hz. Ebu Bekir (ra) ile zaten daha önce anlaşmış ve kararlaştırmış olduklarından, ikisi birlikte önce Sevr dağındaki mağaraya gidip gizlendiler. Bu mağara bugün hâlâ mevcuttur ve insanların ziyaret ve sevgi odağıdır.
Hz. Ebu Bekir’in yeni yetişmekte olan genç çocuğu Abdullah, geceleyin mağaraya gelerek geceyi birlikte geçiriyor, sabah erken ortalık aydınlanmadan şehre giderek Kureyş’in ne düşündüğünü, ne yapmak istediğini ve ne kararlar aldığını öğreniyor, edindiği bilgileri akşamleyin Hz. Peygamber’e arz ediyordu. Hz. Ebu Bekir’in kölesi koyunları otlatıyor, gece biraz ilerleyince o taraflara doğru geliyor ve Hz. Ebu Bekir’le Allah Resûlü’ne süt veriyordu. Üç gün boyunca sadece bu gıda-Jarla idare edildi. Ama Ibn Hişâm: “Hz. Esma evde yemek pişirerek her gün akşamleyin mağaraya ulaştırıyordu. Böylece üç geceyi mağarada geçirdiler” diye yazmaktadır.
Kureyşliler gpzlerini açtıklarında yatakta Hz. Peygamber yerine Hz. Ali’nin olduğunu gördüler. Onu yakalayıp Kabe’ye götürdüler. Bir süre orada hapsettiler sonra serbest bıraktılar. Arkasından Hz. Peygamberi aramaya koyuldular. Araştıra-soruştura, izini takip ede ede mağaranın ağzına kadar geldiler. Ayak seslerini duyan Hz. Ebu Bekir çok korktu ve üzüntü ile Hz. Peygamberce: “Düşmanlar o kadar yaklaştı ki ayaklarının dibine baksalar bizi hemen görecekler” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Üzülme, şüphesiz Allah bizimle beraberdir” buyurdu.
Şurası herkesçe bilinmektedir ki:”Kâfirler mağaraya yaklaştıklarında Allah Te-âlâ emir verdi. O anda bir akasya ağacı bitti ve dalları uzayarak Hz. Peygamber’i gizledi. Aynı anda iki tane güvercin geldi, yuva yaparak oraya yumurtladı. Kabe güvercinleri işte bu güvercinlerin soyundan gelirler.” Bu rivayet el-Mevâhibü’l-Le-dünniyye’de genişçe nakledilmiş, Zerkânî, Bezzâz’dan vb. nakille bunun kaynağı gösterilmiş ise de tüm bu rivayetler zayıftır. Bu rivayetin asıl râvısi Avn b. Amr hakkında Rical ilmi üstadı Yahya b. Maîn: “Bir hiçtir” demektedir, imam Buhârî ise: “O; hadisi inkâr edilen ve meçhul bir insandır” demektedir. Bu rivayetin bir başka râyisi ise Mekkeli Ebu Mus’ab’dır. O da durumu bilinmeyen, gerçek yüzü tanınmayan biridir. Nitekim Allâme Zehebî, Mızânu’l-ltidâl isimli eserinde Avn b. Amr’ın durumu hakkında bütün bunları nakletmiş ve kendisi de bu rivayeti zikretmiştir.
Dördüncü gün Hz. Peygamber mağaradan çıktı. Kendisine güvenilen Abdullah b. Uraykıt isimli bir kâfirle ücret karşılığında rehberlik etmesi için anlaşma yapıldı. O önden yol göstererek gidiyordu. Bir gece ve gündüz birlikte gittiler. Ertesi gün Öğle vakti güneş sıcağı çok arttığından Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber’in gölgede biraz dinlenmesini istedi. Her tarafa göz attı. Bir kayanın altında gölge gördü. Bineğinden inerek yeri temizledi, sonra kendi harmanisini yere yaydı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem istirahate çekilince Hz. Ebu Bekir’in kendisi yiyecek, içecek bir şeyler bulmak için çevreyi dolaşmaya çıktı. Yakında koyun otlatan bir çoban vardı. Ona, bir koyunun memesini tozdan, topraktan temizlemesini, sonra ellerini temizce yıkayarak süt sağmasını söyledi. İçine toz-toprak gitmesin diye kabın üzerine bez kapatarak sütü alıp Hz. Peygamberce getirdi. Birazcık su katarak takdim etti. Hz. Peygamber onu içtikten sonra: “Artık hareket etme zamanı gelmedi mi?” buyurdu. Güneş alçaldığında Resûlullah oradan hareket etti.
