Bedir Savaşı nedir ve Bedir Savaşı niçin yapıldı yani Bedir Savaşının asıl sebebi nedir? İşte Kurana göre Bedir Savaşı ve Bedir Savaşının Sonuçları ile Bedir Savaşı hakkında bilgi.
“Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir’de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah’tan sakının ki, O’na şükretmiş olasınız.” (Al-i îmrân, 3/123)
Bedir, her yıl panayır kurulan bir köyün adıdır. Burası, Suriye’den Medine’ye giden yolun sarp ve aşılması güç derelerden geçtiği kısma yakın bir noktadadır. Me-dine-i Münevvere’den aşağı yukarı seksen mil mesafede bulunmaktadır. Yukarıdan buraya kadar yazageldiğimiz gibi Kureyş, hicretin hemen arkasından Medine’ye saldırma hazırlıklarına başlamıştı. Abdullah b. Übey/e mektup yazarak: “Ya Muham-med’i öldür, ya da biz gelip onunla birlikte seni de yok ederiz!” diye tehditte bulunmuşlardı. Kureyş’in küçük çapta ve az sayıda insandan oluşan birlikleri, Medine çevresini dolaşıyor ve şehri her an kontrol altında tutuyordu. Hatta Fehr kabilesinden Kürz Medine’nin otlaklarına kadar gelip hayvanları yağmalayıp gitmişti.
Bir ordu veya askeri birliğin, bir yere saldırması için en önemli ve en gerekli şey, savaş ihtiyaçlarının temin edilmesidir. O yüzden ihtiyaç duyulan para ve mühimmatı tedarik etmek için Kureyş’in Suriye’ye gönderdiği bu sezonun ticaret kervanı, Mekkeliler’in ellerinde bulunan bütün paralan tek kuruşuna varıncaya kadar verdikleri bir sermaye ile hareket etmişti. Sadece erkekler değil, ticari işlere çok az katışan kadınlar bile bu ticari sefere ortak olmuşlardı. Kervan Suriye’den geri dönmek üzere hareket etmemişti ki Hadramfnin beklenmeyen öldürülme olayı meydana geldi. Bu olay Kureyş’in Öfke ateşini daha da alevlendirdi. O sırada Mekke’de, müslümanlann kervanı yağmalayacağı haberleri yayıldı. Kureyş’in kin ve öfke bulutu bütün dehşetiyle Arabistan’ın her yanını kaplamıştı.
Hz. Peygamber bunları haber alınca Sahabe-i kirâm’ı topladı ve olayın ne noktaya ulaştığını açıklayarak, durumu herkese haber verdi. Hz. Ebu Bekir ve diğerleri heyecanlı konuşmalar yaptılar. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ensâra bakıyordu. Çünkü ensâr biat ettiği sırada sadece düşman Medine’ye hücum ettiği takdirde kılıçlarına sarılıp, yardıma koşacaklarım vaadetmişlerdi. Sa’d b. Ubâde -Hazrec kabilesinin lideri- ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın Resûlu! İçimizden ne geçtiğini mi öğrenmek istiyorsunuz? Allah’a yemin olsun ki kendimizi denize atmamızı emretseniz, biz hiç düşünmeden hemen kendimizi denize atarız” dedi.
Bu, Sahîh-i Müslim’in rivayetidir. Buhârfnin rivayetinde ise, Mikdâd (ra) ayağa kalktı ve: “Biz Musa’nın kavmi gibi ‘Sen Rabbinle git savaş’ demeyeceğiz. Aksine sizin sağınızda, solunuzda. Önünüzde, arkanızda durarak ve sizi koruyarak savaşacağız” dedi. Bu konuşmasından Hz. Peygamber o kadar memnun oldu ki mübarek yüzü sevinçten parladı.
Demek isteriz ki Hicret’in II. yılında Ramazan ayının onikisinde Hz. Peygamber canını İslâm’a feda eden yaklaşık üçyüz yiğitle birlikte şehirden çıktı. 1 mil kadar yürüdükten sonra orduyu kontrol etti. Böylesine tehlikeli durumlarda çocukların işi yoktur diyerek küçük yaşta olanları geri gönderdi. Umeyr b. Ebu Vak-kâs (ra) henüz çocuktu. Geri dönmesi söylenince hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sonunda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onun da orduya katılmasına izin verdi. Umeyr’in (ra) kardeşi, Sa’d b. Ebu Vakkâs (ra) küçük yaştaki askerlerin boyunlarına kılıç astı. Ordunun bütün sayısı 313 kişiden ibaretti. Aralarında 60 muhacir vardı. Kalanlar tamamen Ensârdandı.
Medine’de Müslümanların yokluğunda münafıklarla yahudilere güven duyulmadığından Ebu Lübâbe b. Abdi’l-Münzir’i Hz. Peygamber Medine valisi tayin etti ve Medine’ye dönüp görevini üstlenmesini emretti. Aliye’ye -Medine’nin yüksekçe bir yerleşim yerine- ise Asım b. Adiyy’i tayin etti. Bu düzenleme ve tedbirlerden sonra Allah Resulü Mekkeliler’in Bedir tarafından geldiğini haber aldığı için Bedir’e doğru ilerledi. Besîse ve Adiyy adlı iki haberci, Kureyş’in durumunu ve ne yaptığını öğrenip nerede olduklarını ve kaç kişiyle geldiklerini haber almaları için gönderildi. Müslümanlar Ravhâ, Munsarif, Zât, îczâl, Mi’lât ve Esfl’den geçerek Ramazan ayının onyedisinde Bedir’in yalanına geldiklerinde haberciler de Kureyş’in vadinin diğer kıyısına kadar geldiklerini haber verdiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem orada durdu. Askerler de bineklerinden indiler. Kureyş Mekke-i Mükerre-me’den büyük bir debdebe ve teçhizat ile çıkmıştı. 1000 kişilik bir kalabalıktı. 100 kişilik süvari birliği vardı. Kureyş liderlerinin hepsi bu yolculuğa katılmıştı. Ebu Le-heb önemli bir meseleden dolayı gelemediğinden kendi yerine bir vekil göndermişti. Askerlerin yemek işleri şöyle düzenlenmişti: Kureyş eşrafı yani Abbas b. Abdul-muttalib, Utbe b. Rebf a, Haris b. Amr, Nadir b. Haris, Ebu Cehil, Ümeyye ve diğerleri sıraları geldikçe her gün 10’ar deve kesiyor ve halka yediriyorlardı. Kureyş’in en itibarlı lideri olan Rebfa b. Utbe, ordunun başkomutanı idi.
Kureyş, Bedir yakınlarına ulaşınca Ebu Süfyân idaresindeki Kureyş ticâret kervanının tehlike alanından çıkıp kurtulduğunu öğrendi. Bunun üzerine Zühre kabilesi ile Adiyy kabilesinin liderleri: “Artık savaş gerekmez” dedilerse de Ebu Cehil kabul etmedi. Zühre ile Adiyy kabilelerinin mensupları geri dönüp gitmiş, kalanlar yola devam etmişlerdi.
Kureyş Bedir’e daha önce ulaştığı için uygun ve elverişli yerleri ele geçirmişti. Müslümanların tarafında bir su kaynağı veya kuyu vb. bir şey yoktu. Zemin o kadar kumluydu ki rahat hareket edilemiyor, yürürken develerin ayaklan kuma gömülüyordu. Habbâb b. Münzir, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e, ‘Askerlerin yerleşme yeri olarak seçilen alanın, vahiy yoluyla mı? yoksa askeri taktik düşüncesiyle mi?’ seçildiğini sordu. Hz. Peygamber vahiy yoluyla olmadığını söyleyince, Habbâb b. Münzir (ra): “O halde en iyisi daha ileriye giderek su kaynaklarının ele geçirilmesi ve çevredeki kuyuların işe yaramaz hale getirilmesidir, dedi. Hz. Peygamber bu görüşü beğendi ve hemen uygulamaya geçildi. Allah Te-âlâ’nın desteği ve güzel bir tevafuk eseri yağmur yağdı. Yağan yağmurdan toprak oturdu, zemin sertleşti. Abdest veya gusül temizliğinde kullanılması ve faydalanılması için sular yer yer toplanarak küçük havuzlar haline getirildi. Bu ilâhî lütuf Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle zikredilmektedir:
“Allah sizi temizlesin diye üzerinize gökten sular indirir.” (Enfâl, 8/11)
Her ne kadar sular müslümanlann kontrolünde ise de Kevser ırmağının sahibi olan yüce Peygamber sallallahu aleyhi vesellem dost düşman herkese karşı cömert olduğundan düşmanlara bile su almaları için izin verdi.[18] Gece olmuştu. Bütün sahabe iyice istirahat ederek geceyi uyku ve dinlenme ile geçirdi. Ama gözüne uyku girmeyen, sabaha kadar uyanık kalıp ibadet ve dua ile meşgul olan bir kişi vardı: Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem. Sabah herkesi namaza kaldırdı. Namazdan sonra da cihâd konusunda vaaz etti.
Kureyş savaş için can atıyordu. Kin ve hırsla doluydu. Kureyş ordusu yerinde duramıyordu. Ama her şeye rağmen aralarında iyi kalpli kimseler de vardı. Bunların vicdanı kan dökme endişesiyle titriyordu. Onlardan biri olan Hakîm b. Hizam -daha sonra müslüman olacaktır- ordunun başkomutanı Utbe’ye giderek: “İstiyorsanız bugün, iyi niyetinizin ifadesi olan bir davranışı, temiz kalpliliğinizin ebedi bir hatırası olarak bırakabilirsiniz” dedi. Utbe: “Nasıl?” deyince Hakîm b. Hizam: “Kureyş’in istediği sadece Hadramî’nin kan bedelidir. O sizin müttefikiniz ve dostunuzdu. Onun kan bedelini siz ödeyiniz, iş bitsin” dedi. Utbe de iyi kalpli bir insandı. Bunu memnuniyetle kabul etti. Ama Ebu Cehil’in de aynı görüşü kabul etmesi gerektiğinden Hakîm b. Hizam, Utbe’nin mesajını alıp, gitti. Bu arada Ebu Cehil, ok torbasından okları çıkararak yere sermiş kontrol ediyordu. Utbe’nin gönderdiği haberi duyar duymaz: “Evet, Utbe’nin gücü bitti, cesareti tükendi” dedi. Utbe’nin oğlu Ebu Huzeyfe (ra) müslüman olmuş, bu savaşta Hz. Peygamberle birlikte müslümanlar arasında bulunuyordu. Ebu Cehil, bunu istismar ederek: “Utbe, oğluna bir zarar gelmesin diye bu savaştan korkuyor” dedi.
Ebu Cehil, Hadramfnin kardeşi Âmir’i çağırarak: “Görüyor musun, kardeşinin kanını akıtıp öldürenler şu anda elimize düşmüşken, göz göre göre kurtulup gidecekler” dedi. Âmir, Arap adetlerine uyarak elbiselerini parçaladı ve topraklan havaya savurarak tozu dumana kattı. “Vah amcam, Vah amcam!” diye feryad etmeye, bağırmaya başladı. Onun bu görüntüsü, bütün askerleri derinden etkiledi ve intikam ateşini körükledi.
Utbe, Ebu Cehil’in hakaretini duyunca çok ağırına gitti ve çok sert bir tepki gösterdi: ” Savaş alanı kimin nâmert olduğunu gösterecektir!” dedi. Bir miğfer istedi. Ama başı o kadar büyüktü ki hiç bir miğfer kafasına uymuyordu. Mecbur kalarak basma bez doladı ve savaş aletlerini kuşandı.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem elini kana bulamayı hiç sevmezdi. Sahabe-i kiram, Hz. Peygamberin kalması için savaş alanının kıyısında taşlardan bir gölgelik hazırladılar. Sa’d b. Muaz düşmanlardan biri buraya sızmasın diye elinde kılıç, gölgeliğin önünde nöbet tuttu.