Kureyş, kim Muhammed’i veya Ebu Bekir’i yakalayarak getirirse ona, bir kan bedeline denk -yüz deve- mükâfat verileceğini ilan etmişti. Sürâka b. Cü’şum bu ilanı duydu.,[10] Mükâfatı ele geçirmek için büyük bir hırs ve ümitle takibe çıktı. Hz. Peygamber yola devam ederken Sürâka onu gördü ve atım koşturarak yakınlarına geldi. Ama at tökezledi, o da yere düştü. Ok torbasından fal okunu çıkararak, saldırmasının doğru olup olmadığına karar vermek için baktı. Saldırmasının doğru olmadığına dair ok çıktı. Ama yüz devenin büyük değeri karşılığında ok falına inanacak hali yoktu. Tekrar ata binip ileri doğru mahmuzladı. Bu sefer atın ayakları dizlerine kadar toprağa gömüldü. Attan inip tekrar fala baktı, yine aynı ok çıktı. Tekrar aynı sonucu görmek cesaretini kırmıştı. Teşebbüs ettiği şeyin çok tuhaf olduğuna kanaat getirmişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in yanma giderek Kureyş’in ilanını anlattı ve kendisinin emniyette olduğunu belirten bir yazı vermesini istedi. Hz. Ebu Bekir’in kölesi Amir b. Füheyre, bir deri parçası üzerine emniyette olduğunu belirten berâati yazıp verdi. Güzel bir rastlantı eseri, Zü-beyr (ra) Suriye’den ticaret eşyası almış gelmekteydi. Hz. Peygamber’le Hz. Ebu Bekir’e, hiç bir eşyalarının olmadığı o çaresizlik anında büyük bir ganimet olan bir kaç değerli kumaş takdim etti.
îbn Sa’d, Tabakât isimli eserinde bu kutsal yolculuğun bütün konaklarını, duraklarını sayıp göstermiştir. Her ne kadar Arabistan haritalarında bugün onlarm izine dahi rastlanmasa bile, islâm’a gönül veren mü’minler onların sadece isimlerini duymaktan dahi zevk alabiliriz. Durakların adları; Harrâr, Seniyyetü’l-Murra, Sekaf, Medlece, Mercah, Hadâid, Ezâhir, Râbiğ -Burası bugün de hacıların yolu üzerinde bulunmaktadır. Resûlullah burada akşam namazını kılmıştı-, Zâselem, Asâniye, Fahite, Arec, Cedvâs, Rakûbe, Akîk, Cescâse’dir. Hz. Peygamber’in yolda olduğu haberi Medine’ye ulaşmıştı. Bütün şehir tek vücut halinde sabırsızlıkla beklemekte idi. Küçücük çocuklar neşe ve iftiharla:”Peygamber sallallahu aleyhi vesellem geliyor!” diye sevinç çığlıkları atarak dolaşıyorlardı. İnsanlar sabah erken evlerinden çıkıp şehrin dışında toplanıyor ve öğleye kadar hasretle bekleyerek geri dönüyorlardı. Bir gün hayli bekledikten sonra geri dönmüşlerdi ki, bir yahudi kalenin burcundan ufku izlerken, bir karartının geldiğini gördü ve tahminle tanıyarak: “Ey Araplar! Alın, hasretle beklediğiniz gelmektedir” diye bağırdı. Bütün şehir tekbir sesleriyle inledi. Ensâr kılıçlarını kuşanarak kendinden geçmişcesine evlerden dışarı fırladı. Medine-i Münevvere’den üç mil mesafede Aliye ve Kubâ denen bir yer vardı. Ensâr’dan birçok aile orada yaşıyordu. Aralarında en seçkin ve şerefli konumda olan Amr b. Avf’ın ailesi idi. Külsûm b. el-Hedm de bu ailenin lideri idi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buraya gelince bütün aile neşe ve coşkuyla: “Allâhü ekber!” diye bağırdı. îki cihanın efendisi Hz. Peygamber’in misafirleri olmayı kabul etme şerefi, onlara nasip olmuştu. Ensâr her taraftan bölük bölük geliyor, sevgi ve saygıyla selam veriyorlardı.