Her ne kadar Dergâh-ı îlâhfden zafer ve fetih vaadedilmiş, her şeyi kendi kudret elinde bulunduran yüce Allah, kâinattaki bütün imkânları Peygamber’inin emrine amade kılmış, melekler ordusunu yardıma göndermiş idiyse de bu dünya, sebep ve vasıtalara sarılma dünyası olduğu için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem savaş usullerine uygun olarak ordusunu savaş düzenine soktu. Muhacirlerin sancağını Mus’ab b. Umeyr’e (ra) lütfetti. Hazrec’in bayraktarlığına Habbâb b. Münzir’i, Evs’in bayraktarlığına da Sa’d b. Mu’âz’ı tayin etti. Sabah olur olmaz Hz. Peygamber askerlerini tekrar savaş düzenine sokmaya başladı. Mübarek elinde bir ok vardı. Onunla işaret ederek askerleri hizaya diziyor, sıraya sokuyor, kimsenin öne arkaya çıkmamasını tembih ediyordu. Savaşta bağınşıp çağrışmak her zaman olağan şeydi. Ama hiç kimsenin ağzından en ufak bir ses dahi çıkmaması için gürültü yapmaları menedilmişti.
Karşılarındaki düşmanın sayısal üstünlüğü, müslüman tarafının bir tek kişiye bile muhtaç olup katılacak bir insanla dahi sevinecekleri bir sırada ve Hz. Peygam-ber’in kendini tamamen Allah’a teslim ettiği bir anda sahabeden iki kişi, Huzeyfe b. el Yemân (ra) ile Huseyl (ra), bir yerden gelirlerken yolda kâfirlerle karşılaştılar. Kâfirler onları durdurarak: “Muhammed’e yardıma mı gidiyorsunuz?” diye sordular. Onlar da bunu inkâr ederek yardım etmeyeceklerine söz verdiler. Hz. Peygam-ber’in yanına ulaşınca bu durumu ona arzettiklerinde Hz. Peygamber: “Biz her şart ve durumda sözünde duran ve verdiği sözün gereğini yapan kimseleriz. Sadece Allah’ın yardımını dileriz” buyurdu.
Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Hak ile batıl, karanlıkla aydınlık, küfürle İslâm kozlarını paylaşmak üzere karşı karşıya dikilmiş bekliyorlardı. Kur’ân-ı Kerim bu sahneyi şöyle tasvir etmiştir: “Karşı karşıya gelen şu iki toplulukta sizin için büyük bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir topluluk, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir topluluk.” (Al-i İmrân, 3/13)
Gözler önündeki bu manzara insanları hayrete düşürmekteydi. Bu kadar geniş bir dünyada tevhid inancının geleceği meydandaki bir avuç insana bağlıydı. Buhâ-rî ve Sahîh-i Müslim’de; Hz. Peygamber’i kaplayan Allah’a teslimiyet duygusu anlatılırken şöyle denilmektedir: Ellerini uzatarak: “Ey Rabbim! Bana vaad etmiş olduğunu bugün yerine getir!” Hz. Peygamber o kadar kendinden geçmiş, kendini o derecesine Allah’a vermiş ve iç dünyasına dalmıştı ki, omzundan düşen harmanisinden haberi bile olmuyordu. Arasıra secdeye kapanıyor ve: “Ey Rabbim, eğer bu insanlar, bugün burada yok olurlarsa artık kıyamete kadar Sana tapılmayacak ve Zât-ı Ulûhiyyeti’ne ibadet edilmeyecek” diye yakanyordu.
Peygamber’in en yakın sahabîleri bu yakarış haline, şahit oldukça kalpleri titriyor, onları da bir ürperti sarıyordu. Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber’e hitaben: “Ey Allah Resulü! Allah sana vaadini yerine getirecektir” dedi. Sonunda büyük bir huzur ve sükûn içinde o anda inen şu ayeti okudu:
“O topluluk yakında bozulacak ve arkalarım dönüp kaçacaklardır.” (Kamer, 54/45)
Hz. Peygamber’in mübarek ağzından harf harf okunarak dökülen bu âyetle kesin zafer önceden bildirilmiş oldu. Kureyş ordusu iyice yaklaşmıştı. Buna rağmen Hz. Peygamber sahabeyi ilerlemekten menetti ve: “Düşman iyice yaklaşmcaya kadar ok atmaktan sakının” buyurdu.
Bu savaş fedakârlığın, vefakârlığın, cesaret ve kahramanlığın insanı hayretlere düşüren canlı bir numunesini sergiliyordu, iki ordu karşı karşıya geldiklerinde herkes gördü ki, en yakınları olan insanlar öldürmek üzere kaldırdıkları kılıçlarının önünde dikilmektedirler. Hz. Ebu Bekir’in oğlu -o ana kadar müslüman olmamıştı ve kâfirlikte devam ediyordu- savaş alanında çarpışmak için öne çıkınca, Hz. Ebu Bekir (ra) kılıcını çekti ve oğlunun karşısına çıktı. Düşman safları arasmdan Utbe ortaya çıktığında, oğlu Huzeyfe (ra) müslümanlar safından öne çıkarak babasının karşısına dikildi. Hz. Ömer’in kılıcı ise dayısının kanına bulanmıştı.
Savaş şöyle başladı. İlk önce kardeşinin kan davasını güden, onun intikamını almak isteyen Amir Hadramî öne çıktı. Karşısına Hz. Ömer’in kölesi Mihca’ çıktı ve onu öldürdü.
Düşman ordusunun başkomutanı olan Utbe, Ebu Cehil’in hakaretinden dolayı çok kızgın ve öfkeliydi. İlkönce o, kardeşiyle oğlunu yanma alarak savaş alanının ortasına dikildi ve teke tek vuruşacağı, kozunu paylaşacağı, dengi olan bir adamın karşısına çıkmasını istedi. Arapların âdet ve prensiplerine göre ünlü insanlar savaş alanına çıkarken ayrıcalıklarını gösteren bir alâmet ve işaret takarlardı. Bu yüzden Utbe’nin göğsünde devekuşu tüyünden bir demet takılıydı. Avf (ra), Muaz (ra) ve Abdullah b. Revâha (ra) ona karşı savaşmak üzere çıktılar. Utbe adlarını sordu. Kimler olduğunu öğrenip de Ensârdan olduklarını anlaymca:”Bizim sizinle bir işimiz yok” dedi. Sonra Hz. Peygamber’e doğru dönerek: “Muhammed! Bu insanlar bizim dengimiz değiller!” diye bağırdı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem’in emrine uyarak Ensâr geri çekildi ve Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde (ra) ileri çıktılar. Başlanna miğfer geçirmiş olduklarından yüzleri seçilemiyordu. Utbe onlara da kim olduklarını sordu. Herkes adlarını ve kimlerden olduklarını söyleyince Utbe: “Evet, bunlar bizim dengimizdir” dedi.
Utbe, Hz. Hamza ile, Velîd ise Hz. Ali ile karşılaştı. Hızlı ve sert bir düello başladı. Utbe ile Velîd ikisi birden öldürüldü. Ama Utbe’nin kardeşi Şeybe, karşısında savaştığı Ubeyde’yi (ra) yaraladı. Hz. Ali hemen koşup Şeybe’yi öldürdü ve Ubey-de’yi omuzlayarak Hz. Peygamber’in yanına götürdü. Hz. Ubeyde, Hz. Peygamber’e: “Şehidlik nimetinden mahrum mu kaldım?” diye sordu. Hz. Peygamber ise: “Hayır, sen şehidlik derecesini elde ettin” buyurdu. Bunun üzerine Ubeyde (ra): “Bugün Ebu Tâlib sağ olsaydı söylediği şu şiirine layık olduğumu kabul ederdi” dedi ve şu şiiri okudu:
“Bİz Muhammed’i, onun etrafında teker teker vurulup yere düşünceye kadar düşmanlarına teslim etmeyeceğiz.
Çoluk çocuğumuzu ve ailelerimizi ölünceye kadar onlara teslim etmeyeceğiz.”
Saîd b. el-As’ın oğlu Ubeyde başından ayağına kadar zırha bürünmüş bir halde düşman ordusundan fırladı ve: “Ben Ebu Kereş’im!” diye bağırarak herkese meydan okudu. Karşısına çıkacak bir yiğit istedi. Bunun üzerine Zübeyr (ra) onun karşısına çıktı. Ubeyde’nin sadece gözleri görüldüğünden Zübeyr iyice nişan alarak onun gözüne doğru mızrağı fırlattı. Tam isabet alan Ubeyde yere düştü ve hemen öldü. Mızrak gözüne öyle saplanmıştı ki Zübeyr (ra) onun cesedi üzerine ayaklarını koyarak zorla çıkardı. Ama mızrağın iki ucu da eğildi. Bu mızrak hatıra olarak kaldı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zübeyr’den (ra) bu mızrağı istedi ve korudu. Mızrak daha sonra dört halifeye geçti ve daha sonra Abdullah b. Zübeyr’e (ra) geçti.
Zübeyr (ra) bu savaşta bir kaç ağır yara aldı. Omuzundan aldığı yara o kadar derindi ki daha sonra iyi olmasına rağmen içine parmak giriyordu. Oğlu Urve çocukluğunda bu yaralarla oynardı. Savaştığı kılıç, vuruşa vuruşa körelmişti. Nitekim Abdullah b. Zübeyr (ra) şehid olduğunda Abdülmelik, Urve’ye: “Zübeyr’in (ra) kılıcını tanıyabilecek misin?” diye sormuş, o da: “Evet tanırım!” demiş. Abdülmelik de: “Nasıl tanıyacaksın?” deyince, o da: “Bedir savaşında ağzmda gedikler meydana gelmişti” demiş, Abdülmelik de bunu tasdik edip övmüştü. Abdülmelik kılıcı Urve’ye verdi. O, bunun kıymetini üçbin olarak değerlendirdi. Kabzası gümüşten ve işlemeli idi.
Düelloların ardından her iki taraftan genel bir hücum başladı. Müşrikler güçlerine ve sayılarının çokluğuna güvenerek büyük bir hışımla saldırdılar. Ama öte tarafta iki cihan serveti Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem başını secdeye koymuş, sadece Allah’ın gücüne, O’nun desteğine güveniyor, el açmış O’na yalva-rıyordu. Ebu Cehil’in aşağılığını ve İslâm’ın nasıl amansız bir düşmanı olduğunu herkes çok iyi biliyordu. O yüzden ensârdan Muâvviz ve Muâz (ra) isimli iki kardeş, hakka baş kaldıran, güneşe söven bu insanı gördükleri yerde öldürmeye veya bu uğurda ölmeye ahdetmişlerdi. Yani yemin ederek: “Ya biz onu öldürürüz, ya o bizi” demişlerdi. Abdurrahman b. Avf şunu anlatmıştır: “Savaşmak üzere sıra halinde dizilmiş askerlerin safında duruyordum. Birden sağımda ve solumda iki genç gördüm. Biri kulağıma eğilerek benden Ebu Cehil’in nerede olduğunu sordu. Ben de ‘Ey kardeşimin oğlu! Ebu Cehil’i bulup da ne yapacaksın?’ deyince: ‘Allah’a söz verdim, Ebu Cehil’i nerede görürsem ya onu öldüreceğim ya da onunla vuruşarak öldürüleceğim’ dedi. Ona cevap vermeye fırsat kalmadı ki diğer genç beni öbür yanımdan çekerek kulağıma aynı sözleri söyledi. Ben ikisine de işaret ede-rek’îşte Ebu Cehil şu’ diye gösterdim. Daha gösterir göstermez ikisi birden atmaca gibi sıçradılar ve Ebu Cehil’i yere yıktılar. Bu iki genç Affân’ın oğullan Muâvviz ile Muaz’dı. Ebu Cehil’in oğlu îkrime arkadan gelip Muaz’ın sağ omuzuna kılıç vurdu. Bu darbeyle Muaz’m kolu koptu. Ama küçük bir deri parçası kaldığından kol sarkıyordu. Muaz, îkrime’nin arkasından koştuysa da o kurtulup kaçtı. Muaz bu durumda savaşa devam ediyordu. Ama kolun sarkması onu zorladığından elini ayaklarının altına kıstırarak çekti ve kalan deriyi de kopararak kolunu vücudundan ayırdı. Artık serbestti.”