Hz. Peygamberden Önce Medine’ye gelmiş olan birçok büyük sahabi de onların evinde misafir olmuştu. Nitekim Hz. Ebu Übeyde, Mikdâd, Habbâb, Süheyl, Safvân, Iyâd, Abdullah b. Mahreme, Vehb b. Sa’d, Ma’mer b. Ebu Şerh, Umeyr b. Avf misafir olarak hâlâ orada kalıyorlardı.
Hz. Ali (ra), Hz. Peygamber’in hareketinden üç gün sonra Mekke’den ayrılarak Medine’ye geldi ve orada konakladı. Bütün tarihçiler ve siyer yazarları: “Hz. Peygamber burada sadece 4 gün kaldı diye yazmaktalarsa da Sahîh-i BuhârTde 14 gün diye yazmaktadır. Bu akla daha yatkındır.
Hz. Peygamber’in buradaki ilk işi bir mescid inşa ettirmekti. Külsûm’un (ra) düz bir arazisi vardı. Orada hurma kurulurdu. Aynı yere mübarek bir el -Hz. Peygamber- tarafından mescidin temeli atıldı. Bu mescid Kui^ân-ı Kerîm’deki şu ayetin hakkında nazil olduğu mesciddir:
“İlk günden takva üzerine kurulan mescit -Kubâ mescidi- içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.” (Tevbe, 9/108)
Mescid inşaatında Hz. Peygamber işçilerle birlikte çalışıyordu. Ağır taşlan kaldırıp taşırken mübarek vücudu iki büklüm oluyordu. Kendisine son derece saygı duyup hürmet edenler: “Anamız babamız size feda olsun, siz bırakın da biz taşıyalım” diyorlardı. Resûlullah onların isteklerini kabul buyuruyor sırtındaki taşı onlara veriyor ama aynı ağırlıkta başka bir taş alıp yine taşıyordu.
Abdullah b. Revâha şairdi. O da işçilerle birlikte çalışıyordu. îşçiler çalışırken coşup daha canlı çalışmaları için şarkı söylüyor, şiirler okuyordu. Mescidi inşâ eden sahabe durmadan şu şiirleri okuyordu:
“Kurtulmuştur; Mescid inşa edenler Ve sürekli Kur’ân-t Kerim okuyanlar ve geceyi uyanık geçirenler.”
Hz. Peygamber de her kafiyede, sesli olarak bu şiirlere eşlik ediyordu. Hz. Peygamber’in Küba’ya gelişi İslâm’ın özel bir döneminin başlangıcı olduğundan tarihçiler Küba’ya geliş tarihine çok önem vererek büyük bir özenle belirtmişlerdir. Bir çok tarihçi Hz. Peygamber’in Küba’ya geliş tarihinin, Peygamberliğin onüçün-cü yılının Rebiülevvel ayının 8. günü. (Miladî 20 Eylül 622) olduğunda görüş birliğindedirler. Muhammed b. Musa Hârzemî: “Perşembe günü, Persler’in kullandığı takvime göre Tır ayırım 4. günü, Bizanslıların kullandığı tarihe göre 923 yılının Eylül ayında, İskender tarihine göre 10. gününe denk geldi” diye yazmaktadır. Tarihçi Yakûbî, astronomi bilginlerinden şu zâiçeyi nakletmektedir:
Güneş Sırtlan burcunda 23 derece 6. dakikada idi. Zuhal gezegeni Arslan burcunda 2. dakikada idi. Müşteri gezegeni Balık burcunda 6. dakikada idi. Zühre gezegeni Arslan burcunda 13. dakikada idi. Utarid gezegeni Arslan burcunda 15. dakikada idi.
Ondört gün sonra bir cuma günü Allah Resulü Medine’ye teşrif etti. Yolda Benî Salim mahallesinde namaz vakti geldi. Cuma namazını burada kıldı. Namazdan önce hutbe okudu. Bu; Hz. Peygamberin ilk cuma namazı ve namaz hutbesiy-di. Halk, Allah Resûlü’nün gelişini öğrenince her taraftan heyecan ve coşkuyla karşılamak üzere koşuşmuştu.
Hz. Peygamber’in anne tarafından akrabası olan Neccar oğulları silahlarını kuşanarak geldiler.Küba’dan Medine’ye kadar, müslümanlann safları iki çizgi halinde uzanıp gidiyordu. Yolda ensâr kabileleri geldi. Her kabile Hz. Peygamber’in önüne çıkarak: “Efendim, bu ev, bu mal, bu can emrinizdedir, hepsi senin uğruna feda olsun” diyorlar, Hz. Peygamber de memnuniyetini belirtiyor, hayır duada bulunuyordu. Şehre yaklaştıklarında coşku ve heyecan öyle bir noktaya ulaşmıştı ki kadınlar bile damlara çıkmış, hep bir ağızdan:
Dua eden dua ettiği sürece,
Allah’a şükretmemiz üzerimize borçtur.
Veda tepelerinin arkasından,
Ayın ondördü çıkagelmiştir.
diye şarkı söylüyor, minik kız çocukları ellerinde teflerle:
“Biz Neccar sülâlesinin kızlarıyız, Muhammed (sav) ne güzel bir komşudur”
beyitlerini terennüm ediyorlardı. Hz. Peygamber bu kız çocuklarına hitap ederek: “Beni seviyor musunuz?” diye sordu. “Evet seviyoruz” deyince Hz. Peygamber: “Ben de sizi seviyorum” buyurdu.
Peygamberlik güneşi, bu gün Peygamber Mescidi’nin bulunduğu yere bitişik olan Ebu Eyyûb el-Ensarfnin evinin Önünde durdu. Herkes ‘Peygamber bizde misafir olsun’ diye koşuşturuyordu. Büyük bir keşmekeş ve kargaşa yaşanıyordu. Sonunda kura çekmeye karar verildi ve bu büyük nimet Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin payına düştü.
Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin iki katlı bir evi vardı. Üst katını Hz. Peygamber’e teklif etti. Ama Hz. Peygamber kendisini ziyarete gelecek olan misafirleri kolaylıkla karşılaması ve görüşmesi için evin alt katını tercih etti.
Ebu Eyyûb el-Ensarî Peygamberimiz’e günde iki vakit yemek gönderiyordu. Peygamberimiz’in arttırdığını ise eşi ile paylaşıyordu. Ebu Eyyûb el-Ensarî feyz ve bereket olsun diye Peygamberimiz’in elinin yemeğe başladığını gösteren yerden, yemeğe başlayıp yiyordu. Bir gün su testisi kırıldı. Ebu Eyyûb el-Ensarî su aşağı sızar da Hz. Peygamberimizi rahatsız eder diye endişelendi. Ebu Eyyûb el-Ensarî suyun aşağıya sızmasına engel olmak için hemen örtündükleri ve yedeği bulunmayan örtüyü, suyu çeksin diye yere yaydı. Hz. Peygamber bu evde 7 ay kaldı. Mes-cid-i Nebevî ile etrafındaki odalar inşa edildikten sonra buradan kendisine tahsis edilen odaya geçti. Bu konuda daha geniş bilgi ileride verilecektir.
Hz. Peygamber Medine’ye geldikten sonra Zeyd’e ve kölesi Ebu Râfi’e iki deve ve 500 dirhem vererek, Mekke’ye gidip kızları ile aile fertlerini alıp getirmeleri için gönderdi. Ebu Bekir (ra), oğlu Abdullah’a mektup yazarak onun da annesini ve kızkardeşlerini alıp getirmesini istedi. Hz. Peygamber Efendimizin kızlarından sadece Rukiye, Hz. Osman (ra) ile birlikte Habeşistan’da bulunuyordu. Zeyneb’i (ra) ise kocası göndermedi. Zeyd, sadece Hz. Fâtımatu’z-Zehrâ’yı, Ümmü Kül-sûm’ü (ra) ve Resûlullah’ın eşi Şevde’yi (ra) alıp, geldi. Hz. Aişe ise kardeşi Abdullah ile birlikte geldi.
Hicret’in sonuçları
1- İslamın yayılması için iyi bir ortam oluştu.
2- Göç edenlere muhacir, Medine’de onları ağırlayan ve yardımcı olan Medine’li müslümanlara ensar denildi.
3- Medine’de İslam Devleti’nin temelleri atıldı.
4- Medine’deki Yahudilerle Medine Antlaşması imzalandı.
5- Medine’ye Mescid-i nebi yapıldı.
6- Mekke Dönemi Sona ermiş Medine dönemi başlamıştır.
7- Mekke ve Medine halkları arasında kardeşlik tesis edilmiştir.