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem savaştan önce; “Kâfirlerle birlikte gelen insanlar içinde öyleleri vardır ki, buraya seve seve gelmediler. Aksine Ku-reyş’in zorlamasından dolayı geldiler” buyurmuştu. Hz. Peygamber bu insanlarm adlarını da bildirmişti. Onlar arasında Ebu’l-Buhturî de vardı. Meczir’in gözü En-sâr’ın müttefiki ve dostu olan Ebu’l-Buhturî’ye ilişti. Meczir ona: “Hz. Peygamber senin öldürülmeni menettiği için seni bırakıyorum” dedi. Ebu’l-Buhturfnin yanında bir de arkadaşı vardı. Ebu’l-Buhturî ona: “Bunu da mı?” diye sordu. Meczir: “Hayır” dedi. Ebu’l-Buhturî: “O zaman ben Arap kadınlarının, Ebu’l-Buhturî kendi canını kurtarmak için arkadaşını ortada bıraktı da ona yardım etmedi diye beni kınamalarına tahammül edemem” dedi. Bunu söyledikten sonra Ebu’l-Buhturî aşağıdaki şiiri okuyarak Meczir’e hücum etti ve vuruşarak öldürüldü.
“Şerefli birinin oğlu ölünceye ya da kurtuluş yolunu Görünceye kadar arkadaşım teslim etmez.”
Utbe ile Ebu Cehil’in öldürülmesi, Kureyş’in cesaretini kırmıştı. Daha fazla tutunamayıp geri adım atmaya başladılar. Herkesi korku sarmıştı.
Hz. Peygamber’in amansız düşmanı olan Ümeyye b. Halef de Bedir savaşına katılmıştı. Abdurrahman b. Avf bir zamanlar onunla sözleşerek Medine’ye geldiği takdirde hayatını koruyacağına, canını güven altına alacağına söz vermişti. Be-dir’de bu Allah düşmanından intikam almanın tam zamanıydı. Ama verdiği sözü tutmak, islâm’ın bir şiarı olduğundan çekip gitmesini istedi ve yanına alarak bir tepeye götürdü. Ama Bilâl onu gördü ve ensâra haber verdi. Bunun üzerine insanlar o tarafa koşuşup geldiler ve Ümeyye b. Halefe hücum ettiler. Ümeyye’nin oğlu babasını korumak için siper olunca insanlar onu öldürdüler. Ama bununla yetinmediler ve Ümeyye’ye doğru ilerlediler. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf, Ümey-ye’ye: “Yere yat!” dedi. O yere yatınca öldürmesinler diye onun üzerine abandı fakat savaşçılar bacaklarının arasından ellerini uzatarak onu öldürdüler. Bu arada Abdurrahman Avf in bir bacağı da yaralandı ve yara izi uzun süre devam etti.
Ebu Cehil, Utbe ve diğerlerinin öldürülmesinden sonra Kureyş bozguna uğradı. Müslümanlar da onları esir etmeye başladılar. Abbas’ı (ra), Ukayl’i -Hz. Ali’nin kardeşi-, Nevfel’i, Esved b. Amir’i, Abdullah b. Zema’yı ve Kureyş ileri gelenlerinden bir çoğunu esir ettiler.
Hz. Peygamber Efendimiz: “Ebu Cehil’in akıbeti ne oldu? Biri gidip baksın da haber getirsin” buyurdu. Abdullah b. Mes’ud (ra) gidip, cesetler arasında dolaşırken onun ağır yaralı olarak can çekişmekte olduğunu gördü ve: “Sen Ebu Cehil’sin” dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil: “Bir kişiyi yine kendi milleti öldürmüşse bu övünülecek bir şey midir?”dedi. Ebu Cehil bir keresinde Abdullah b. Mesud’a taşla vurmuştu. Şimdi bunun intikamı olarak o da Ebu Cehil’in boynuna ayağını koydu. Ebu Cehil:”Ey koyun güden adam! Ayağını nereye bastığına dikkat et” dedi. Abdullah b. Mesud onun başını kesti ve Hz. Peygamber’in ayaklarının önüne attı.
Sebepler dünyasında olanların hepsini, kendilerine göre, sadece sebeplerin sonuçlan olduğunu sanan ve herşeyi maddî açıdan değerlendirerek mânâyı unutan batılı tarihçiler, doğru dürüst savaş malzemesi bile olmayan 300 piyadenin, içlerinde 100 süvarinin de bulunduğu tam techizath 1000 kişiyi nasıl yendiğine şaşmaktadır. Semavî destek ve ilâhî yardım nice defalar insanı böyle hayrete düşüren manzaralar göstermiştir. Ama yine de bu olayda, dışı gören, mânâdan uzak olan insanları tatmin edecek malzemeler de vardır. Her şeyden önce Kureyş’te birlik ve beraberlik yoktu. Ordunun başkomutanı Utbe savaşı istemiyordu. Zühre oğullan kabilesinin mensupları Bedir’e kadar geldikten sonra geri gitmişlerdi. Yağmurdan dolayı Kureyş ordusunun mevzilendiği bölüm çamur deryası haline gelmiş, gezip dolaşmak, yürümek zorlaşmıştı. Kureyş korku ve dehşete kapıldığı için İslâm ordusunu yanlış değerlendiriyor, yani kendisinden iki kat fazla sanıyordu. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruluyor:
“Onları, göz görüşüyle kendilerinin iki misli görüyorlardı” (Al-i îmrân, 3/13)
Kâfir ordusunda hiç bir düzen ve tertip yoktu. Bunun aksine Hz. Peygamber kendi mübarek eline ok alarak orduyu tam bir düzene ve sıraya koymuştu. Müslümanlar geceyi huzur içinde geçirmiş, çok iyi dinlenerek, sabahleyin güçlü ve dinç olarak kalkmışlardı. Bunun aksine kâfirler yaşadıkları huzursuzluk ve güvensizlik nedeniyle gece uyuyamamışlardı.
Yine de bütün bu sebeplerin bir araya gelmesini ve birbiri arkasma dizilmesini Allah’ın açık desteği ve yardımı olarak görmekteyiz. Peki Kureyş ordusu ile îslâm ordusunu karşılaştırırsanız, askerlerin genel görüntüsünde müslümanlarm üstün geleceğini gösteren bir ipucu görebilir misiniz?
— Kureyş ordusunda çok zengin kimseler vardı. Tek başlarına bütün ordunun ihtiyaçlarını karşılayabilirlerdi.
— Müslümanlarm elinde ise hiç bir şey yoktu.
— Kureyş’in sayısı 1000 kişi, müslümanlar ise sadece 300 kişiydi.
— Kureyş’te 100 kişilik süvari birliği vardı. Müslüman ordusunda sadece 2 atlı vardı.
— Müslüman ordusunda çok az asker techizatlıydı. Öte tarafta Kureyş’in her askeri silahlı, zırhlı ve tam teçhizatlıydı.
Bütün bunlara rağmen savaşın sonunda müslümanlardan sadece 14’kişinin şe-hid olduğu öğrenildi. Bunlardan 6’sı muhacir, diğerleri ensârdı. Kureyş’in ise ana gücü kırılmış, cesaret ve kahramanlıkta ün salmış olan ve kabilelerin liderleri durumunda olan Kureyş ileri gelenleri teker teker öldürülmüşlerdi.[31] Bunlar arasında Şeybe, Utbe, Ebu Cehil, Ebu’l-Buhturî, Zem’a b. Esved, As b. Hişâm, Ümeyye b. Halef, Münebbih b. Haccâc gibi Kureyş’in baştaa olan kimseler vardı. Hemen hemen 70 kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir alınmıştı.
Savaş esirlerinden Ukbe ve Nadir b. Haris öldürüldü. Diğerleri tutuklanarak Medine’ye götürüldü. Bunlar arasında Hz. Peygamberdin amcası Abbas (ra), Hz. Ali’nin kardeşi Ukayl, Hz. Peygamberin damadı Ebu’l-As da vardı.
Hz. Peygamber Efendimizin âdeti olduğu üzere savaşlarda nerede bir ceset görürse onu hemen toprağa gömdürürdü. Ama bu savaşta öldürülenlerin sayısı fazla olduğundan, teker teker gömülmeleri zordu. Geniş bir çukur kazdırıldı ve bütün cesetler buraya konuldu. Ama Ümeyye’nin cesedi şiştiğinden, yerinden taşınacak halde değildi. O yüzden olduğu yerde gömüldü. Savaş esirleri Medine’de Hz. Peygamberin karşısına çıkarıldıklarında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in mübarek eşi olan Şevde de orada bulunuyordu. Esirler arasında onun yakını Süheyl b. Ömer de vardı. Gözü ona ilişince elinde olmadan, ağzından: “Sen de kadınlar gibi kendi elinle mi esaret zincirlerini taktın. Savaşarak ölemez miydin?” kelimeleri çıktı.[32] Savaş esirleri ikişer ikişer, dörder dörder sa-habe-i kirâm’a dağıtıldı. Rahat ve güven içinde tutulmaları emredildi. Sahabe-i kiram onlara öyle davranıyordu ki, onlara yemek yedirirken kendileri hurmayla idare ediyorlardı.
Bu esirler arasında Mus’ab b. Umeyr’in kardeşi olan Ebu Aziz de vardı. O şöyle demiştir: “Kendisine teslim edilip de evinde gözaltında tutulduğum ensârî, akşam veya sabah yemek getirdiği zaman ekmeği ve yemeği önüme kor, kendisi de hurma alır yerdi. Ben utanır, ekmeği onun eline zorla tutuşturmak isterdim. Ama o, elini dahi sürmez ve bana geri verirdi. Bu davranışları Hz. Peygamber’in, ısrarla esirlere iyi davranılmasını emretmesinden dolayı idi.
Esirler arasında son derece güzel konuşan Süheyl b. Amr adında bir kişi vardı. Bu adam öteden beri toplantılarda Hz. Peygamber aleyhine konuşmalar yapardı. Hz. Ömer (ra) “Ey Allah Resulü! Bunun iki alt dişini söktürün de bir daha güzel konuşamasın” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’e hitaben: “Eğer onun vücudunun şeklini bozarsam, Peygamber de olsam, Allah Teâlâ ceza olarak benim vücudumun şeklini bozar” buyurdu.
Abbas’in (ra) üzerinde temiz bir elbise yoktu. Boyu o kadar uzundu ki kimsenin elbisesi bedenine tam uymuyordu. Münafıkların başı olan Abdullah b. Übeyy, Abbas’ın (ra) eski dostu ve samimi bir arkadaşıydı. Boylan da aynıydı. Elbiselerini getirterek ona verdi. Sahîh-i Buhârî’de nakledildiğine göre: “Hz. Peygamber’in, Abdullah b. Übeyy’e kefen olarak kendi elbisesini ikram edişi işte bu iyiliğinin karşılığıydı.”
Rivayete göre; “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye geldikten sonra sahabeyle görüşerek savaş esirleri hakkında ne yapılması gerektiğini kendilerine danıştı. Hz. Ebu Bekir: “Hepsi yakınlarımız, akrabalarımızdır, fidye alarak bırakılmalıdırlar” görüşünü ileri sürdü. Ama Hz. Ömer’e göre, islâm meselesinde dost, düşman, akraba, yabancı, uzak, yakın farkı olamazdı. Bu yüzden onun görüşü: “Esirlerin hepsi öldürülmeli ve herkes, esirler arasında bulunan yakınını kendi eliyle öldürmelidir” şeklindeydi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hz. Ebu Bekir’in (ra) görüşünü beğendi ve fidye alarak esirleri serbest bıraktı. Bunun üzerine Allah’tan bir uyarı geldi ve şu âyet indi:
“Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.” (Enfâl, 8/68)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’le Hz. Ebu Bekir bu ilâhî tenkidi işitince hüngür hüngür ağladılar.”
Bu rivayet bütün tarih kitaplarında anlatılmış ve hadislerde de bildirilmiştir. Ama tenkit ve azapla tehdidin sebebinin açıklanmasında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Tirmizfde bildirilen rivayetin özü şudur: O zamana kadar ganimet mallan hakkında herhangi bir ilâhî hüküm gelmemişti.
Arapların genel alışkanlığına uygun olarak, sahabe-i kiram esirler üzerinde de ganimet iddiasında bulundular. Bunun üzerine tehdit ayeti geldi. Ama daha önceden bu konuda herhangi bir hüküm gelmediğinden bu hata affedildi ve daha Önce ele geçmiş olan ganimet malının helal olduğunu bildiren hüküm geldi.”
Kur’ân-ı Kerîm’de, azap bildiren âyetten sonra şu ifade yer almaktadır: “Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin.” (Enfâl, 8/69)
Bu âyette açık bir şekilde ele geçen malın helal kılındığı ve ganimet malı olduğu bildirilmiştir. Şunu demek istiyoruz: Sahîh-i Müslim ve Tirmizî’nin her ikisinde-ki hadisten ortaya çıkan sonuç, ilâhî tehdidin, “fidye alma veya ganimet malını yağmalama” yüzünden olduğudur. Sahîh-i Müslim’de şöyle bir ifade vardır: “Tehdit ayeti nazil olduğunda Hz. Peygamber ağlamaya başladı. Hz. Ömer sebebini sorunca Allah Resulü: “Arkadaşlarının aldığı fidyeden dolayı Allah tarafından kendilerine verilecek olana ağlıyorum” buyurdu. Genellikle insanlar yanlış bir anlayışla bu ayetin, savaş esirlerinin neden öldürülmediği üzerine geldiğini zannetmişlerdir. Nitekim insanlar görüşlerinin doğruluğunu isbat için şu ayeti delil göstermişlerdir:
“Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiç bir Peygamber’e esiri olması yaraşmaz.” (Enfâl, 8/67)
Ama bu âyetten, sadece savaş alanmda yeterli derecede kan dökülmeden esir alınmasının uygun olmadığı anlaşılmaktadır. Nasıl olur da bu âyetten; kan dökmeden önce insanlar esir almmışlarsa savaştan sonra da onların öldürülebileceği ana-lamı çıkarılabilir?
Bedir Savaşı esirlerinden dörder bin dirhem fidye alındı. Ama yoksul olduğundan dolayı fidye veremeyenler de serbest bırakıldı. Onlardan okuma yazma bilenlere onar çocuğa okuma-yazma öğretmeleri,[36] ancak ondan sonra serbest bırakılacakları emredildi. Zeyd b. Sabit (ra) yazı yazmayı bu yolla öğrenenlerdendi.
Ensâr, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e: “Abbas (ra) kız kardeşimizin oğludur, ondan fidye almaktan vazgeçiyoruz” dediler. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem eşitliği gözettiği için bu teklifi kabul etmedi. Buna göre amcası Abbas’m da fidye ödemesi gerekti. Fidyenin genel ölçüsü dört bin dirhemdi. Ama zenginlerden daha fazla alındı. Abbas (ra) zengin olduğundan ondan da daha fazla miktarda para alındı. Bunu Hz. Peygamber’e şikayet etti. Ne bilsindi ki; İslâm’ın ortaya koyduğu eşitlikte: yakınlık-uzaklık; akrabahk-yabancılık, avam ve havas gibi bütün ayrımlar ortadan kaldırılmıştır. Ama bir tarafta Hz. Muhammed’in bu görevi yerine getirmede eşitliği gözetmesi, diğer tarafta merhamet duygusunun gereği olan, sevgisinin icabı olan Abbas’ın (ra) gece boyunca ah vah ederek inlemelerini işittikçe sabaha kadar üzüntüden uyu-yamaması vardı. Ancak insanlar bağlarını çözdükten sonra Hz. Peygamber uyu-yabilmişti.
Hz. Peygamber efendimizin damadı Ebu’l-As da savaş esirleri arasındaydı. Onun da yanmda fidye verecek parası yoktu. Hz. Peygamber’in kızı, Ebu’l-As’ın eşi Zeyneb (ra) hâlâ Mekke’de bulunuyordu. Ebu’l-As haberci göndererek kendisine fidye parası göndermesini istedi. Zeynep (ra) evlendiği sırada annesi Hz. Hatî-ce (ra) çeyizi arasında ona kıymetli bir gerdanlık vermişti. Zeynep (ra) fidye parası ile birlikte o gerdanlığı da boynundan çıkararak gönderdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu görünce yirmibeş yü boyunca birlikte yaşadığı sevgi dolu mübarek eşini hatırladı ve onun hatıraları gözleri önünde canlandı. Elinde olmayarak ağladı. Sahabe-i kirâm’a: “Eğer sizler razı olursanız kızıma annesinin hatırasını geri gönderiniz” buyurdu. Herkes bunu kabul ederek saygıyla başlarını öne eğdiler ve gerdanlığı geri gönderdiler. Ebu’l-As serbest bırakıldıktan sonra Mekke’ye döndü ve Hz. Zeynep’i Medine’ye gönderdi.
Ebu’l-As büyük bir tüccardı. Birkaç yû sonra büyük miktarda bir malla Suriye ticaretini yapıp geri döndü. Dönüş yolunda müslüman birlikler onu mallan ve eşyalarıyla birlikte yakalayıp esir aldı. Mallan teker teker askerlere dağıtıldı. Ebu’l-As gizlice Hz. Zeyneb’in yanma ulaştı. Kendisini himaye etmesini istedi. Zeynep (ra) da ona sığınma hakkı verdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem halka: “Eğer uygun görüyorsanız Ebu’1-As’m mallarını geri veriniz” buyurdu. Yine başlarını Öne eğerek saygıyla kabul ettiler ve askerler teker teker ipliğe vanncaya kadar aldıklarını geri verdiler.
Bu sefer yaşadığı öyle boşa gidecek cinsten değildi. Ebu’l-As Mekke’ye geldi, bütün ortaklarına haklarını verip onlarla hesaplaştıktan sonra gönülden müslü-man oldu ve: “Ebu’l-As paralarımızı yedi de elimizden kaçmak ve intikamını almamızdan korktuğu için müslüman oldu’ demeyesiniz diye buraya gelip aramızda hiçbir alacak-verecek bırakmadıktan sonra şimdi Medine’ye müslüman olmaya” gidiyorum” dedi.
Bedir savaşmın haberleri Mekke’ye ulaştığında bütün evler mateme büründü. Her evden feryat ve çığlıklar yükseliyordu. Ama Kureyşliler gururlarına dokunduğu için: “Hiç kimse ağlamasın!” diye tellâllarla duyuru yaptırdılar. Bu savaşta Esved’in üç oğlu öldürülmüştü. Kalbi yanıyor, ciğeri parçalanıyordu. Ama kabile şerefini düşündüğünden ağlayamıyordu. Tesadüfen bir taraftan ağlama sesi işitince, Kureyş’in ağlamaya izin verdiğini sandı. Hizmetçisine: “Git bak, kim ağlıyor? Ağlamaya izin mi verildi? Eğer Öyleyse, içim alev alev yanıyor, şöyle iyice ağlayayım da içim rahatlasın” dedi. Hizmetçi gelip de: “Bir kadın devesini kaybetmiş ona ağlıyor” deyince, Esved’in ağzından kendinde olmadan şu şiir döküldü:
“O kadın bir devesi kayboldu diye ağlıyor ve ondan dolayı gözlerine uyku girmiyor. Devene ağlama Bedr’e ağla, Bedir’de kaybedilenlere ağla. Ağlayacaksan eğer arslanlar arslanı olan Hâris’e ağla, Ukayl’e ağla.”
Umeyr b. Vehb, Kureyşliler içinde İslâm’ın can düşmanlarından biriydi. O ve Safvan b. Ümeyye, Hicr’de oturmuşlar, Bedir’de öldürülenlerin matemini tutuyorlardı. Safvan: “Allah’a andolsun ki artık yaşamaktan zevk almıyorum” dedi. Umeyr: “Doğru söylüyorsun, eğer üzerimde borç olmasa ve çocuklarımı da düşünmesem, deveme binip çekip gideceğim ve Muhammed’i öldürüp, geleceğim. Oğlum da orada esir” dedi. Safvan ona: “Borcunu ve çocuklarını düşünme. Onları kendi üzerime alıyorum” dedi.
Umeyr bunun üzerine evine giderek kılıcını zehirle sıvadı ve Medine’ye gitti. Hz. Ömer onu gördü, hareketlerinden kuşkulanıp ensesinden yakaladı ve Hz. Pey-gamber’in huzuruna götürdü. Hz. Peygamber: “Ömer! Onu bırak! Umeyr, yaklaş, ne maksatla geldin?” deyince o da: “Oğlumu kurtarmak için geldim” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Kılıcı neden omuzuna astın?” buyurdu. Umeyr de: “Ne önemi var, bu kılıçlar Bedir’de ne işe yaradı ki!” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Sen ve Safvan Hicr’de oturarak beni öldürme planı yapmadınız mı? Öyle değil mi?” buyurunca Umeyr, içinde sakladığı Öldürme maksadının açık bir şekilde söylenmesi üzerine dondu kaldı. Bir süre öylece sessiz kaldıktan sonra elinde olmadan: “Muhammed! Şüphesiz ki sen gerçek Peygamber’sin. Allah’a andolsunki, Safvan’la gizlice konuştuklarımızı ve sizi öldürmeye karar verdiğimizi, benimle Safvan’dan başka hiç kimse bilmiyordu” dedi.
Hz. Peygamber’in öldürülmesi haberini bekleyen Kureyş, onu öldürmeye giden Umeyr’in müslüman olduğu haberini aldı. Umeyr (ra) müslüman olduktan sonra hiç korkmadan yiğitçe, kahramanca, o zaman her yeri müslüman kanma susamış olan Mekke’ye geldi. Mekkeliler’in İslâm taraftarlarına ne kadar düşmanlıkları varsa, Umeyr de aynı şiddetle İslâm düşmanlarına düşmandı. Mekke’ye döndükten sonra İslâm’ı yayma çalışmalarına başladı. Büyük bir topluluğu îslâm nuruyla aydınlattı.