8- Hicri takvim başlamıştır.
TARIHTE HICRET: HZ. IBRAHIM (A.S)’IN HICRETI:
Hz. Ibrahim, kendi kavmine Allah’in dinini anlatmada hiç bir engel tanimamis, Nemrut’un zorbaligina boyun egmemis, bir bir iskencelere maruz kalmasina ragmen yolundan dönmemistir. Fakat O’nun bütün gayretleri bir netice dogurmamis ve toplumunu küfür batakligindan çekip almamistir. Artik netice belli olmustur; kavmi kendi dogrultusunda gitmektedir. Hz. Ibrahim de tevhid üz ere yoluna devam etmektedir.
Hz. Ibrahim kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadigini anlarinca, sapiklik ve küfür diyarindan uzak kalmak amaciyla, her seyiyle yalniz Allah’a kulluk edebilmek için hicret etmistir (Elmalili Muhammed Hamdi Yazir, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 1437).
Hz. Peygamber (s.a.s) de söyle buyurmustur: “Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittigi yer bir kars i yer de olsa Cennet’te Ibrahim ve Muhammed (s.a.s) onun arkadasi olur.”
ASHAB-I KEHF’IN HICRETI:
Batil düzenler, gerçekten Hakk’a inananlara hayat hakki tanimak istemezler. Onlar gerektiginde bütün zulüm mekanizmalarini inananlarin aleyhine çalistirmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanin isiktan ürktügü gibi, onlar da inananlarin gerçekleri ve mutlak dogrulari gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasindan, ilahlik davalarinin sahteliginin ortaya çikmasindan, sömürü çarklarinin durmasindan endiselenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapilan zulüm, baski ve siddetin asil nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baski ve terör bundan kaynaklanmaktadir.
Kur’ân-i Kerîm Ashab-i Kehf’ten: “Rablerine inanan gençler” (el-Kehf, 18/13) olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; “Allah da onlarin hidayetlerini artirmisti”. Ashab-i Kehf’in, kavimleri Allah’tan baska tanrilara taptiklari için onlardan uzaklasmalarini Kur’ân övgüyle anlatmaktadir. Onlar bu davranislariyla dogru yolu bulman ve Allah’in rahmetine kavusmayi gaye edinmislerdi.
“… Sunlar, su bizim kavmimiz, Ondan (Allah’dan) baska tanrilar edindiler. Bunlarin üzerine bari açik bir delil getirseydiler ya? Artik yalan yere Allah ‘a karsi iftira edenlerden daha zâlim kimdir?” dediklerinde, onlarin kalplerini (sabir ve sebat ile hakka) baglamistik.”
(Birbirlerine söyle demislerdi):
“Madem ki siz onlardan ve Allah’tan baska tapmis olduklarindan ayrildiniz, o halde magaraya (çekilip) siginin ki; Rabbiniz size rahmetinden genislik versin, isinizden de size fayda hazirlasin ” (el Kehf,18/ 14,16) Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yasayip, dinlerini açiga vuramamaktansa magaraya çekilip orada inançlarini yasamayi tercih etmisler ve son derece az olduklari için, mevcut düzene karsi duramayacaklarini anlamis bulunuyorlardi.
HABESISTAN’A HICRET:
Islâm’in ilk yillarinda, sahabîlerin önemli bir kismina ve özellikle zayif ve kimsesizlere, “Rabbiniz Allah’tir” demeleri nedeniyle sayisiz zulümler uygulaniyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskilar yapiliyordu. Peygamber Efendimiz, sayilari yüzü bulan sahabiye Habesistan’a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarin varligindan söz etti. Bunun üzerine Habesistan’a iki defa hicret edildi.
Mekke o siralarda gerçekten Islâm gibi e ssiz, tevhide dayali yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için agir sartlari bulunan bir ortamdi. Habes istan’da da Islâmî bir düzenin varligindan söz edilemezdi ama. en azindan orada dini hürriyet vardi ve zulüm yoktu. Diger taraftan Islâm ülkesi diyebilecegimiz bir yerin de varligi söz konusu degildi. Henüz böyle bir tesebbüse girebilmek için gerekli sart ve imkanlardan da müslümanlar tamamiyla mahrum bulunuyorlardi. Bu nedenle Dârü’l- Küfr olan Mekke’yi birakip Darü’l-Emin (güven ülkesi)’e göç için bir izin verilmis oluyordu…
HICRETIN HÜKMÜ:
Kur’ân’in bir çok âyeti hicretten, hicretin gereginden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden… söz eder.
Hicretin ne denli önemli olduguna su âyetler gayet açik bir sekilde isaret etmektedir:
“Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarini alacagi kimselere melekler derler ki: “Ne iste idiniz?” Onlar: “Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik” derler. Melekler de: “Allah’in arzi genis degil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya” derler. Iste onlar böyle. Onlarin barinaklari Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadinlardan, çocuklardan zayif ve acz içinde birakilip da hiçbir Çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna” (en-Nisâ, 4/97, 98).
Bu âyetlerin inis sebebi hakkinda Ibn Abbas (r.a) sunu nakletmektedir:
“Peygamber (s.a.s) zamaninda bazi müslümanlar müsriklerle birlikte durup onlarin sayilarinin artmalarina neden oluyorlardi. (savas sirasinda) ok, onlardan bazilarina isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Yine Ibn Abbas (r.a.)’in rivayet ettigine göre; bir kisim Mekkeliler Islâm’a girmi s, fakat müslümanliklarini açiga vurmamislardi. Bedir savasi gününde müsrikler onlari da beraberlerinde savasa götürdüler ve bazilari bu savasta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: “Bizim arkadaslarimiz müslüman idiler, savas a zorla sokuldular” deyip, onlara Allah’tan magfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu” (Ibn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, I, 542).
Demek ki mü’minler, bu gibi durumlard a “biz Islâm’i ayakta tutamayacak kadar zayif kimseler idik” demekle kendilerini kurtaramayacaklardir. Çünkü bunlar Islâm’i tamamiyle yasayabilmek için herhangi bir tesebbüste bulunmamislar ve böylece “kendilerine zulm etmislerdir” fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayif kimseler bundan müstesnadir.
Bu âyetler, müsrikler arasinda bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadir. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmis olduklari ve bu ayetin hükmüne göre, haram isledikleri icmâ ile kabul edilmis tir (Ibn Kesîr Tefsîr, I, 542). Bu hüküm kiyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yas ayabilecegi, inancinin gereklerini yerine getirebilecegi Darü’l-Islam’a hicret etmekten alikoymaz.
Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü’l- Harp’te dinini açiga vurup yasayabiliyor bile olsa, müslümanlarin sayisini çogaltmak ve cihada katilabilmek için Dârü’l-Islâm’a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarindan Islâm diyarina hicret etmek vaciptir. S âfiîlerden el-Mâverdî’ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açiga vurabiliyorsa, orasi onunla Daru’l-Islâm olmu s olur. Orada durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden baskalarinin,da Islâm’a girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî’nin bu görü süyle, konu ile ilgili olarak Darü’l-Harp’ta kalmayi haram kilan ayet ve hadisler arasindaki aykirilik açiktir. Hicret hükmü, Darü’l-Harp’te müslüman olup oradan uzaklasabilecek güçte olan herkes için geçerlidir (es-Sevkânî, Neylü’l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü’l-Harp’ten hicret etmenin, herhangi bir ma’siyetin is lenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya Islâm devlet baskaninin istemesiyle vacip olacagi konusunda icmâ’ vardir (es-Sevkânî, a.g.e., VIII, 29).
Kisi “ben hicret edecegim ama, gidecegim yer tanimadigim, yabancisi oldugum bir yerdir. Acaba orada geçimimi saglayabilecek miyim? Sonra ne zaman gelecegi bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmis sayilabilir miyim…” gibi bir takim düsünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düsüncelerdir. Çünkü: “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barinacak bir çok yerler bulur, genislik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çikip da sonra yolda ölürse, onun mükâfati Allah’a aittir (en-Nisâ, 4/1II). Bu bakimdan ne rizik endisesi ne de “yolda ölüm” düsüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.
Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanidir. Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür egemen olmustur. Mü’minler Islâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düs tükleri, Islâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmedigi ve cehaletin yayginlas tigi dönemlerde küfür Islâm’a gâlib gelecektir. Islâmî ilimlerin çok iyi bilindigi, Islâm’in yasandigi, imanin kalb atislarinda bile hissedildigi dönemlerde ise kuskusuz Islâm egemen olacaktir.