Kur’an’a Göre Bedir
Bu savaşın diğerlerine olan üstünlüklerinden biri de, bizzat Allâhu Teâlâ’nın kendi mübarek kitabında bunu genişçe anlatması ve özel bir sûreyi -Enfâl- onun hakkında indirmesidir. Bu sûrede Bedr’in önemi, özellikleri ve nimetleri geniş geniş anlatılmış ve Bedir’le ilgili bazı meseleler açıklanmıştır. Olayın gerçek yüzünü ve Bedir savaşının mahiyetini öğrenmek için gökkubbenin altında Kur’ân-ı Ke-rîm’den daha sağlam bir kaynak yoktur:
“Mü’minler Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine nzık olarak verdiklerimizden -Allah yolunda- harcarlar. İşte gerçek mü’minler onlardır. Rableri katında onlar için nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.
Onların bu hali, mü’minlerden bir grup kesinlikle istemediği halde, Rabbi-nin seni evinden, hak uğruna çıkardığı -zamanki halleri- gibidir. Hak ortaya çıktıktan sonra sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi -cihâd hususunda- seninle tartışıyorlardı. Hani Allah size, ikisinden -kervan veya Kureyş ordusu- birinin sizin olduğunu vaad ediyordu. Siz de kuvvetsiz olan kervanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu. -Bunlar, günahkârlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve batılı ortadan kaldırmak içindi. Hani siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ‘Ben peş peşe gelen bin melek melek ile size yardım edeceğim’ buyurarak duanızı kabul buyurdu. Allah bunu, sadece müjde olsun ve kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. -Yoksa- Allah’ın katından başkasında yardım yoktur. Hiç şüphesiz Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Hani kendisinden bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanm pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için gökten bir su indiriyordu. Rabbin meleklere: “Şüphesiz Ben sizinleyim, haydi iman edenlere destek olun, Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına. Vurun onların bütün parmaklarına!” diye vahyediyordu.
Bu, onların Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse bilsin ki Allah, azabı şiddetli olandır, işte bu yenilgi size Allah’ın azabı. Şimdilik onu tadın! Kâfirlere bir de cehennem ateşinin azabı vardır. Ey iman edenler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin. Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara sırtını çevirirse, muhakkak ki o, Allah’ın gazabını haketmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir. Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla sınamak için yaptı. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını bozar.
-Ey kâfirler!- Eğer fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi! Ve eğer -inkârdan- vazgeçerseniz bu sizin için daha iyidir. Yine dönerseniz, biz de -O’na- yardıma döneriz. Topluluğunuz çok bile olsa, sizden hiçbir şeyi savamaz. Çünkü Allah mü’min-lerle beraberdir.” (Enfâl, 8/2-19)
“Eğer Allah’a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resûlü’ne, O’nun ehl-i beytine, yetimlere, yoksullara ve -harçlıksız kalmış- yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.
Hatırlayın ki, Bedir savaşında siz vadinin yakın kenarında Medine tarafında idiniz, onlar da uzak kenarında -Mekke tarafında- idiler. Kervan da sizden daha aşağıda deniz sahilinde idi. Eğer savaş için sözleşmiş olsaydınız, söz leştiğiniz vakit üzerinde ihtilafa düşerdiniz. Ama Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille gözüyle gördükten sonra- helak olması; yaşayanın da açık bir delille yaşaması için -böyle yaptı. Çünkü Allah hakkıyla işitendir, bilendir. Hatırla ki Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve bu iş hakkjrtaa münakaşaya girişecektiniz. Ama Allah -sizi bundan- kurtardı. Çünkü O, kalblerin özünü bilir. Allah, olacak bir işi yerine getirmek için savaş alanında karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah’a döner.
Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok anm ki başarıya erişesiniz. Allah ve Resûlü’ne itaat edin, bir]?irinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve -insanları- Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkaran -kâfirler- gibi olmayın. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Enfâl, 8/41-47)
Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiç bir peygambere, esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah -sizin için- ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azab dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve temiz olarak yiyin ve Allah’tan kokun. Şüphesiz ki, Allah bağışlayan, merhamet edendir. (Enfâl, 8/67-69)
Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse, sizden alman -fidyeden- daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Eğer sana ihanet etmek isterlerse -üzülme, çünkü onlar- daha önce Allah’a da ihanet etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti. Allah -hainlik edenleri- bilendir, hikmet sahibidir.” (Enfâl, 8/70-71) [42]
Bedir Savaşına Tekrar Bir Bakış
Olayları böyle düz bir şekilde anlattıktan sonra, şimdi konuyu derinden inceleyerek araştırmacı bir gözle olayın sonuçlarına bakmaya sıra gelmiştir. Olayları, başlangıcı ve sonucu itibarıyla gerçekçi bir bakışla inceleyerek, Bedir savaşının amacının, tarihçilerin anlattığı gibi ticaret kervanını yağmalamak mı, yoksa Kureyş saldırısına karşı kendilerini savunmak mı? olduğunu gözler önüne sermemiz gerekir.
Tarih ile mahkemelerin ve adalet mekanizmasının arasındaki farkı çok iyi bilmekteyiz. Tarihin, olayları anlatış ve yazış biçiminin, sulh veya ceza kararlarını yazmaktan tamamen farklı birşey olduğunu da bilmekteyiz. Yerimizin olayları yazmak, vakaları kaleme almak olup, hüküm ve kararlan yazmak olmadığını da kabul ediyoruz. Ama mesele öyle bir noktaya gelmiştir ki tarihî bir olay, adalet mahkemesinde karara bağlanması gereken bir olay halini almıştır. O yüzden, tarihçi koltuğumuzdan kalkarak mahkeme kararını yazacak olan kalemi ele almamız gerekti. Bu kararda, tarihçilerin ve siyer yazarlarının rakiplerimiz konumunda olmalarından kesinlikle çekinmiyoruz. Sonuçta hakkın tek başına bütün dünyaya galip geleceğini herkes görecektir. Sözün akışı içinde olayı iyice gözönüne serebilmek için ilk önce araştırmalarımıza göre olayın asıl şekli neydi, ana mahiyeti neydi? sorularını ortaya koymamız gereklidir.
Gerçek şudur ki Hadramf nin öldürülmesi bütün Mekkeliler’i intikam duygusu ve kinle doldurmuş, herkesin içinde öç ateşini alevlendirmişti. Daha önce de bir takım küçük çatışmalar yaşandığı için hasımlar daima birbirinden sakınarak, korkarak günlerini geçirirler. Genel ilke olarak, böyle durumlarda yalan-yanlış haberler kendiliğinden ağızdan ağıza yayılarak dağılır gider. İşte böyle bir ortamda Ebu Süfyân ticaret kervanı ile Şam’a gitmişti. Henüz Şam’da bulunduğu sırada müslü-manların kervana saldırmak istediği haberi orada yayılmıştı. Ebu Süfyân bunu Ku-reyş’e haber vermek için Suriye’den Mekke’ye bir adam gönderdi. Bunu duyan Kureyş savaş hazırlığına başladı. Medine’de ise Kureyş’in büyük bir kalabalık halinde Medine’ye saldırmak üzere yola çıktıkları haberi yayıldı. Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem’in niyeti Medine’de kalıp kendilerini ve şehri savunmaktı. Ama olaylar gelişip Bedir savaşının çıkmasına sebep oldu.
Bu konuda sağlıklı bir karara varmak ve Bedir hakkındaki ihtilafları gidermek için bu savaşla ilgili her iki tarafça kabul edilen olayları bir araya getirmemiz gerekmektedir. Konuyla ilgili incelememizin esasları ise şunlar olacaktır.
1. Eğer bir olay, Kur’ân-ı Kerîm’de açık bir şekilde bildirilmişse ona aykırı başka bir rivayete önem verilemez.
2. Hadis kitaplarında zikredilen hadislerin, doğruluk ve sıhhat açısından aralarındaki derece farkı gözönünde bulundurulmalıdır.
Şu kadarı herkes tarafından kabul edilmektedir ki: Kureyş’in büyük bir hazırlık yaparak kalabalık bir savaşçı topluluğuyla Mekke’den çıktığını Hz. Peygamber haber alınca, ashabını toplayarak duygu ve düşüncelerini öğrenmek istemişti. Muhacirler büyük bir heyecanla savaşa hazır olduklarını belirttiler. Ama Hz. Peygamber ensârın ne düşündüğünü öğrenmek istiyordu. Bunu gören Sa’d veya en-sârdan başka zât ayağa kalkıp: “Ey Allah Resulü, sözleriniz bize mi? Bizler, Musa’ya (as): ‘Sen Rabbinle git savaş, biz burada oturup bekleyeceğiz’ diyen insanlar değiliz. Allah’a yemin olsun ki eğer sen emredersen kendimizi ateşe ve denize dahi atarız” dedi.
Şu da herkesçe kabul edilmektedir ki, sahabe arasında savaşa katılmakta tereddüt edip isteksiz duran insanlar da vardı. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça şöyle buyrulmaktadır:
“Şüphesiz mü’minlerden bir grup kesinlikle isteksizdi.” (Enfâl, 8/5)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in özellikle ensârm ne düşündüğünü, savaşa razı olup olmadıklarını soruşturmasının sebebini, siyerciler ve hadis bilginleri şöyle açıklamaktadırlar: Ensâr, Mekke’de son Akabe biâtında Peyganv berimize söz verdiklerinde sadece: “Herhangi bir düşman doğrudan Medine’ye saldıracak olursa ensâr onlara karşı koyacaktır” vaadinde bulunmuşlar, Medine’den çıkarak savaşacaklarını belirten bir ifade kullanmamışlardı. Konunun açıklık kazanması için bu olayların hemen ardından istişare hadisesinin nerede ve nasıl cereyan ettiğini belirtmek gerekmektedir. Siyerciler şöyle yazmaktadır: Hz. Peygamber Medine’den çıktığında sadece ticaret kervanına saldırmayı hedef almıştı. Bir kaç konak gittikten sonra Kureyş’in büyük bir ordu toplayıp geldiğini öğrendi. Bunun üzerine muhacir ve ensân toplayarak onların görüş ve kanaatini öğrenmek istedi. Daha sonraki olayların ortaya çıkışı ve olayların akışının değişmesi burada başladı.
Ama siyer kitaplarından, tarih ve diğer bütün kaynaklardan daha üstün olan bir başka şey daha vardır. O da hepimizin önünde başımızı eğdiğimiz Kur’ân’dır. Bakın orada ne buyrulmaktadır:
“Bazı kimselerin ganimetlerin taksiminden hoşlanmayışı, Rabbin seni hak uğrunda savaş için evinden çıkardığı hale benzer. Çünkü mü’minlerden bir grup savaşa gitmek istemiyordu. Her şey açıkça ortaya çıktıktan sonra bile, sanki kendileri göz göre göre, ölüme sürükleniyorlarmış ve ölümü gözleri ile görüyorlarmış gibi, seninle -cihâd hususunda- tartışıp duruyorlardı. Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını size vadetmişti. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istemiştiniz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve küfre sapanların kökünü kesmek istiyordu.” (Enfâl, 8/5-7)
1. Arapça dil yapısı bakımından (ve inne) ifadesindeki (vav=ve) hal (durum) bildirir. Buradaki anlamına gelince, müslümanlardan bir grubun, Medine’den çıkıp da ilerledikten sonra kendilerinde isteksizlik meydana geldiğini değil henüz Medine’den çıktıkları sırada isteksizce çıktıklarını bildirir. Çünkü hal bildiren (vav) harfine göre evden çıkışın ve o grubun isteksizliğinin zamanı aynı olmalıdır.