Islâm’in ve küfrün egemenligi ya da seytana zaman zaman firsat verilmesi insanin ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayisiyla mü’minler Islâm’in egemen olmadigi toplu mlarda yasama durumunda kalabilirler. Bundan dolayi hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke’nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret tarihin belirli bir dönemine ait bir olay degildir. Hicret süreklilik arzeder ve kiyamete kadar kaimdir.
Mekke’nin fethedildigi gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasini getirerek, Rasûlullah’a babasinin da hicret sevabindan payini almasini istedigini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: “Artik hicret yoktur” diye cevap verir. Rasûlullah’i bu konuda yumusatmak amaciyla, amcasi Hz. Abbâs’in yanina gider ve bu konuda kendisine yardimci olmasini ister. Hz. Abbâs .(r.a), Peygamber (s.a.s)’e “Allah askina kabul et” derse de, Hz. Rasûlullah su cevabi verir: ” Amcamin yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur” Hadîsin râvilerinden olan Yezid b. Ziyâd: “Halki Islâm’in egemenligi altina girmis bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor” diye hadisi açiklamis tir (Ibn Mace Keffâret).
Burada görüldügü gibi Mekke’den hicret etmek artik söz konusu degildir. Çünkü, hicretten maksat gerçeklesmis bulunuyor. Artik Mekke’nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü’l-Islâm olmu s ve Islâm’in bütünüyle hayata yansiyacagi bir yer haline gelmistir. Allah’tan baska hiçbir varligin hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.
Diger bir kisim hadislerde ise, hicretin sürekliliginden söz edilmektedir:
“Kâfirlerle savasildikça hicretin sonu gelmeyecektir (es-Sevkânî a.g.e., VIII, 27). “Hicretten sonra hicret olacaktir. Yeryüzünün en hayirlilari, Hz. Ibrahim’in hicretini kendisine örnek alanlardir” (Ebû Davûd, Cihad).
Bu hadislerden anlasildigina göre, Islâm hâkim oldugu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olmasi söz konusu degildir. Ancak Darü’l-Harb’den Darü’l-Islâm’a hicret etmemin vucûbu kiyamete kadardir. Ebu Bekr Ibnü’l-Arabî: “Hicret, Peygamber (s.a.s) zamaninda farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke’nin fethinden sonra, Mekke’den Medine’ye olan hicrettir” (es-Sevkânî a.g.e., VIII, 29) der.
Hicretin hayata yansimasinda genel etkenlerden biri de Islâm devlet ba skanidir. Halife, mü’minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü’minler de buna aymak zorundadirlar. Zira müslümanlar Halifenin Islâm’a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadirlar. Hilafet, Islâm’in bütün hükümlerinin direkt ya da dolayli olarak baglantili oldugu bir müessesedir.
Peygamber Efendimiz, bazan büyük kalabaliklari bile hicret edip etmemekle serbest birakmistir. Gönderdigi askerî müfreze (seriyye) kumandanlarina verdigi tâlimât arasinda s unlari da görmekteyiz: “.. Onlari Islâm’a davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla sava sma. Sonra bulunduklari yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptiklarinda do muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanin, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacagini bildir. Eger hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarinin bedevî müslümanlarin aynisi olacagini onlara bildir. Onlara mü’minlere uygulanan Allah’in hükümleri uygulanacok, ancak müslümanlarla birlikte cihada katilmadikça fey’ ve ganimetten pay alamayacaklardi r” (Ibn Kesîr, Tefsîr, III, 329).
Hicretin devlet politikasinda önemli bir yeri olmalidir. Islâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili bir takim düzenlemelere girismek zorundadir.
Bu gibi istisnâî durumlarin maksat ve nedenleri arastirildiginda bazi zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayriyla yakindan ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine’nin 35 km. uzagindaydi ve yüzlerce savasçiya sahipti. Bunlarin bulunduklari topraklarda birakilmasi, Islâm Devlet topraklarini genisletme maksadini tas iyordu. Bunlarin Islâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorluklarin dogmasina neden olacak ve terkedilmis verimli topraklar ve sular, yabancilari ve belki de Islâm düsmanlari tarafindan is gal edilecekti (Muhammed Hamidullah, Islam Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakimdan Peygamber Efendimiz Islâm devleti sinirlarinin genislemesi ve müslümanlarin savas gücünün artirilmasi noktasindan hareket etmis ve duruma göre hicret üzerinde durmustur. Hicretin diger bir amaci da; Islâm devletinin gücünü art tirmaktir.
HICRET EDENLER VE ECIRLERI:
Allah (c.c) için yapilan her hareket, tavir ve söz’ün karsiliksiz kalmasi mümkün degildir. Allah için bulundugu yeri, bin bir zorluk altinda terk eden ve bununla Islâm’i daha iyi yasamayi, Allah’a daha mükemmel bir sekilde kullukta bulunmayi amaçlayan bir kimsenin eli bos döndürülmesi düsünülemez. Allah (c.c) Kur’ân-i Kerîm’de, hicret edenlere müjdeler vermektedir:
“Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, iste onlar, Allah’in rahmetini umabilirler” (el-Bakara, 2/ 219; et-Tevbe, 9/2I).
“Muhacir ve ensardan daha önce iman etmis olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan Allah razi olmustur. Ve onlar da Allah (in kendilerine verdigi nimet ve sevap)dan razi olmuslardir. Onlar o cennetlerde ebedî kalicidirlar” (et-Tevbe, 9/1II).
“(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada iyi bir sekilde yerlestirecegiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise daha büyüktür. Keske ölmüs olsalardi” (en-Nahl, 16/41).
Amr b. el-Âs (r.a), Rasûlullah’a kendisinin günahlarinin affedilmesi sartiyla bey’at edecegini söyleyince, Rasûlullah’tan su cevabi aldigini anlatmisti: “Sen Islâm’in kendisinden (yani kisi müslüman olmadan) önce islemis günahlari yok ettigini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccin da ayni sekilde (bunlar yapilmadan önce) islenmis günahlari silip süpürdügünü bilmiyor muydun?”
Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatin biricik ve mutlak sahibidir. Bütün varlik âlemini insan için yaratan ve onlari insanin emrine veren Allah’tir. Insan ise; kendisine kulluk etmek, Islâm düzenini gerekleriyle birlikte, noksansiz olarak yasamak için yaratilmistir. Bundan yüz çevirenleri cezalandiracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanlarin mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onlari kendi nefislerine zulüm etmis olmaktan” kurtaramayacaktir. Bu konuda Allahu Teâlâ kullarina söyle seslenmektedir:
“Ey inanmis olan kullarim, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü (çok) genistir. O halde (suna buna degil de) yalniz bana ibadet edin (el-Ankebût; 29/56).
Bu ayetin, Islâm’i açikça ya sayamayan Mekkeli, güçsüz bir kisim müslüman hakkinda nazil oldugu bildirilmektedir.
Bu ayet, Allah’in inanan kullarina, dinlerini açiga vurup yasayamadiklari bir yerden, onu kolayca yasayabilecekleri baska bir yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s) söyle buyurmustur: “Memleketler, Allah’in memleketleridir. Kullar da Allah’in kullaridir. Nerede hayir bulursan orada yerle” ( Ibn Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l Azim, II,14). Bütün insanlar Allah’in kuludur ve yeryüzü de Allah’indir, bütün genisligiyle yalniz onundur. Arz bütün insanlari içine alacak kadar genistir. O halde insan bulundugu yerde dininî, bütünüyle Allah’in emirlerini yasayamiyor, bu konuda zorluklarla karsi karsiya birakiliyor, Allah’tan baska her seye ve herkese kul olmasi için zorlaniyor ve bu telkin yapiliyorsa orasi müslümanin yasayabilecegi yer degildir. Yasayabilecegi yeri aramali ve bulmalidir. “Bütün yeryüzü Allah’in olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarinin yalniz kendisine ibadet ettikleri yerdir.”
Islâm’da hiç bir sey putlastirilamaz, isterse, bu içinde dogup büyüdügümüz, yakinlarimizin malimizin, ticaretimizin, aci tatli her türlü hatiralarimizin ve daha nice güzel seylerimizin bulundugu yer olsun. Müslüman nerede inancini yasayabiliyorsa, vatani orasidir. “Kisinin bulundugu memlekette yalniz Allah’a ibadet etmek kolay olmaz; dinini açiga vurmakta zorluklarla karsilasir, daralirsa, orada baglanip kalmamali, ibadetlerini serbest yapabilecegi yere gitmelidir. Hicret edip o darliktan genislige çikmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah’a kulluk etmek mü’minin prensibi olmalidir” (Elmali, U.H. Y. Hak Dinî Kur’ân Dili, V, 3790).