2. Yukarıda geçen âyette açıkça belirtildiği gibi; bu olayın biri ticaret kervanı, diğeri de Kureyş ordusu olmak üzere iki tercihle karşı karşıya gelinen bir ana ait olay olduğudur. Siyer uzmanları, Kur’ân-ı Kerîm âyetinde bildirilen olayın, Hz. Peygamber’in Bedir’e yaklaştığı sırada ortaya çıkan olay olduğunu ileri sürmektedirler. Halbuki Bedir’e yaklaştıktan sonra ticaret kervanı hiç bir şey olmadan güvenle geçip gitmiş ve karşıda sadece Kureyş ordusu kalmıştı. O zaman nasıl olur da “ikisinden birini vadetmesi” doğru olabilir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Ke-rîm’in ifadesine göre bu olayın, iki tercih ihtimalinin bulunduğu bir zamanda ortaya çıkması gerektiği açıktır. Bu zaman da sadece, Hz. Peygamber daha Medine’de iken her iki taraftan da haber geldiği, yani bir taraftan Ebu Süfyân’m ticaret kervanını alarak Suriye tarafından hareket ettiği ve öte taraftan Kureyş’in savaşmak üzere Mekke’den harekete geçtiği haberlerinin Medine’ye ulaştığı zaman olabilir.
3. En fazla gözönününde bulundurulacak mesele şudur: Kur’ân-ı Kerîm’in yukarıda geçen âyet-i kerimesinde Allah Teâlâ kâfirlerin iki grubundan bahsetmektedir. Biri ticaret kafilesi, diğeri de Mekke’den savaşmak üzere haşmetle gelmekte olan Kureyş kâfirleridir. Ayette açıkça belirtilmektedir ki; müslümanlardan bir topluluk ticaret kervanına saldırmayı istiyordu. Allah Teâlâ bu kişilerden razı olmadığını açıklayarak şunu bildirdi:
“Siz de, silahı bulunmayan kervanın size ait olmasını istiyordunuz. Halbuki Allah, âyetleri ile hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin kökünü kazımayı istiyordu.” (Enfâl, 8/7)
Bir tarafta ticaret kervanına hücum etmek isteyen insanlar, diğer tarafta hakkın hakim olmasını ve kâfirlerin kökünün kazınmasını isteyen Allah Teâlâ vardı. Şimdi soru şudur: “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu iki tercihten hangisinin tarafındaydı?” Rivayetlerin geneline göre bu soruya ne cevap verilebilir? Hz. Peygamber Allah Teâlâ’nm dileğinin tarafında olacağına göre, bunun aksini düşünmekten tüylerimiz ürpermektedir.
4. Bu olayın ne tür bir olay olduğu üzerinde biraz duralım. Olay şudur: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine-i Münevvere’den şu hazırlıklar ve malzemelerle çıkmaktadır: 300’den biraz fazla savaşçı, muhacir ve ensârla beraberdir. Aralannda Hayber fatihi Hz. Ali ve Şehidler serdarı Hz. Hamza da bulunmaktadır. Bunlardan her biri tek başına bir ordu gibidir. Bununla birlikte Kur’ân-ı Ke-rîm’de açıkça anlatıldığı üzere, korkudan dolayı bazı sahabîlerin kalbine sıkıntı basmakta ve sanki biri onları ölüme götürüyormuş gibi gelmektedir:
“Şüphesiz mü’minlerden bir grup kesinlikle isteksizdirler. Hak açıkça ortaya çıktıktan sonra bile onlar seninle hak üzerinde mücadele ederler. Sanki ölüme gö-türülüyormuş gibidirler.” (Enfâl, 8/5-6)
Medine’den çıkarken eğer ticaret kervanına saldırmaya niyet edilmiş olsaydı, o zaman müslümanlardaki bu korku, bu tereddüt, bu huzursuzluk nedendi? Siyer ehline göre; bundan önce de Kureyş kervanlarına saldırmak için birçok küçük çaplı askeri birlikler (=seriyye) gönderilmişti. Bunlarda hiç bir müslümanm kılına bile zarar gelmemişti. Bu defa 300 seçkin ve güçlü askerden oluşan bir ordu olmasına rağmen insanlar korkudan titremektedirler. Öyleyse bu olay, İslâm ordusu henüz Medine’de iken Kureyş’in, Mekke’den kalabalık büyük bir orduyla Medine’ye saldırmak üzere harekete geçtiklerini haber aldıklarına kesin delildir.
5. Kur’ân-ı Kerîm’de. Bedir savaşıyla ilgili inmiş olan bir başka âyet daha vardır ve bu âyet indiği sırada Hz. Peygamber kesinlikle Medine’dedir. Nitekim Sa-hîh-i Buhârfnin, Nisa sûresini tefsir ettiği bölümde bu âyet zikredilmiştir:
“Mü’minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda dhâd edenler bir olmaz. Allah malları ve canları ile cihâd edenleri derece bakınundan oturanlardan üstün kılmıştır.” (Nisa, 4/95)
Sahîh-i Buhârfde bu âyet hakkında îbn Abbas’m görüşü nakledilmekte ve onun: “Bedir savaşına katılanlarla katılmayan kimseler aynı ve eşit olamazlar” dediği zikredilmektedir. Sahîh-i Buhârî’de bildirildiğine göre; âyet ilk nazil olduğunda “özürlüler dışında” bölümü yoktu. Ayeti duyan ve gözleri görmeyen Abdullah b. Mektûm (ra) Hz. Peygamber’in huzuruna geldi ve kendisinin âmâ olduğu için sefere katılamadığını söyledi. Bunun üzerine “özürlüler dışında” kısmı nazil oldu. Bu da açıkça göstermektedir ki, daha Medine’de iken amaç, ticaret kervanına saldırmak değildi. Aksine savaşmaya ve can vermeye gidilmekteydi.
6. Mekke’den savaşmak üzere Bedir’e gelen Kureyş kâfirleri hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır:
“Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve -insanları- Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkan -Mekkeliler- gibi olmayın/’ (Enfâl, 8/47)
Eğer Kureyş sadece ticaret kervanını kurtarmak için çıkmış olsaydı, Allah Te-âlâ onlar hakkında neden çalım satmak ve insanlara gösteriş için “Allah yolundan insanları engellemek üzere çıktılar” buyursun? Bu çıkıştaki caka satma isteği ve insanlara gösteriş neydi ve insanlan Allah yolundan alıkoymak neydi? Aslında onlar Medine’ye saldırmak üzere çıkmışlardı. Amaçlan da güçlerini, kuvvetlerini ve ihtişamlarını her tarafa göstermek, islâm’ın gelişmesini önlemek olduğu için Allah Teâlâ bunu: “Gurur, gösteriş ve Allah yolundan alıkoymadır” olarak vazetmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’den sonra ikinci derecede bilgi kaynağımız Hz. Peygamber’in hadisleridir. Çeşitli hadis kitaplarında Bedir savaşı geniş ve özlü olarak anlatılmıştır. Ka’b b. Mâlik’in naklettiği hadisten başka hiç bir hadiste Hz. Peygamber’in Bedir’e Kureyş ticaret kervanını yağmalamak için gittiğini belirten bir ifade gözümüze ilişmedi. Ka’b’m (ra) naklettiği hadis şudur:
“Hz. Peygamber’i bırakarak Tebük gazvesi dışmda hiç bir savaşa katılmamaz-lık etmedim. Bedir savaşına da katılmamıştım. Bu yüzden hiç kimse bir tekdire maruz kalmadı. Çünkü Hz. Peygamber Kureyş kervanı için çıkmıştı ki Allah iki orduyu ansızın karşı karşıya getirdi.”
Buna karşılık Sahîh-i Buharı ve Müslim’de Enes’in naklettiği şu hadis mevcuttur:
“Hz. Peygamber, Ebu Süfyân’ın gelmekte olduğunu haber alınca ashabıyla görüşme talebinde bulundu. Hz. Ebu Bekir konuştu ama Allah Resulü ilgi göstermedi. Sonra Hz. Ömer konuştu, Hz. Peygamber ona da ilgi göstermedi. Sonra Sa’d b. Ubâde ayağa kalktı ve: ‘Ey Allah Resulü! Konuşmanızın muhatabı biz ensâr mıyız? Allah’a yemin olsun ki eğer denize bineklerimizi sürmemizi emretseniz hemen süreriz ve eğer Berke’l-Gammâd’a kadar gitmemizi emretseniz bunu hemen yaparız’ dedi. Bu konuşma üzerine Hz. Peygamber bineğine bindi ve Bedir’de konaklayın-caya değin insanlar da peşinden gittiler…”
“Ve önce Kureyş’in öncü bfrliği geldi. Bunlar arasında Haccâc oğullarının zenci bir kölesi vardı. Müslümanlar* onu esir aldılar ve ondan Ebu Süfyân’ın durumunu öğrenmeye çalıştılar. O, Ebu Süfyân’dan haberi olmadığını fakat Ebu Cehil’in, Ut-be’nin, Şeybe’nin, Ümeyye b. Halefin gelmekte olduğunu söyledi. Köle bunları söyledikten sonra insanlar onu dövdüler. Bunun üzerine o: ‘Size Ebu Süfyân’dan da haber vereyim’ dedi. Bunun üzerine onu bıraktılar ve ‘Haydi Ebu Süfyân’ın durumunu anlat- dedikleri zaman köle: ‘Ebu Süfyân’dan hiç haberim yok, ama Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, Ümeyye b. Halef ve Kureyş’in ileri gelenleri bu tarafa gelmekteler’ dedi. Böyle söyleyince: ‘Neden Ebu Süfyân’dan haber vermiyorsun diye onu dövmeye başladılar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem namazdaydı. Selam verdikten sonra bunu görünce: ‘Canım yedi kudretinde olan Allah’a andolsun ki, doğru söylediği halde onu dövüyor, yalan söyleyince de bırakıyorsunuz’ buyurdu.”
Yukarıdaki hadis’in birinci bölümünden Ebu Cehil’in gelmekte olduğu haber alınınca, hemen o anda Hz. Peygamberdin muhacirlerle ensân toplayıp görüştüğü ve ensârdan yardımcı olmalarını istediği anlaşılmaktadır.. Müslümanların daha Medine’de iken Ebu Cehil’in gelişini öğrendikleri ittifakla sabittir. O yüzden Hz. Peygamber’in daha Medine’de iken ensârdan, bu savaşa katılmalarını istediği de kesinlikle sabittir. Yoksa siyer kitaplarında anlatıldığı gibi, Medine’den çıktıktan sonra danışma toplantısı yapılmış olsaydı, ensâr oraya niçin gelmiş olacaktı.
Hadis’in aynı bölümünde Hz. Peygamber’in danışma toplantısında insanları savaşa katılmaya davet ettiği anlatılmıştır. Halbuki siyercilerin anlattıklarına göre olması gereken şudur: Ensâr, Akabe biâtındaki sözlerinin ve önceki hareket tarzlarının aksine savaşa katılmak için çıkmış olmalıdırlar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onların kanaat ve görüşlerini sormuş olmalı ve katılmaya razı etmiş olmalıdır. Herkes bunun akılsızca bir hareket olacağını anlayabilir.
Hadis’in ikinci bölümünde açıklıkla görülmektedir ki, her ne kadar insanlar bilmiyorsa da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem vahiy yoluyla veya herhangi bir başka yolla ticaret kervanıyla değil de aksine savaşmak için gelen orduyla karşılaşıp savaşacağını önceden biliyordu.
Bu hadiste bir düğümü daha çözmemiz gerekmektedir. Eğer daha Medine’de iken, sadece Ebu Süfyân’ın gelmekte olduğunu haber almış olsaydı da Kureyş’in saldıracağından haberi olmasaydı, bu durumda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem neden bu kadar ısrarla ve gerekli savaş malzemesi ile yola çıkılmasına önem versindi? O yüzden “Ebu Süfyân’ın gelmekte olduğu haber alınınca” yerine, savaş hazırlığının ana sebebi olan “Mekke müşriklerinin gelmesi haber alınınca” ifâdesi konmalıdır. Nitekim aynı olayı bu ifade ile İmam Ahmed b. Hanbel Müs-nafinde, tbn Ebî Şeybe Musannefinde, tbn Cerir Tarih’ inde ve Beyhakî De-lâil’inde rivayet etmişler ve rivayete sahih demişlerdi. Aynca bu rivayetin râvisi Bedir savaşının kahramanı Allah’ın arslanı Ali b. Ebu TâUb’dir. “Hz. Ali şöyle buyurmuştur:
“Medine’ye geldiğimizde zevkimize uygun olmayan meyveler elimize geçti. Bu meyvelerden yiyince hastalandık. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem devamlı Bedir’i soruyordu. Müşriklerin gelmekte olduğu haberi ulaşınca Hz. Peygamber Bedir’e gitti. Bedir bir kuyunun adıdır. Oraya müşriklerden önce ulaştık.” Daha sonra Bedir’in bütün olayları ve ayrıntıları anlatılmıştır.
Hz. Ali’nin rivayetinden açıkça anlaşılıyor ki: Mekke müşriklerinin müslüman-lara saldırmak üzere hareket ettiklerini haber aldıktan sonra, Hz. Peygamber Medine’den çıkmış ve Bedir’e giderek mevzilenmişti. Bu hadisin hiç bir yerinde Ebu Süfyân’ın ticaret kervanının adı dahi geçmemektedir. Bu kesin ifadelerden sonra her ne kadar başka bir delil göstermeye gerek kalmıyorsa da kalplerin tatmin olması kabilinden aşağıdaki olayları gözönünde bulundurmak gerekir:
1. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem daha önce Kureyş kervanlarına saldırmak için ne kadar seriyye göndermişse ve bunlar içinde 20-30 kişiden tutun da 100’er 200’er kişilik insanlar bulunmasına rağmen, hiçbirinde ensârdan bir tek kişi dahi göndermemiştir. Siyerciler bu özel durumu açıkça yazmışlar ve ensâr, Hz. Peygamber’e Mekke’de biat ettikleri sırada, Medine’nin dışına çıkarak da Hz. Peygamberi koruyacaklarını belirtmedikleri için bu açıklamayı gerekli görmüşlerdir. Bu bakımdan eğer bu sefer de Medine’den çıkarlarken amaç sadece ticaret kervanına saldırmak olsaydı ensâr birlikte olmazdı. Oysa bu olayda ensârm sayısı muhacirlerin sayısından daha fazlaydı. Yani bütün ordu 305 kişiydi, bunların sadece 74’ü muhacir, kalanların hepsi de ensârdandı.
Bu durum, Hz. Peygamberin sallallahu aleyhi vesellem, Medine’den çıkmadan önce Kureyş’in Medine’ye saldırmak üzere gelmekte olduğunu öğrenişinin kesin delilidir. İşte bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber yaptığı toplantıda ensâra hitaben konuşmuştu. Çünkü biat anlaşmasına göre artık ensâra danışma zamanı gelmişti.
2. Mekke’den ticaret için Suriye’ye giden kervan her zaman Medine yakınından geçip giderdi. Medine’den Mekke’ye kadar yol boyunca ne kadar kabile varsa genellikle Kureyş’in etkisi altındaydı. Bunun aksine, Medine’den Suriye sınırlarına kadar uzanan bölgede ise Kureyş’in etkisi yoktu. Bu yüzden eğer ticaret kervanına saldırmak hedef olsaydı, Suriye tarafına gidilmesi gerekirdi. Kervan’a saldırılma ihtimalini söylemek tamamen akla aykırıdır. Çünkü ticaret kervanı Suriye’den gelmektedir. Kervanın durumunu haber alan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, kervana saldırmak isteseydi Suriye tarafına gitmesi gerekirdi. Halbuki tam tersine Mekke tarafına gitmiştir. Hedef kervan olsaydı niçin Mekke tarafına gitsindi? Hem de beş durak Mekke yönüne doğru yol aldıktan sonra kervanın kurtulup, geçip gittiği haberi gelmekte ve daha sonra Kureyş’le savaş ortaya çıkmaktadır.
3. Olaylar şöyle sıralanmaktadır:
a. Kureyş, Abdullah b. Übeyy’e mektup yazarak:”Muhammed’i ve arkadaşlarını Medine’den çıkar, yoksa biz Medine’ye gelerek sizi mahvederiz!” diyor. -Sünen-i Ebu Davud’a atıfla yukarıda geçtiği gibi
b. Ebu Cehil, Sa’d b. Mu’âz’a:”Siz bizim suçlularımızı himaye edip, şehrinizde barındırdınız. Eğer Ümeyye’nin seni koruma garantisi olmasaydı, seni öldürürdüm” demiştir.
c. Kürz b. Câbir, Hicretin II. yılının Cemâziye’s-sânî ayında Medine otlağına saldırmış ve Hz. Peygamberin develerini yağmalayıp götürmüştür.
d. Bundan hemen sonra Hicretin II. yılının Receb ayında Hz. Peygamber, Abdullah b. Cahş’ı haber toplaması için casus olarak göndermiş ve Kureyş’in ne yaptığını ve ne düşündüğünü öğrenip gelmesini istemiştir.
e. Abdullah b. Cahş, -Hz. Peygamberin arzusuna aykırı olarak- Kureyş’in küçük bir kervanını yağmalamış ve bir adamını öldürüp, ikisini esir etmiştir.
Kureyş’in Mekke’de bazı müslümanlara yaptıklarını gözönünde bulundurun. Sonra da bunların intikam duygusunun hiçbir şekilde eksilmediğini düşünün ve onların, Abdullah b. Übeyy’e; “Biz Medine’ye gelerek hem sizi, hem de Muham-med’i yokedeceğiz.” diye yazdıklarını, arkasından Kürz Fehrrnin Medine’ye baskın yaparak Medineliler’in mallarını yağmaladığını da unutmayın.
Bütün bunlar olurken kalkıp ne deniyor: “Abdullah b. Cahş’m, Kureyş kervanını yağmalamasından ve hatırı sayılır iki ailenin üyelerini esir almasından dolayı Kureyşliler’in öfke ve hiddetleri daha da artmıştı. Bütün bu olanlara rağmen Kureyş sabretmekte ve hiç bir şekilde intikam alma düşüncesi taşımamaktadır. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onların bütün varlıklarının ve servetlerinin bulunduğu kervanı yağmalamak için çıkmaktadır. O zaman onlar da mecbur kalarak kervanı savunmak için sefere çıkmak zorunda kalmışlardı. Buna rağmen Bedir’e yaklaştıktan sonra kervanın kurtulup geçip gittiğini öğrendiklerinde en büyük liderleri ve ordunun komutanı olan Utbe: ‘Artık savaşmaya gerek yok, geri dönebiliriz’ demektedir.”
Olayların bu şekilde gösterilmesi, Kureyş’in kin ve düşmanlık duygusuna, Hz. Peygamber’in şânma uygun düşer mi?
4. Genellikle siyer yazarları: “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medi-ne-i Münevvere’de sahabeyi ticaret kervanına saldırmaya teşvik ettiğinde insanlar buna ilgi göstermediler. Çünkü insanlar bunun bir cihâd ve savaş olmadığını, aksine sadece ganimet malı elde etmek olduğunu sandıklarından paraya ve mala ihtiyacı olanlar gittiler” diye yazmaktadırlar. Ama görüyoruz ki ensâr içinde ne kadar önde gelen ve lider varsa hepsi de sefere çıkmıştır. Paraya, mala, mülke ihtiyacı olan biri varsa o da muhacirlerdi. Ama savaşa katılanlar arasında ensârm sayısı muhacirlerden iki kat daha fazlaydı.
Hz. Peygamber, insanların ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini öğrenmek istediğinde cevap olarak canını feda edercesine yiğitçe söz söyleyenler, muhacirlerden Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Mikdâd (ra), ensâr’dan da Sa’d b. Ubâde idi.[47] Sa’d b. Ubâde Bedir savaşına katılmamış ve Medine’den dışan çıkmamıştı. Bu bakımdan şunu kesinlikle kabul etmemiz gerekecektir ki, Sa’d (ra) bu cevabı Medine’de vermişti ve Kureyş’in saldıracağı Medine’de öğrenilmişti, işte bu yüzden Ensâr’ın ne düşündüğünü anlama ihtiyacı daha Medine’de iken doğmuştu.
5. Siyer yazarlarının, hatta hadîs kitaplarının naklettiklerine göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem insanları Bedir savaşma katılmaya teşvik ettiğinde bazıları yanaşmadı ve tereddüt gösterdi. Sebebi; bunun cihâd veya gazve olmayıp, sadece mal taşıyan kervanın yağmalanması olduğunu sanmalarıydı. Bu yüzden buraya katılmanın herkesin isteğine bağlı olduğunu, “isteyen gider, isteyen gitmez” şeklinde biliyorlardı. Taberfde şöyle yazmaktadır:
“Anlatıldığına göre: Hz. Peygamber, Ebu Süfyân’ın Suriye’den hareket ettiğini işitince müslümanlan çağırarak ve: ‘Kervan, Kureyşin mallarını yüklenmiş olarak geliyor. Haydi yürüyün, belki Allah bundan size bir ganimet nasib eder’ dedi. insanlar buna razı oldular. Ama bazıları yanaşmadı. Çünkü onlar Hz. Peygamber’in bir savaşla karşılaşmayacağını sanıyorlardı.”
Bu anlatılanlar Kur’ân-ı Kerîm’in açık âyetlerine aykırıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça bildirilen şudur; Medine’den çıkarken tereddüt içinde olan insanlar gereksiz yere gittiklerinden dolayı değil tam aksine; bu gidişin doğrudan ölüme gidiş olduğunu düşünenlerdi. Ayet şöyle buyuruyor:
“Doğrusu mü’minlerden bir topluluk isteksizdi. Her şey açıkça ortaya çıktığı halde sanki kendileri göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle hak konusunda tartışıp duruyorlardı.” (Enfâl, 8/5-6)
6. Bütün siyer ve hadis kitaplarında açık olarak bildirildiğine göre; Medine-i Münvvere’den bir mil mesafeye kadar gittikten sonra -Bi’r-ü Ebu Uyeyne’ye vardıklarında- Hz. Peygamber, ordusunu kontrol etti ve yaşlan onbeşden küçük oldukları için Abdullah b. Ömer ile diğer gençleri geri gönderdi. Eğer sadece Ker-van’ın yağmalanması amaçlanmış olsaydı, bu iş yeni yetme gençlerle de rahatlıkla yapılabilirdi. Ama gerçekte ilâhî bir görev olan cihâd amaçlandığı ve cihâdda da ergenlik çağma ulaşma şart olduğundan henüz bununla mükellef olmayan, bulûğ çağına ermemiş çocuklar geri gönderildi.
7. Hafız îbn Abdilberr el-îstîâb isimli eserinde şunu nakletmiştir: “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem insanları Kureyş kervanına saldırmaya teşvik ettiğinde ensârdan Hayseme, kendi oğlu Sa’d’e: ‘Bırak ben gideyim, sen de burada kadınları koru’ dedi. Sa’d ise: Tîfendim başka bir zaman olsaydı mutlaka sizi kendime tercih ederdim. Ama bu sefer şehidlik derecesini elde etmek istiyorum. Bunu nasıl terkedebilirim?’ dedi. Nitekim kura çekildi ve Sa’d’a çıktı. Sa’d, savaşa katılarak şehid oldu.
Sa’d’ın ifadesinden de açıkça anlaşılıyor ki amaç kervanı yağmalamak değil, ci-hâddı ve insanlar şehid olma nimetini elde etme arzusundaydılar.
Bedir Savaşının Asıl Sebebi
Herhangi bir kabileden bir adamın, herhangi bir yolla biri tarafından öldürülmesi durumunda şiddetli bir savaşın ve kan davasının ortaya çıkması Arapların ırkî özelliği idi. Her iki taraftan insanlar kalabalıklar halinde toplanarak çatışır, nehirler dolusu kan akardı. Bu çatışmalar uzun yıllar devam eder, kabileler birbirini keser, tüketir, yine de bu zincirleme savaş son bulmazdı. Araplar okuma-yazma bilmediklerinden, öldürülen kişinin adı bir kâğıda yazdırırılır, sülâlede miras gibi nesilden ne-sile intikal eder gelir, büyüdükleri zaman intikamını alsınlar diye çocuklara bu isim ezberletilirdi. Kırkar yıl süren ve binlerce, yüzbinlerce canın telef edildiği, kıyamet koparan Dâhis ve Besûs savaşları bu türdendi. Arapça’da bu intikam almaya (=se’r) denir ve İslâm öncesi Arapların milli tarihinin en önemli kelimelerinden biridir.
Yukarıdan beri anlattığımız gibi Abdullah b. Cahş’ın sebep olduğu olayda Amr b. Hadramî öldürülmüştü. Hadramî Kureyş’in lideri olan Utbe b. Rebîa’nın müttefikiydi. Bedir savaşı ve diğer bütün gazveler dizisi işte onun intikamını almak için çıkarılmıştı. Urve b. Zübeyr Hz. Aişe’nin yeğeni, bunu açık bir şekilde şöyle anlatmıştır:
“Hz. Peygamber’le müşrik Araplar arasında kopan Bedir savaşı ile diğer bütün savaşlann sebebi; Urve b. Zübeyr’in de açıkça söylediği gibi, Urve b. Hadram’nin öldürülmesidir. Onu, Temîm kabilesinden Vâkıd b. Abdullah öldürmüştü.”
İncelediğimiz konuda çoklarını yanıltan bir hata da; kâfirlerle yapılan ilk savaşın Bedir savaşı olduğudur. Halbuki Bedir’den önce savaşlar başlamıştı. Urve b. Zü-beyr’in Bedir savaşı hakkında Abdulmelik’e yazdığı mektubun baş tarafı şöyledir:
“Harb oğlu Ebu Süfyân, hepsi Kureyş boylarından olan aşağı-yukan 70 binekli insanla birlikte Suriye tarafmdan geliyordu. Durum, Hz. Peygamber’e ve saha-be-i kirâm’a haber verildi. Zaten iki grup arasında savaş önceden başlamıştı. O taraftan içlerinde Ibn Hadramfnin de olduğu bir kaç kişi öldürülüp, bir kaçı da esir alınmıştı… Ve bu olay Hz. Peygamber’le Kureyş arasında savaş çıkmasına sebep olan ve iki taraf arasındaki düşmanlığı birbirine zarar verdirmeye vardıran ilk olaydır. Bu olay Hadramî vakası Ebu Süfyân’ın Suriye’ye hareketinden önce meydana gelmişti.”
Dikkat edilirse bu ifâdede Ebu Süfyân’m henüz Suriye’ye doğru hareket bile etmediği sırada sözkonusu hadisenin vuku bulduğu açıkça belirtilmektedir. Bedir savaşı ise Ebu Süfyân’ın Şam’dan dönüşünden sonra yapılmıştır.
Bir olayın aslının ne olduğunu araştırıp bulmak için en sağlam kaynak ve en doğru yol; bizzat savaşan tarafların ifade ve belgelerinin toplanarak incelenmesidir. Bu tür belgeler çok az ele geçebilir ama iyi bir talih eseri olarak burada bu tür belge ve ifadeler vardır. Hakîm b. Hizam (ra) Hz. Hatice’nin yeğenidir. Bedir savaşına katılmıştı ve o zamana kadar da müslüman olmamıştı. Hz. Peygamber’den beş yaş büyüktü. Her ne kadar, cahiliye döneminde de Hz. Peygamber’e çok muhabbeti olup, Peygamberlikten sonra da muhabbeti devam etmişse de Mekke’nin fethine kadar iman etmedi. Kureyş’in eşrafmdandı. Kabe’nin büyük bir hizmeti olan rifâde (hacıların doyurulması) onun yetkisindeydi.
Meseleleri görüşüp karara bağlama yeri olan Dâru’n-Nedve’nin yöneticisi ve yer sahibi de oydu. Mervan b. Hakem’in halifeliği dönemine kadar yaşadı. Bir keresinde Hakîm b. Hizam, Mervan’la görüşmeye gitmişti. Mervan onu saygıyla karşıladı. Toplantıda oturduğu baş köşeden kalkarak yanma geldi oturdu ve: “Bedir hâdisesini anlatır mısınız” dedi. Bunun üzerine, olayın başlangıcım anlatarak şöyle dedi: “Bizim askerlerimiz harp meydanına indiklerinde Utbe’nin yanma gittim ve ona şöyle dedim:
“Ey Ebu’l-Velîd! Hayatın boyunca ancak kazanabileceğin bir şerefi bir günde bugün elde etmek istemez misin?” Utbe:
“Nasıl?” deyince şöyle dedim:
“Siz Kureyşliler, Muhammed’den, Ibn Hadramî’nin kanmdan başka bir şey istemiyorsunuz, tbn Hadramî senin müttefikin olduğuna göre onun kan bedelini öde de herkes dağılıp gitsin”.
Utbe bu teklifi beğenmişti. Ama Ebu Cehil kabul etmedi ve Hadramî’nin kardeşi Amir Hadramfyi çağırarak: “Kanın bedeli karşıdadır. -Yani kardeşinin kanının intikamını alacağm kimseler karşıda durmaktadırlar.- Ayağa kalk da millete Amir’i hatırlatarak seslen” dedi. Nitekim Amir Arapların adetlerine uygun olarak çırılçıplak soyundu ve: “Yazık oldu Amr’a, yazık oldu Amr’a!” diye bağırmaya başladı. Savaşın daha başında, herkesten önce fırlayıp ortaya çıkan da işte bu Amir Hadramî idi.”
Hakîm b. Hizam ile Amir Hadramî Bedir savaşına kadar müslüman olmamış, küfürde devam etmişlerdi. Kureyş liderlerinden olan Utbe ve Ebu Cehil ise son nefeslerine kadar küfürde devam ettiler. Bu durumdaki insanlar ve bu ölçüdeki kişiler, Bedir savaşını Hadramî’nin intikamını alma nedeni kabul ettikleri ve böyle kabul etmeye de devam ettikleri halde, yüzlerce yıl sonra başkalarının çıkıp ahkâm keserek: “Bu savaşın sebebi, ticaret kervanını kurtarmaktı” demeleri, bizim için önemli olmamalıdır. Buna aldırış etmememiz gerekir. Çünkü aralarında dağlar kadar fark vardır.
Önemli Bir İncelik
Her ne kadar bu mesele kesin olarak anlaşılmış ve Bedir savaşının sebebinin ticaret kervanına saldırmak olmadığı ortaya çıkmışsa da buradaki düğümü çözmemiz gereklidir. Bu düğüm şudur: Böylesine açık ve net bir olay hakkında neden bütün siyer uzmanları, Sahîh-i Buharı ile diğer hadis kitapları yanılmışlardır? Bedir’in başlangıç sebebi ticaret kervanına saldırma düşüncesiydi şeklindeki bilgilere açıklık getirmeliyiz.
Aslında savaş kurallarına uygun olarak birçok savaşta nereye gidildiği ve ne amaçla gidildiği açıklanmazdı. Tebük savaşı hakkında Sahîh-i Buhârî’de ünlü sa-habîlerden Ka’b b. Mâlik’in (ra) şu sözü nakledilmiştir:
“Ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir savaşa gitmek istediğinde ona dair tevriyeli bir ifade kullanırdı.”
Buhârfyi şerh edenler “tevriye” kelimesinin ne demek olduğu hakkında: “Hz. Peygamber böyle durumlarda, mânâsı iyice anlaşılmayan ve iki değişik mânâya gelebilen kelimeler kullanırdı” diye yazmaktadırlar.
Her ne kadar bana göre bu genelleme bu anlamda doğru değilse de, olayların teker teker nakledilmesinden anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber bazı seferlere çıkarken ne yapmak istediğini kesinlikle gizli tutuyor ve öyle bir tutum sergiliyordu ki, insanlar bundan değişik tahminler çıkarıyordu. O yüzden Sa’d b. Hayseme Bedir olayında kervana saldırmak için değil, Kureyş ordusuyla savaşmak için gidildiğini sezmişti. Bunun tam tersine, Buhârî’de Ka’b b. Mâlik’in: “Bedir’de kervana saldırmak amaçlanmıştı” dediği nakledilmiştir.
Girişte de yazmış olduğumuz gibi râvilerin -sahabe de dahil- birçok yerde anlattıkları olay, olayın kendisi değil, aksine olay hakkındaki kanaatleridir. Yani anladığı şekilde anlatmışlardır. Bedir’de de aynı durum meydana gelmiştir. O yüzden sahabe-i kiramın değişik tahminlerde bulunması, halkm zevk ve arzusuna uygun olan tahminin yapılması şaşılacak birşey değildir.
Bedir Savaşının Sonuçları
Bedir Savaşı, dini ve sosyal durum üzerinde değişik etkiler meydana getirdi ve gerçekte bu, İslâm’ın ilerlemesinin ilk adımıydı. İslâm’ın ilerlemesi ve gelişmesi yolunda her biri bir çelik set teşkil eden Kureyş’in başları Bedir savaşında yok olmuştu. Utbe ile Ebu Cehil’in Ölümü, Kureyş’in liderlik tacını Ebu Süfyân’ın başına koymuştu. Böylece Emevi hakimiyeti başlamış oldu, ama Kureyş’in gücü ve otoritesi iyice sarsıldı.
Medine’de Abdullah b. Übeyy b. Selûl kâfirlikte devam ediyordu. Bütün hayatı münafıklıkla geçmiş ve o hal üzere can vermişti. Ama Bedir zaferinden sonra görünüşte de olsa islâm çerçevesine girmişti. Olaylar zincirinin yönünü ve gidişatı gören Arap kabileleri her ne kadar boyun eğip hemen teslim olmamışlarsa da yıl-mışlardı.
Bu olumlu sonuçlarla beraber bazı olumsuz gelişmeler de meydana gelmişti. Yahudilerle anlaşma yapılmış ve her konuda tarafsız kalacaklarına dair söz alınmıştı. Ama bu muhteşem zafer onlarda hased ateşini tutuşturdu ve onlar -yapmış oldukları anlaşmaya rağmen- bu ateşi kontrol altında tutamadılar. Buna dair bilgi yahudilere ait olaylar anlatılırken genişçe verilecektir. Kureyşliler önceleri sadece Hadrami’ye ağlıyordu. Halbuki Bedir’den sonra her ev bir matem yuvası olmuştu. Bedir’de öldürülenlerin intikamını almak için Mekke’nin çocukları bile harekete geçirilmişti. Nitekim Sevîk olayı ile Uhud savaşı işte bu öfke ve kinin kabına sığ-mayıp dışa vuruşuydu.